29 Mayıs 2005

Mübadilim, mübadilsin, mübadil...

Ben İzmir'de doğdum büyüdüm. Babam da İzmir doğumlu. Baba tarafım Midilli'den Ayvalık Altınova'ya göçmüşler. Dedem'in doğum yeri Midilli Eftarunda. Midilli'nin batı tarafında dağların arasında küçük bir yerleşim yeri. Internet sağolsun o sayede resmini buldum, yanda görebiirsiniz.

Türkiye'den Yunanistan'a giden mübadiller kendi aralarında örgütlenirken, Türkiye'ye gelen mübadillerin yakın zamanlara kadar örgütlenmediği ve kendi aralarında iletişim kurmadıklarını görüyoruz. Aslında mübadele hakkında, gelenlerin çektikleri, arkada bıraktıkları, yaşamları ile ilgili çok az şey biliyoruz.

Son yıllarda giderek politik bir hale gelen bu konuda, herhangi bir refleks hissi veya niyeti taşımadan, gelenlerin hem geldikleri yerde, hem gelirken, hem de geldikten sonra neler yaşadığı ile ilgili pek az bilgi sahibi olduğumuzu düşünüyorum. Arkalarında neler bıraktılar, nasıl geldiler, yaşadıkları toprakları terkederken eziyet gördüler mi, gelince Türkiye'ye nasıl adapte oldular? Mesela, büyük dedem sıva ustası Ali'nin Midilli'den göçerken geride esir kaldığını ve mübadele sonrası gözleri oyulmuş şekilde Altınova'daki ailesine katılabildiğini çok yeni öğrendim.

Bu sorularla dolanırken Turkiye'de kurulmuş Lozan mubadilleri vakfı ve derneği ile karşılaştım. Derneğin yahoo üzerinde bir de eposta listesi var. İkinci, üçüncü kuşak mübadillerin dikkatine.

**************************************

Kısaca Mübadele

1912-1922 yılları arasındaki savaşlar nedeniyle Balkanlar’da, Ege Adalarında ve Anadolu’da büyük acılar yaşandı. Balkan Savaşı sonrasında yüz binlerce Müslüman savaşta yenik düşen Osmanlı ordusunun peşi sıra korku ve panik içinde doğdukları toprakları terk ederek Anadolu ‘ya sığındı. Benzer trajedi, 1922 yılında Kurtuluş Savaşında yenik düşen Yunan ordusuyla beraber Anadolu’yu terk eden Ortodoks Rumların başına geldi. Bir ay gibi kısa bir süre içinde yüz binlerce Ortodoks Rum Yunanistan’a sığındı. Bu durum Yunanistan’da büyük sıkıntılara ve kaosa yol açtı. Yunanistan’ın nüfusu bir anda dörtte bir oranında arttı.

Lozan Barış Konferansı toplandığında öncelikle sığınmacılar ve esirler konusu ele alındı. İngiltere temsilcisi Lord Curzon’un teklifi ve Milletler Cemiyeti görevlisi Nansen’in raporu doğrultusunda; Yunanistan’da yerleşik Müslümanlarla Türkiye’de yerleşik Ortodoks Rumların zorunlu göçünü öngören Mübadele Sözleşmesi imzalandı. Bu sözleşme uyarınca; İstanbul’daki Ortodoks Rumlar ile Batı Trakya’daki Müslümanlar hariç Yunanistan’da yerleşik bütün Müslümanlar Türkiye’ye, Türkiye’de yerleşik bütün Ortodoks Rumlar Yunanistan’a gönderildi. Mübadele sözleşmesinin kapsamına 18 Ekim 1912 tarihinden sonra yurtlarını terk etmiş olanlar da alınarak mülteciler sorununa bir çözüm bulunmuş oldu.

Tarihteki ilk ZORUNLU GÖÇ’ü içeren bu sözleşme ile iki milyon civarında insan yurtlarından kopartılarak, yeni yerleşim bölgelerinde yaşamaya mecbur edildi. Tarihimizdeki bu kitlesel ve zorunlu göçe kısaca mübadele, bu insanlara da mübadil deniyor.

Lozan Mübadilleri Vakfı‘nın Kuruluş Gerekçesi

Yunanistan ve Türkiye’de mübadele ile göç eden kitlelerin yaşadıkları sürece baktığımızda Türkiye’den Yunanistan’a göç edenlerin; kültür, sanat ve folklorik değerlerini korumak için çeşitli etkinlikler yaptıklarını, kendi aralarında dernekler, vakıflar kurarak örgütlendiklerini, kültür ve sanat merkezleri, araştırma enstitüleri, müzeler kurduklarını görüyoruz.

Yunanistan’dan Türkiye’ye göç edenlerin ise yaygın ve etkin bir örgütlenme içine girmedikleri görülmektedir. Yakın zamana kadar bir kaç akademisyenin dışında bu konuya pek eğilen de olmamıştır. Oysa göç edenler; bilgi birikimlerini, kültür, sanat ve folklorik değerlerini de beraberinde taşımışlardır. Bizler, bugünkü kültürümüzün oluşumunda önemli etkisi olan değerlerin ve yakın tarihimizin ciddi biçimde ve bilimsel olarak araştırılmasının önemli bir görev olduğuna inanıyoruz.

Ayrıca her iki ülke topraklarının tarihi zenginliği ve mirası kabul edilmesi gereken kültür varlıklarının yeterince korunmamış olduğunu düşünüyoruz. “İnsanlık Mirası” olan bu kültürel varlıklara sahip çıkılması için her iki ulusun ve uluslararası kültür kurumlarının duyarlı olmasını sağlayacak çabalara ihtiyaç vardır.

Günümüzde, halkların yakınlaşmasının dünya barışı açısından ne denli önem taşıdığı bilinmektedir. Bizler, Türkiye ve Yunanistan halkları arasında, 17 Ağustos 1999’da meyadana gelen Körfez depremi ve 7 Eylül 1999’da meydana gelen Atina depremi sonrası yaşanan dostluk havasının kalıcı olması ve giderek diğer halklara örnek olmasının objektif şartlarının, her iki ülke mübadilleri arasındaki iletişimin güçlendirilmesi ile oluşturulabileceğini düşünüyor ve bu nedenle Türkiye’deki mübadillerin bir an önce örgütlenmesi gerektiğine inanıyoruz.

İşte bu gerçekleri göz önüne alan bizler; bir grup mübadil, mübadil çocuğu ve torunu bir bir araya geldik. 1999 yılının Kasım ayında bir girişim olarak başlattığımız çalışmalar, 30 Kasım 2000 tarihinde hazırlanan ve noterde onaylatılan vakıf senedinin 25 Nisan 2001 tarihinde tescil edilmesiyle tüzel kişilik kazandı. Vakfımızın Vakfımızın tescili 25 Mayıs 2001 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak kesinleşti. Sizlerin katkı ve desteğiyle giderek güçleneceğimize ve kalıcı işler yapacağımıza inanıyoruz

http://www.lozanmubadilleri.org/

mubadildostlar-subscribe@yahoogroups.com
Devamı

22 Mayıs 2005

Çince ve Hiyerogliflerde Adım Soyadım...

Sayfanın sol tarafında ara sıra ziyaret ettiğim kimselerin websiteleri ve bloglarının linklerini koydum. Sitenin istatistiklerinden anladigima göre bu kişilerden bir tanesi, Nick Gall, kendisine kimin link verdigini merak etmiş olacak ki blog'umuza buyurmuş. Ben de bunun üzerine bugün onun blog'una uğrayınca, çok orjinal iki link ile karşılaştım. İsmimin Hiyeroglif olarak ve Çince nasıl yazılabileceğini söylediğini iddia eden iki link :) Linkler için Nick Gall'e teşekkür ediyoruz. Yine gelirse diye (Thanks for the links Mr. Nick Gall)
Sayfanın baş kısmında gördüğünüz ismimin düz yazılış. Yan tarafta gördüğünüz de benim ismimde bir Mısır imparatoru olsaydı nasıl yazacakları.


Bu gördüğünüz ise Çince'de adım soyadım. Hadi Çince isim soyad yazmak neyse, malum ticareti ele geçiriyorlar. Ama firavun hiyerogliflerini kurcalamak ne oluyor. Blog'u veya beni lanet tutmaz umarım :) Siz de aranırsanız diye linkler aşağıda

Hiyeroglif İsim Üretici

Çince İsim Üretici

Umarım siteler doğru çalışıyordur ve aslında ayıp anlamlar içeren şeyler üretmiyorlardır. Öyle bile olsa nereden bileceğiz zaten :)
Devamı

21 Mayıs 2005

Ufukta Dev Karşılaşma: Microsoft ve Symantec

Güvenlik konularını stratejik öncelik olarak belirlemiş durumdaki Microsoft, OneCare hizmetinin beta testine başlayarak 13 Mayıs 2005 tarihi itibariyle uzun süredir girmeye hazırlandığı güvenlik pazarına resmen girdi.

Microsoft tabanlı kişisel bilgisayar sistemleri için hazırlanan OneCare, kapsamlı ve kolay kullanılan bir abonelik servisi olarak planlanıyor. Servis üyeliği ile güvenlik koruması, bakım ve performans yönetiminin otomatik olarak yönetilmesi hedefleniyor. Halen OneCare, süren BETA testinin bir parçası olarak Microsoft çalışanları tarafından kullanılmaya başladı.

Windows OneCare'in worm, virus ve casus yazılımlar gibi temel PC güvenlik meselelerine cevap vermesi hedefleniyor. Bunun yanı sıra dijital fotograflar, muzik ve finansal verilerin korunması veya yoğun kullanım kaynaklı performans sıkıntılarının yönetimi konularında işlevler sunacağı açıklanmış durumda. Yakın zamanda Microsoft'un güvenlik pazarına girişte satın aldığı ürün ve teknolojileri OneCare'de entegre bir biçimde pazara sunacağını tahmin edebiliriz. Hatırlanacağı gibi Microsoft kısa bir süre önce antispam & antivirus ürünü Sybari'yi, 2004 sonlarında antispyware uygulamaları olan Giant Company Software'i ve 2003 yılında Romanya'lı GeCad antivirus firmasını satın almıştı.

Microsoft kurulduğu günden bu yana beta testini kısa kesip, beta testini gerçek kullanımda yaptırdığı söylenirdi. Son yıllarda güvenlik konusuna stratejik öncelik verdikçe, beta testlerinin giderek daha uzun sürdüğünü görüyoruz. Bu durum göz önüne alınırsa, özellikle güvenlik gibi bir sektörde prestij kayıpları yaşamamak için OneCare ürünün testlerinin tamamlanıp piyasaya çıkması için daha uzunca bir süre geçebileceği anlaşılıyor. Servisin veya ürünün nasıl fiyatlandırılacağı henüz belli olmasa da, sadece bireyse pazarda değil Microsoft'un güvenlik ürünlerini Systems Management Server (SMS) ile entegre bir şekilde kurumsal pazarda da kullanıma sürülmesi bekleniyor.

Bu da inorganik yolla uzunca bir süredir hızla büyüyüp, dünyanın en büyük yazılım şirketlerinden birisi haline gelmiş "MEGA-vendor" Symantec ile Microsoft arasında güvenlik pazarında gelecekte bir rekabet yaşanabileceğini gösteriyor. Her ne kadar Symantec'in ana pazarının güvenlik olmasına karşın, Microsoft henüz bu alana yeni giriyorsa da, Microsoft'un giriş yaptığı diğer tüm yazılım alanlarında olduğu gibi bu pazarda da liderler arasında olmaya oynayacağı tahmin ediliyor. Zaten piyasaya çıkar çıkmaz, Windows işletim sistemleri ile iç içe olması sayesinde önemli bir pazar payı alacağına da kesin gözüyle bakılabilir. Durum böyleyken, son zamanlarda artık güvenlik dışındaki yazılım alanlarında da Veritas gibi birleşme ve satınalmalara başlayan Symantec'in bu harekete nasıl cevap vereceği merak ediliyor.

Symantec, Microsoft gibi güvenlik sektörüne yeni giriş yapan dev bir firmanın getireceği artan rekabetle gelecekte yaşayabileceği gelir düşüşlerinin etkisini azaltmak için güvenlik ile doğrudan ilgili olmayan ancak güvenlik pazarına yakın diğer yazılım alanlarına doğru büyüyecektir. Örneğin depolama alanındaki satın almalarına devam edebilir veya güvenlik verilerinin korelasyon ve konsolidasyonu ile ilişkili olarak business intelligence alanında yönelebilir. Bu arada Microsoft'un güvenlik alanında yaptığı firma satınalmalarına bir adet de güvenlik duvarı firmasını eklemesi, rekabet beklentisini daha da kızıştırabilir. Bu durum kısa vadede sektördeki konsolidasyonu hızlandıracak ve yaşanacak rekabet toplam sahip olma maliyetini düşürecektir. Ancak uzun vadede piyasa liderleri zorlayan küçük boyutlu firmaların azalması, kullanıcıların aleyhine olabilir.
Devamı

20 Mayıs 2005

Endüstri Mühendisliği ve Modernite

Üyesi oldugum ODTÜ Endüstri Mühendisliği mezunları eposta listesinde, bölüm başkanı Çağlar Güven hocam, ders programına bu yıl yeni eklenen "Systems Thinking" mecburi dersinden bahis açarak, içinde algoritma olmayan, klasik bir EM öğrencisinin alıştığı ders biçim ve içeriğinden farklı bu derste, öğrencilerin tedirgin olduğunu, çözüm olmadığı takirde endüstri mühendisinin ne işe yarayacağını sorduklarını söyledi. Kısacası öğrenciler, alıştıkları gibi, sosyal boyutu da olsa endustri mühendisliği problemlerini bir fabrikanın üretim planlama problemine ait matematiksel modeli çözer gibi çözmek istiyor, giderek böyle bir dünyada kendilerini daha rahat hissediyorlarmış. Buradan hareketle Çağlar hocam sormuş: "Modernite endüstri muhendislerini topyekün teslim mi almış ne olmuş.." Aslında sonunda soru işareti olmadığına göre soru sayılmasa da oturdum birkaç satır yazdım. Yazdığım epostayı gönderdikten sonra düşünmeye devam ettim ve eposta metnini geliştirerek blog siteme eklemeye karar verdim.

Endüstri mühendisliği F.W. Taylor'un bilimsel yönetim yaklaşımından kaynaklanmış bir disiplin. Her ne kadar daha sonra bunun üzerine kritik teori'den nasibini almış sistem düşüncesi yaklaşımları ile farklı tartışmalar açsa da genel olarak çözülmek istenen problemin farklı katılımcılarının farklı amaç fonksiyonlara sahip olabileceklerini, veya nesnel gerçekliğin aslında öznel olabileceği çok sık gündeme getirilmiş bir alan değil.

Yani endüstri mühendisliği problemlerini çözerken mühendisimizin genellikle kullandığı amaç fonkisyonu birdir, birden fazla bile olsa bu amaçlar aynı katılımcıların (mesela yöneticilerin) amaç fonksiyonudur. Ayrıca "bilim" olmaktan dolayı bilimsel bir kesinlik aranır, ölçüler tamdır, sonuçlar kesin. Bu bakış açısı doğal olarak EM dalını fonksiyonalist ve pozitivist bir kutunun içinde varediyor.

Türkiye'de farklı EM bakış açılarına en açık bölüm olduğunu düşündüğüm ODTÜ EM'de bile sistem düşüncesi ve kritik bakış açılarının önlisans eğitimine ancak bu yıl girdiği düşünülürse, modernitenin EM'yi teslim almadığını, bilakis uzun bir süredir zaten EM'nin sahibi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu yüzdendir ki, yöneylem araştırması ve endüstri mühendisliği konularını öğrenip problem çözmek konusunda idman yapmış genç endüstri mühendisleri iş hayatına çıktıklarında, bu metodlarla çözecek net problemler arıyorlar. Eğer üretim planlama gibi alıştıkları tanımlı problem ortamlarında çalışmıyorlarsa da ellerindeki metod ve yaklaşım kümesi ile karşı karşıya oldukları karmaşık problemler arasında ilişki kurabilmeleri vakit alıyor.

Öyle ya, en alışık olunan üretim planlama tipi problemler de dahil problemleri bir modele indirgeyebilmek, bu sırada temel amaç(lar)ın problemin katılımcısı pek çok kesimden kimin amaçları olacağına karar vermek, çözüm ararken hangi teknik, sosyal, politik kısıtları göz önüne alacağına karar vermek çok alışık olunan bir durum değil. Üstelik sonunda bir modele ulaşsak bile, bunun çözümü olup olamayacağı, ulaştığımız çözümün orjinal problemin çözümü olup olamayacağı, ulaşılan çözümün nasıl uygulanacağı kesinlik taşımayan konular.

Aslında Endüstri Mühendisliği önlisans eğitiminde bu tür derslerin olması, en azından mezunların bir kısmının mezun olduktan sonra elinde bir çekiç, çakacak çivi arayarak geçirmek yerine iş dünyasını kendince algılamak yönünde bir bakış geliştirmesinde yararlı olabilir. O nedenle sözkonusu dersin programa konmasını ve böylece kesin doğrulardan ve çözümlerden çok emin olmaya alıştırılmış mezun adaylarının biraz da olsa şüpheci ve sorgulayıcı olmaya teşvik edilmesinin çok olumlu olduğunu düşünüyorum.

Mühendislik eğitimi sırasında kullanılan neredeyse bütün yaklaşımlar zaten modernist. Bilimsel eğitim yaparken yaklaşımın bu kadar işlevselci olması elbette şaşılacak bir şey degil. Ama sosyal boyutta bir farkındalık yaratacak şekilde toplumları başka türlü algılamanın, başka şekilde bilim yapmanın, gerçekliği farklı şekilde algılamanın mümkün olduğunu gündeme getirmek lazım.

Örneğin Endüstri Mühendisliği'nin temeli olan yöneylem araştırmasını öğrenirken genellikle kendimizden çok emin şekilde yaptığımız basitleştirme ve kabullerin adeta gökten düştüğünü düşünüyorum. Kısıt ve hedef fonksiyonlarında doğrusallığın sorgulandığını elbette gördüm ama bir problemi modellerken neleri modelin kısıtları arasında koyup neleri problem tanımımızın dışında bıraktığımız veya ihmal ettiğimize bağlı olarak dünya algımızın değiştiğini daha sık farketmeli. Evlilik başka aşk başka gibi düşünüp üretimle ilgili bir problemi çözerken çevresel maliyetleri göz ardı eden bir "çevreci" endüstri mühendisi, hayata dair algısını çözdüğü probleme daha iyi yanıstamaz mı?

Bir endüstri mühendisinin, çözmek istediği problemi, tamemen rasyonel bir şekilde her detayı ile algılayıp modelleyemeyeceğinin farkında olması gerekir. Çözüm için hazırlanan modeller ister istemez bir indirgemedir. Çözüm sürecinde başka bir takım indirgemeler de olabilir. Bunların sonunda bir sonuca ulaşsak bile ulaştığımız çözümü uygulamak örgütsel bir çevrenin içinde belirli nesnel şartlar ve örgütsel aktörlerin etkisi altında apayrı zorluklar içermekte. Durum böyleyken endüstri mühendisliği eğitiminde uygulamaya yönelik bir çözüm için optimal çözümden çok çözümün hasasslık analizinin kritik olduğu tekrar tekrar anlatılmalı. Böyle yapılmazsa pozitivist kesinlikten bu kadar emin yetişip gelen bir mezun adayının, fonksiyonel kutunun dışındaki dünyayı görünce bocalaması normal olsa gerek.

Bu nedenle öğrencilerin bu gibi konularla ilgili kritik bakış açısı geliştirmelerini eğitimin başından beri desteklemeli, bununla ilgili ipuçları verilmeli. Öğrenciler daha yöneylem araştırmasını öğrenmenin ilk adımlarındayken, durum ve problemlere bir başka açıdan da bakabilmeye davet edilmeli. Bunun hem bilim yapış şekli için hem de mezuniyet sonrasında iş hayatında çevreyi algılarken yararlari olacağını düşünüyorum. Tabii bu öncelikle, öğretim üyelerinin kritik teoriye gönüllerini biraz açmalarını gerektirir. Bence o kısmı, pozitif bilimsel idrak ve iman içinde daha da zor.

Ancak neyse ki, diğer mühendislik dallarına göre sosyal bilimlere bir parça daha yakin olmaktan dolayı endüstri mühendisleri sosyal bir farkındalığa, örneğin bir kimya mühendisinden daha yakınlar. Temel bilimlere daha yakın mühendislik dallarında bilim yapma şeklini ve gerçeklik anlayışını sorgulamak çok daha zor olsa gerek.

Etiketler:

Devamı

16 Mayıs 2005

Bilgi Teknolojileri Analiz Sektöründe Konsolidasyon - Gartner, META'yı Satın Aldı

Profesyonel iş yaşamımın ilk durağı Gartner Group idi. Arada bir iki ufak tefek proje olmasına rağmen ikinci durağı da META Group olarak sayılabilir. Bu iki şirket bilgi teknolojileri ile ilgili, onların mevcut kullanım durumları veya "en iyi uygulamalar" ile ilgili pazar araştırmaları yayınlarlar. Bizde pek o kadar ciddiye alınmasa da, bu şirketlerin dünya IT pazarının yönelimi üzerinde belirleyici etkisi oldugu soylenir. Özellikle ABD, Batı Avrupa ve Avusturalya'da belirli bir boyutun üzerindeki şirketler belirli bir teknolojiye yatırım yapmadan önce en az iki bağımsız analiz şirketinden yorum alma, kafalarındaki modeli analistlerle tartışma alışkanlığı geliştirmişler. Aynen borsa veya belirli bir fona yatırım yapar gibi IT konusunda da yatırım yaparken bu bağımsız rating ve analiz şirketlerinden yorum alıyorlar.

Bu sektörün dev firması Gartner Group (a.k.a Gartner). Gartner Group yıllar önce Gideon Gartner, Many Fernandez ve Dale Kutnick tarafından kurulmuş ve oldukça başarılı olmuş. O zamanlar Gartner ile birlikte pazarda Forrester Research ve Yankee Group şirketleri varmış. Bunların dışında kurulan irili ufaklı şirketlerin çoğunu da çoğunlukla Gartner Group, nadiren de Forrester Research satın almışlar. Dolayısıyla pazar Gartner ve diğer iri firmalar ile orta küçük boy diğerleri gibi iki segmente bölünmüş durumda.

Gartner Group 10-15 yıllık olduğunda kuruculardan Dale Kutnick ve Gideon Gartner ayrılarak kendi rakip şirketlerini kurmuşlar. Gideon Gartner, Gartner'in isim babası olmasına rağmen (ki ayrıldıktan sonra uzun süre odası sembolik olarak korunmuş) Giga Group'u, Dale Kutnick'de META Group'u kurmuş. Zaman içinde bu şirketlerin çalışma modelleri kendilerini ayrıştırabilmek için birbirinden farklılaşmış. Garner daha araştırma ve yayın ağırlıklı bir modelde giderken, Giga Group BT firmaları için pazar analizlerine yoğunlaşmış, META Group'da danışman ağırlıklı, analizleri müşteri özelinde tartışan bir modele evrilmiş.

Geçtiğimiz yıllarda Giga Group, Forrester Research tarafından satın alınarak(2003) ortadan yok olmuştu. Bir iki hafta önce de META Group, babası Gartner Group tarafından yaklaşık $168M'a satın alındı. Daha önceki satın almalar ufak boyutlu şirketlerin alınması iken, sektörde ilk defa büyük ölçekli firmaların konsolidasyonu yaşanıyor. Özellikle birden fazla bağımsız şirketle çalışmak isteyen müşterilerin bu talepleri ise, daha orta boyuttaki araştırma firmalarına (örneğin UK merkezli Ovum) daha da büyüme imkanı verecek gibi.

Bu pazar hakkında da araştırma yapan bir şirket var elbette. BT araştırma şirketleri pazarını araştıran :) Outsell firmasının rakamlarına göre Gartner'ın 2003 pazar payı %41 META'nın payı %6 civarında idi. Bu değerlere göre, Gartner 2003 yılında dünya çapında 76 noktadan toplam $858M gelir elde ederken META Group, 52 noktadan $122M gelir elde etmişti.

Daha önceki Giga - Forrester birleşmesinde her iki firma birbirinden farklı alanlara yönlendiği için sinerji doğuran bir durum vardı. Birleşme kombine şirkete yeni yetenek ve müşteriler kazandırıyordu. Gartner - META birleşmesinde ise durum farklı. Hem müşteri şirketler hem de analist uzmanlıkları büyük ölçüde örtüşüyor. Bu nedenle özellikle META Group kaynaklı pek çok analist ve danışmanın orta boy sektör firmaları ile BT şirketlerine geçmesi bekleniyor. META'nın Avrupa'daki önde gelen uzmanlarından Stratos Sarisamlis, Ovum'a geçti bile.

Bu durumda META Analistlerinin ancak %20'sinin birleşmeden sonra işine devam edeceği, META modelinde analistlerle kendilerine özel iletişim kurmaya alışan mevcut META müşterilerinin de mutsuz olma ihtimali olduğu söyleniyor. META'nın danışman kadrosuna ise ne olacağı meçhul. Zira Gartner'ın iş modeli bu açıdan META'dan farklılaşıyor. Birleşmenin açıklanan önceliği Gartner'ın stratejik önceliklerini yerine getirmek olduğuna göre META'nın Gartner tarafından sindirileceğini tahmin etmek zor değil. Zaten, Gartner'in 1 Nisan açıklamasına göre META Group'un düzenli etkinliklerinden 3'ü hariç hepsi iptal ediliyor ve sektöre sunduğu markalı araştırma gruplarının hepsine de son veriliyor..
Devamı

15 Mayıs 2005

Film: Cennetin Krallığı - Kingdom of Heaven

Selin ile birlikte geçenlerde Cennetin Krallığı filmine gittik. Ben takip etmiyordum, o istedi diye gittik meğer ilk gösterimiymiş. Ben de böylece herkesten önce seyretme imkanı buldum. Ridley Scott'un yönetmenliğini yaptığı filmde Orlando Bloom,Eva Green, Liam Neeson, Jeremy Irons, Brendan Gleeson, Michael Fit oynuyorlar. Senaryosu William Monahan'a ait film son zamanlarda izlediğim iyi filmlerden. Düşündürdükleri, filmde sevdiklerim ve gözüme batanlar hakkında birkaç satır yazmak istedim.

Film, Gladyatör'ün de yönetmeni Ridley Scott'un ustalık eserlerinden. CGI programcılığını da bir kere daha konuşturmuşlar. Bu sayede Fas'ta Kudüsü yeniden kurmuşlar, binlerce yıl önce olacağı hal gibi. Troy filminde savaş sahneleri beni kesmemişti. Yüzüklerin Efendisi serisindeki meydan savaşları ile karşılaştırıp, Troy'u sınıfta bırakmıştım. Bu sefer yine Yüzüklerin Efendisi ile karşılaştırdım tabii. Ama sanırım bu sefer olmuş. O görkemi iyi vermişler. Troy'daki gibi bir antik savaş gemisini alıp binlerce yaparak görkem biraz yapay oluyor. Bu filmde ise epik film görkemi çok iyi oturmuş.

11 Eylül sonrası hem müslümanlığa hem hristiyanlığa mesafeli ve biraz iyi insan romantizminden yaklaştığı için de film sempatik geldi doğrusu. Selahattin Eyyubi'nin Kudüs'ü aldıktan sonra gezerken devrilmiş haçı kaldırdığı sahne de biraz yama olmuş ama. Plan başlar, Eyyubi kadraja girer, yolda devrilmiş haça rastlar, haçı kaldırır yerine koyar, devam eder. Sahne biter. Bu kadar yama usülü olmasaydı da başka bir sahnenin içine yerleşseydi daha iyi olurdu. Böyle biraz sırıtmış.

Prenses (sonra Kraliçe) ile esas oğlan arasındaki aşk işleri de biraz fazla Amerikalı. Zaten Arap olsun Avrupalı olsun herkesin şakır şakır WASP ingilizcesi konuşması, birbirlerine cilve yaparkenki halleri falan, Holywood filminde bu kadarı olur dedirtiyor. Neyseki Araplar konuşurken Selamınaleyküm falan diyorlar. Onun yerine Hello da diyebilirlerdi mazallah. Kostüme gösterilen özen herhalde gişe tehlikeye girmesin diye dile gösterilmiyor.

Bu filmi izlediğimde bir kez daha farkettim. Gücü ve iktidarı reddetmenin en büyük erdem olduğuna dair filmler hoşuma gidiyor. Kudüs imparatoru olmak duruken kim sadece bir şovalye hatta bir demirci olmayı tercih eder. Bu vazgeçişin bir erdem olarak işlenmesi hoşuma gitti doğrusu. Çünkü izlediğimiz neredeyse her türlü medya ürününde tam tersi işleniyor . Popüler kültür bize alttan alta tam tersini söylemiyor mu?

Yüzüklerin Efendisi'nde Frodo yüzüğü takmayarak yani gücü kullanmayarak taşımanın ağırlığını yaşarken, filmde Orlanda Bloom, bunda hiç zorlanmıyor. Sanırım filmin en kötü yanı da burası. Yani Kudüs'ün koruyucusu fazla kararlı, tutarlı, kendinden emin. Sanki insan değilmişçesine. Hiç kendisiyle savaşmıyor. Kral olma teklifini kabul etseydim daha mı iyi olurdu diye bir an bile gözünü kırpmıyor. Sanırım bu ideal tip filme biraz fazla geliyor ve naif bir hal taşıyor. Hani eski Türk filmlerindeki gibi. İyiler çok iyi. Kötüler çok kötü. Rahmetli Yeşilçam böyle yapınca laf ediyoruz :)

Etiketler:

Devamı

Amerikalılar Neden Ejderhalardan Korkuyor? - Ursula K. Leguin

Ursula K. LeGuin'in 1974 tarihli bir konuşması. Yazarın Susan Wood tarafından derlenmiş çeşitli konuşma ve yazılarını içeren The Language of The Night Kitabından Ali Tamur tarafından çevrilmiştir.
******
Konuşmam fantazi edebiyatı üstüne olacaktı, fakat bugünlerde kendimi pek hayalci hissetmiyor ve neler konuşacağıma bir türlü karar veremiyordum. Ben de herkese fanteziler hakkında bir şeyler anlatsana diye sormaya başladım. Bir arkadaşım, "dur sana fantastik bir hikaye anlatayım" dedi. "On yıl önceydi. Bir kütüphanenin çocuk kitapları bölümüne gidip Hobbit kitabini istedim. Kütüphane memuru da büyük kitapları bölümüne bakmamı söyledi. Öyle sırf günlük dertleri unutturmak için yazılmış kaçış kitaplarının çocuklar için zararlı olduğunu düşünüyorlarmış!".

Beraberce gülüştük ve son on yılda durumun epey değiştiği konusunda fikir birliğine vardık. Çocuk kütüphanelerinde fantezi kitaplarına ahlakçı bir sansür uygulanması artık pek söz konusu değil. Ama çocuk kütüphanelerinin çölde bir vaha haline gelmesi çölün var olmadığı anlamına gelmiyor. Kütüphane memurunun iyi niyetle dile getirdiği bakış acısı hala mevcut ve kökleri Amerikan kültürünün derinliklerine uzanıyor: Fantezileri tasvip etmeyen -ahlaki - bir değer yargısı. Öyle yoğun ve kimi zaman şiddetli bir onaylamama söz konusu ki ister istemez kaynağının korku olduğu sonucuna varıyorum.

Böylece baslığa geldik: Amerikalılar Neden Ejderhalardan Korkuyor?

Yanıtlamaya geçmeden önce; bütün gelişmiş toplumların, kimisi az, kimisi çok, hayalperestliğe karsı soğuk durduğunu sanıyorum. Kimi ülkelerin edebiyatlarında birkaç yüzyıldır yetişkinler için fanteziye yer yok, Fransız edebiyatı mesela. Ama öte yandan Almanya'da fantezi sevilir, İngiltere'de hem sevilir hem de diğer tüm milletlerden daha çok gelişmiştir. Ejderhalardan korkmak sadece batılılıkla veya gelişmişlikle açıklanabilecek bir şey değil. En iyisi tarihsel açıklamalar yapmaya hiç kalkışmayıp sadece yeterince iyi tanıdığım tek millet olan modern Amerikanlılardan bahsedeyim.

Niye ejderhalardan korkuyor bu Amerikalılar diye düşünürken fark ettim ki birçok Amerikalıya sadece fantezi değil kurgu olan her şey ters geliyor. Millet olarak insan hayalinin ürünü olan her şeye şüpheli gözle bakıyor, hakir görüyoruz.

"Karım okur roman. Benim vaktim yok" "Ortaokul sularında bilim-kurgu okurdum ama tabii artık okumuyorum" "Masallar çocuklar içindir. Ben gerçek dünyada yaşıyorum"

Kim bunları söyleyen? Kim böyle kendine güvenli bir edayla Savaş ve Bariş'ı, Zaman Makina'sını, Bir Yaz Gecesi Rüyasını silip atabiliyor? Korkarım, sokaktaki adam, çalışkan, otuz yasinin üstünde Amerikan erkekleri, ülkeyi çekip çevirenler.

Tüm edebiyatın böyle red edilmesi birkaç tipik özelliğimize dayanıyor: Puritenligimiz, çalışma ahlakimiz, kara dayalı bakış acımız, hatta cinsel kültürümüz.

Savaş ve Bariş'ı veya Yüzüklerin Efendisini okumak bir iş değildir, zevk için okursunuz okursanız. 'Eğitim Amaçlı' veya 'Kendini Geliştirme Faaliyeti' seklinde bir kulp bulamıyorsanız yaptığınız ise, puriten değer yargılarımız onu biraz bencilce bir lüks veya gerçeklerden kaçmak olarak niteleyecektir. Bir puriten için zevk almak değer verilecek bir şey değil bir günahtır.

Ayni şekilde bir işadamının bakış acısıyla, bir davranış ancak kısa vadede somut bir getirisi olacaksa kabul edilebilirdir. Tolstoy ve Tolkien okumak için sadece bir edebiyat öğretmeninin bir özrü olabilir, parasını onlardan kazanıyor ne de olsa. Tabii işadamımız da arada bir kendine bir best-seller okuma izni verebilir; iyi bir kitap olduğundan değil, çok sattığından, başarılı, iyi kazandırmış bir ürün olduğundan. Para tüccarımızın tuhaf, mistik kafasında iyi kazandırmış olması o kitabin varlığını haklı çıkarmaya yeter, o da onu okuyarak mevcut başarının gücünü, tılsımını birazcık paylaşabilir. Büyü denmezse buna, neye denir bilmiyorum.

Son neden, cinsel kültürümüze dayalı olan daha karmaşık. Umarım kültürümüzde fantezi karşıtı tutumun temelde bir erkek zihniyeti ürünü olduğunu söylediğimde ayrımcılık yaptığım düşünülmez. Amerikalı oğlanlar ve erkekler, erkekliklerini kimi insani özellikleri, insana verilmiş kimi hediyeleri yadsıyarak tanımlama durumunda kalıyorlar. Çocukça diye, kadınsı diye adlandırılmış özellikleri. Bu özelliklerden biri de, insanin çok gerekli ve yok edilemez bir yetisi olan imgelemdir.

Bunu yazdıktan sonra sözlüğe baktım, diyor ki İmgelem: 1. Hayal etme, o anda duyu organları ile algılanmayan bir şeyi zihinde canlandırma 2. Henüz gerçekleşmemiş olay ve eylemleri zihinde tasarlama

Güzel, "çok gerekli ve yok edilemez" kelimeleri aynen yerinde kalabilir. Ama konuya uyması için tanımın kapsamını biraz daraltmam gerekiyor. İmgelem derken, kafanın serbestçe oyun oynamasını kast ediyorum: sonuç ister entellektuel, ister algısal bir urun olsun. Serbestçe derken, doğrudan bir getiri beklentisi ile yapılmayan, spontane yapılan isleri kastediyorum. Tabii bu kafanın serbestçe oyun oynamasının arkasında bir amaç olamaz demek değil, hem de gayet ciddi amaçlar olabilir. Çocukların yaratıcı oyunları erişkinlikte gerekecek duygu ve davranışların alıştırmasını yapmaya yarar; çocukluğunu yasamayan olgunlaşamaz. Erişkinlerin kafasının serbestçe oyun oynaması Savaş ve Barış olarak ürün verebilir, Görecelik Teorisi olarak ürün verebilir. Serbestlik disiplinsizlik demek değil ne de olsa. Sanatla uğraşırken de bilimle uğraşırken de mutlaka öğrenilmesi gereken şeyin hayal gücünün disiplin altına alınması olduğunu düşünüyorum. Meseleyi disiplin deyince aklına baskı altına almak ve cezalandırmak gelen puritenligimiz karıştırıyor. Disiplin baskı altına almak anlamına gelmez, büyümesini ve meyve vermesini cesaretlendirmek anlamına gelir, ister şeftali ağacından ister insan zihninden bahsediyor olalım.

Birçok Amerikalı erkeğe tam tersinin öğretildiğini sanıyorum. Hayal güçlerini bastırmayı, imgelemin çocuksu, efemine, yararsız ve zaten muhtemelen de günah olduğunu öğrendiler.

İmgelemlerinden korkmayı öğrendiler. Disiplin altına almayı öğrenmediler.

İmgelemin bastırılabileceğinden şüpheliyim. Çocuktan imgelemini çıkartırsanız büyüdüğünde sadece bir ot, gerçek bir ot elde edersiniz. İmgelem de kötü huylarımız gibi dışarı çıkmanın bir yolunu bulacaktır. Ret edilir ve tiksintiyle karşılanırsa deforme olacak, vahşi biçimlere bürünecektir. En iyi ihtimalle sik sik pembe hayaller kurmaya, en kotu ihtimalle de hüsnü kuruntulara, hayallerle gerçekleri karıştırmaya dönüşecektir. Pembe hayaller kurmak, kaptırırsanız çok tehlikeli bir uğraştır. Eski puriten zamanlarımızda tek izin verilen kitap İncil'di. Şimdiki laik-puriter zamanlarımızda bir erişkine yakışan bir uğraş olmadığı için, veya içinde yazılanlar doğru olmadığı için roman okumayan kahramanımız, büyük ihtimalle televizyondaki bol kanlı detektiflik dizilerine, niteliksiz westernlere, spor sayfaları ve porno dergilerine, Playboy'a ve daha seviyesizlerine yönelecektir. Besinden yoksun kalmış hayal gücü zorlayacaktır onu. Bu eğlencelerin gerçeklerle ilgili olduğunu soylerek kendini hakli bulacaktır, sonuç olarak cinsellik bir gerçek, detektifler var, beyzbolcular var, eskiden kovboylar vardı. Bir de bunların "erkekçe" konular olduğunu söyleyecektir ki bu da kadınların ilgilenmeye değer bulmadığı anlamına geliyor.

Bütün bunların gerçeklerden uzak, kısır uğraşlar olması ona bir uyarı gibi gelmeyecek, tam tersine içini rahatlatacaktır. Gerçekçi olsalardı, yani güzelce hayal edilmiş, yaratıcı ürünler olsalardı onlardan korkacaktı. Sahte gerçekçilik zamanımızın en önde gelen kaçış edebiyatıdır. Bu "edebiyatın" bas yapıtı da günlük borsa raporları olsa gerek.

Kahramanımızın karısı ne alemde bir de ona bakalım. Onun toplumun beklentilerine uygun bir yaşam sürebilmesi amacıyla hayal gücünü kısıtlaması gerekmedi. Ama eğitmesi de gerekmedi. Roman, hatta fantezi okuyabilir. Ama eğitim ve teşvikten yoksun kalmış hayal gücü büyük ihtimalle pembe dizilere, duygusal-tarihi romanlara, arkası yarınlara ve, imgelemin yararlarına inanmayan toplumun, hayal gücünün gerçek ürünlerinin yerini alması için seri üretim atölyelerinde tasarladığı diğer zırvalara saplanacaktır.

Peki imgelem ürünlerinin yararı nedir?

Görüyorsunuz, çok acıklı bir durum var ortada, çalışkan, dürüst, yasalara saygılı bir yurttaş, erişkin, eğitimli bir insan, ejderhalardan ve hobbitlerden korkuyor. Masal dendi mi ödü kopuyor. Komik, ayni zamanda da acıklı. Ne yararı var bütün bunların diye soruyor Sayın Bay, canavarlar, hobbitler, küçük yeşil adamlar, kime ne yararı var bunların? Başka ne yapılabilir bilmiyorum, saldırgan ve karsındaki hor görerek soruyor olsa da sorusuna dürüst bir yanıt vermeye çalışacağım.

Ne yazık ki en doğru cevabi hiç dinlemeye bile çalışmayacak. En doğru cevap "Bütün bunların yararı insana keyif vermesi, haz vermesidir"

"Vaktim yok" diye sözümü kesip, mide ilacını yutarak golf oynamaya koşacak.

Peki, bu durumda ikinci en doğru cevabi vermeyi deneyeceğiz. Sonuç muhtemelen daha iyi olmayacak ama yine de denemeliyiz. "Fantezilerin yararı, dünyayı, diğer insanları, duygularını ve kaderini daha derinden anlamanı sağlamaktır"

Korkarım buna cevabi söyle bir şey olacak: "Mesleğimde yükseliyorum, aileme her şeyin en iyisini alıyorum, iki arabamız bir de renkli televizyonumuz var. Dünyayı yeterince iyi biliyorum ben!"

Ve tabii söylenecek bir şey yok, gayet hakli. İstediği buysa, tüm istediği buysa...

Büyülü yüzüğünü hayali bir yanardağa atmaya çalışan bir hobbitin sorunlarını okurken öğrenecekleriniz, ne toplumdaki statünüzü ne de gelirinizi olumlu yönde etkilemez. Hatta, arada bir ilişki varsa tam ters yönde olmalı. Fantezi ile para ters orantılıdır. Bu, ekonomistlerce LeGuin kanunu olarak bilinen bir kanun. Kanunun doğruluğuna sizi çarpıcı bir örnekle ikna etmeye çalışayım: Bir gün arabanıza, sırt çantası, gitarı, uzun saçları, gülümsemesi ve otostop yapan başparmağı dışında hiçbir sermayesi olmayan gençlerden birini alin. Çoğu zaman bu kaybolmuş çocukların Yüzüklerin Efendisini okumuş olduklarını hatta kimisinin kitabi neredeyse ezbere bildiğini göreceksiniz. Bir de Aristotle Onasis'i veya Paul Getty'i ele alalım: bu adamların hayatlarının herhangi bir bölümünde, herhangi bir nedenle bir hobbitle alışverişi olmuş olabilir mi?

Yine de, ekonomik imparatorluklarını bir kenara bırakırsak, Onasis'in, Getty'nin ve diğer kasvetli trilyonerlerin fotoğraflarına dikkat ettiniz mi? Sıkıntılı tuhaf bakışlarına, sanki susamışlar gibi? Sanki bir şey kaybetmişler de nerede kaybettiklerini hatırlamaya, hatta neyi kaybettiklerini anlamaya çalışıyorlarmış gibi?

Çocuklukları olabilir mi kaybettikleri?

Böylece imgelemin yararları, özellikle de edebiyatın ve en çok da masalların, efsanelerin, fantezilerin, bilim kurgunun ve diğer deli zırvalarının yararları hakkındaki savunmama geliyorum. Öyle inanıyorum ki olgunluk, insanin çocukluğuna burun kıvırmaya başlamasıyla değil, büyümesiyle olur. Erişkin bir insan yolda olmuş bir çocuk değil, erişkinliğe ulaşmış bir çocuk demektir. Erişkin bir insanin en iyi yanları bir çocukta da aynen vardır. Ve bu yanlar çocukluk ve ilk gençlikte teşvik edilirse erişkinlikte de iyi ve bilgece kullanılacaktır. Baskı altına alınmaları ve inkar edilmeleri kişiliğin gelişimini engelleyecektir. Bu özelliklerden en insanca olan bir tanesi de hayal gücüdür. Kütüphaneciler, öğretmenler, anne-babalar, yazarlar veya sadece erişkinler olarak neşeli bir görevimiz var: çocukların hayal güçlerinin özgürce gelişmesini, meyve vermesini teşvik etmek, hayal güçlerinin en saf ve en iyi ürünlerle beslenmesini sağlamak. Ve asla bu en saf, en iyi ürünlere dudak bükmemek, küçük görmemek, çocukça veya saçma bulmamak.

Çünkü fantezi gerçektir. Gerçekten yasanmış olayları anlatmaz ama gerçeği anlatır. Çocuklar bilir bunu. Büyükler de biliyor, bildikleri için korkuyorlar. Fantezilerin gerçeği, hayatlarındaki yalanları tehdit ediyor çünkü; hayatlarını üzerine kurdukları yanlış, sahte, gereksiz ve fani ne varsa tehdit ediyor. Ejderhalardan korkuyorlar çünkü özgürlükten korkuyorlar.

Çocuklarımıza güvenelim. Normal olarak çocuklar gerçeği ve fanteziyi birbirine karıştırmazlar, en azından biz büyüklerden çok daha az karıştırırlar. (Büyük bir masalcının anlattığı Kralın Yeni Elbiseleri masalı da tam bunu anlatmıyor mu? Çocuklar tek boynuzlu atların gerçek olmadığını bilirler. Ayni zamanda tek boynuzlu atları anlatan bir kitabin, eğer iyi bir kitapsa gerçek olduğunu, gerçeğe dair olduğunu da bilirler. Bu, çoğu zaman anne babanın bilgisinden daha çoktur; çocukluklarını inkar ederek bilgilerinin yarısını inkar etmiş, acıklı, kısır bir gerçekle "tek boynuzlu atlar gerçek değildir" ile başbaşa kalmış anne babaların. Kimseyi bir yere ulaştıramayacak bir gerçek o. (Başka bir büyük fantezi yazarının anlattığı, tek boynuzlu atların gerçek olmadığı konusunda fanatiklik yapmanın insanin basını derde sokabileceğini anlatan Bahçedeki Tek Boynuzlu At masalı dışında) Çok eski zamanlarda, memleketin birinde bir ejderha yasarmış" "Toprağın içinde bir kovukta bir hobbit yasardı" Böyle güzel, böyle gerçek dışı cümlelerdir biz insan denilen fantastik yaratıkları kendi tuhaf yolumuzla gerçeğe ulaştıran.

Etiketler:

Devamı

Kadınlar Rüyalar ve Ejderhalar - Ursula K. Leguin

Erkin ÇAM - 25 Şubat 2000, Cuma
http://arsiv.hurriyetim.com.tr/agora/00/02/25/leguin.htm

Bilimkurgu yazarları içinde özel bir yeri olan Ursula K. LeGuin birçok bilimkurgu okuyucusu gibi benim de dikkatimden uzun süre uzak duramadı. "Mülksüzler" ile başlayan LeGuin okumalarım diğer yazarlarla olanlardan ciddi biçimde farklı gelişti. Beğenip arsızcasına tüm kitaplarına saldırdığım diğer yazarların aksine LeGuin hazmedilmesi için zamana ihtiyaç duyulan bir çizgide.

Okuduğum bütün romanları hakkında söyleyebileceğim ilk şey, istememle, edinip okumaya başlamam arasında geçen sürenin, okuma isteğimin şiddetine göre çok uzun olmasıdır.
Elime aldığımda heyecanlandığım her romanın arkası kitaba olan ilgimi söndürüyordu geçici olarak. Tüm yaşayanların "androjen-çift cinsiyetli" olduğu "Karanlığın Sol Eli"ni almaya karar vermem neredeyse 3 ay sürdü. Her okuduğum kitap arkası beni rahatsız ediyor, üzerinde düşünmeyıp kabullendiğim değerleri ve güçleri düşünmeye ve sorgulamaya zorluyordu.
"Karanlığın Sol Eli" cinsiyetin kudretini, "En Uzak Sahil" ölümü, "Mülksüzler" topluma yabancılaşmayı ve devrimi unutmama engel oluyordu. Diğer bazı bilimkurgu yazarları gibi uzay gemisinde geçen savaş romanları değil, "ikircikli ütopyalar" yazıyordu LeGuin.

"Devrimi satın alamazsınız, devrim yapamazsınız, devrim olabilirsiniz ancak!" diyen Odo'yu unutmak mümkün mü?Tolkien serüvenimle yaklaşık aynı döneme rast gelen "Yerdeniz Üçlemesi" okumalarım ise beni LeGuin'in farklı bir yönüyle tanıştırdı; düş kurmaktan vazgeçmiyordu. Tolkien'ın açtığı yoldan ilerlemeye çalışırken onu taklit etmekten öteye gidemeyen, cansız ve sığ fantezilerın içinde türün "özgün" ve "değerli" bir yazarı, Bülent Somay'ın deyimiyle "Fantezi edebiyatında LeGuin'in yeri, Tolkien'ın yanıbaşında". Maceraları değil düşünceleri anlatan bir edebiyat onunki. Kahramanları birer alışılmış BK tipinin rötuşlanmış halleri değil, gelecekte (ya da geçmişte?) yaşayan, düşünen, acı çeken, karakter sahibi 'insanlar'…İyi de kimdir bu LeGuin ?

Ursula Kroeber LeGuin 1926'da Kaliforniya'da doğmuş. Babası ünlü antropolog Alfred Kroeber, annesi ise yazar Theodora Kroeber. Radcliff ve Columbia Üniversitelerinde edebiyat eğitimi görmüş. Tarihçi Charles LeGuin ile evlendikten sonra 1950'li yıllarda fantastik öyküler ve romanlar yazmaya başlayan LeGuin bunları uzun süre yayınlatamamış. 1962'de ilk öyküsü yayımlandıktan sonra 1974 yılında "Mülksüzler" piyasaya çıkmış. Bu bilgiler yeterli mi?Hayır.Ne yer, ne içer, nasıl yaşar, neler düşünür, nasıl yazar? Böyle sorular bir yazarı beğendiğinizde cevaplarını gerçekten merak ettığiniz, öğrenmek istediğiniz sorular haline geliyor.

LeGuin'ın denemelerinin toplandığı, Metis Seçkileri'nden çıkan "Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar" kitabını ilk gördüğümde neredeyse ilk defa onun bir kitabını hiç düşünmeden aldım. Sorularımın cevapları o kitapta olmalıydı! Daha 15. sayfada cevabımı buldum:"... biz (birkaçı hariç tüm insanlarlar) yazarak iletişim kurarız, ama dolaylı bir yoldan. Sanki sağır ve dilsizmişiz gibi. Hayali durumlardaki hayali insanlar hakkında öyküler yazarız. Sonra bunları yayımlarız (çünkü bu öyküler kendi tuhaf üsluplarıyla birer iletişim eylemidir, başkaldırana hitap ederler). Sonra insanlar bunları okurlar ve telefonu açıp derler ki: Ama sen de kimsin? Bana kendini anlat! Biz de deriz ki: Anlattım ya işte. Hepsi orada, kitabın içinde. Önemli olan herşey orada. Peki ama sen onları uydurmuştun hani! Evet ama nereden?.."Utandım tabii, demek ben de, telefonla olmasa da yazarları rahatsız edip o aptalca soruları soran güruhtandım. Yıne de en iyi yaptığı iki şeyi ev işi yapmak ve yazmak olduğunu öğrendim; bir de kedisi olduğunu. Ama o kitapta başka şeylerden bahsediyordu!'Gerçek' diye nitelendirdiğimiz, bugünkü sistemin sonuçlarından değil, 'gerçek' olması gerekenleri, 'gerçek' olmasını istediklerini anlatır eserlerinde LeGuin. Bunun altyapısını nasıl oluşturduğuna dair ipuçlarını ise ancak denemelerınde bulmak mümkün.

Amacının daima "kimsenin duygularını incitmeden mümkün olduğu kadar çok şeyi altüst etmek" olduğunu söyleyen LeGuin'in Marksizmle, Feminizmle, Jung'la arası iyidir, aydınlanma akılcılığı yerine Taoist bir mistisizmi tercih eder. Tüm bunlar birçok okurun ilk yıllarında yaşadığı gibi malumat istifçiliğinin bir göstergesi, bir yamalı bohça değildir, tam ve sistematik bir bütün oluşturmasa da LeGuin'ın dünya görüşünü oluşturan parçalardır, 'malumat' gerçek hayatta karşılığı olan 'bilgi'ye dönüşmüştür.Rüyalardaki dünyayı fantezi edebiyatı aracılığıyla 'gerçek' dünyaya taşır LeGuin; kendisini dünyaya kapatan, hayalgücünü kısırlaştıran bu dünyadan 'memnun' olanlara bir kapı aralar.

Kadın'ın, Yin'ın gözünden 'iktidar olgusu'nu ve daha da önemlisi 'iktidar tutkusu'nu sorgular, bizim farklı bir açının, feminen açının farkına varmamıza yardım eder. İnsanlığın eşya ile, dünya ile, iktidar ile ile münasebetini tayin için 'maskulin' yanı akılcı, analitik yanını kullanmaya başlamadan önceki o kadim çağlara, anaerkil döneme getirir, donanımsız bırakır bizi. Başımıza gelen bunca şeyden sonra insanlığın Yin-yang'ı dengelemesi vaktinin gelip geçmekte olduğunu gösterır görmek isteyenlere; biraz da farklı bir türde eser veren hemcinsi Alev Alatlı gibi.

Bilinçaltının derinliklerinde keşfettiği, gerçekten çok 'rüya' olan fantezi hikayelerinin olduğundan farklı görülmesi gibi bir sorunla da karşı karşıyadır LeGuin. Anlatmak istediklerinin atlanıp yazılarının arkasının okunmaya çalışılması J.R.R.Tolkien ile paylaştığı bir sorundur fantezi türündeki eserlerınde. Alttan alta bir ütopya, bir mesaj çıkartmaya çalışanlar aslında eseri ya da kahramanları kategorilerden birine sokmadan rahatlayamazlar, alışık oldukları sınırlar içinde tutamazlarsa 'alegorilerle' göndermelerde bulunduklarını iddia ederler."... A aslında B'ymiş, atmaca aslında el testeresiymiş. Laf. Martaval. Eti ve canı olan, birinci ya da ikinci düzeyden her yaratı, "aslında" kahvaltıdan önce bir düzine birbirine benzemeyen şey olabilir... ""Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar", 12 deneme ve bir şiirden oluşuyor. Kadınların yazma serüvenlerine değinen "Balıkçı kadının kızı", Amerikan toplumunun çok ciddi bir eleştirisini içeren "Amerikalılar neden ejderhalardan korkar?", sözcüklerin 'sesini' kaybetmesini anlatan "Metin, Sessizlik, Gösteri", yazar olmanın püf noktasını (!) anlatan "Bu fikirler aklınıza nereden geliyor?", BK romanlarındaki karakterlerin derinliğini sorgulayan "BK ve Bayan Brown", toplumsal ve psikolojik sansürü anlatan "Ruhtaki Stalin", "BK'da Mit ve Arketip" ve diğerleri...

Ursula K. LeGuin'in BK'ya, edebiyata, Batı toplumuna eleştirilerini, kendisini bulacaksınız bu kitapta. Çok düzgün bir çeviri, en az kitapları kadar akıcı bir dil ve düşünmeye zorlayan bir söylem. Gördüğünüz gerçekleri ve 'rüyaları', ve varlığına inanırsanız 'varolan sistemle uyumunuzu' altüst edecek ejderhaları karşılamaya hazır mısınız?Toplumda binbir zorlukla elde ettiğiniz işiniz ve statünüz, paranız, bilgileriniz, donanımınız kurtaramaz sizi: " ... çünkü rüyaların galibi minicik Frodo, çirkin Gollum ve yaşlı kocakarıdır daima... "

Etiketler:

Devamı

IF İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nden Esintiler


Bir başka sevdiğim metin. Tarihi yayın tarihinden biraz daha eski. Her şey bir arada olsun dedim de:

IF İstanbul Bağımsız Filmler Festivali 3 gün uzatıldı. Gitmemişseniz ve fırsatınız olursa son 3 gününde ucundan yakalayın diye yazıyorum. Bir izleyici olarak festival ile ilgili genel fikrim çok olumlu. Bir avuç insanın, İstanbul'a çok güzel bir katkı sağladığını düşünüyorum. Festival boyunca yüzlerinde gülümsemeleriyle ile genç bir grup festival organizatörünün oradan oraya koşuştuğunu gördük. Kah bir televizyon programında festivali tanıttılar, kah filmlerin başında paralel yapılan etkinlikleri duyurdular. Bu gençliğin etkisi kendisini izleyicilerde de göstermiş olacak ki, diğer sanat etkinlikleri ve film festivallerinden alışık olmadığımız kadar genç bir izleyici kitlesi vardı.

O kadar ki, Radikal'deki bir köşe yazarımız 30+ yaşlara İF İstanbul yasak mı? diye soruyor. Umarım bu ilgi Yapı Kredi University Telecardın sponsor olması nedeniyle filmlerin %50 indirimli seyredilebilmesinden dolayıdır. 30lu yaşlara geldikçe bağımsız olma idealizmini kaybetmek dolayı değil :)

40tan fazla filmin bulunduğu festivalde 20 filme giderek kendi çapımda bir rekor kırdım. Filmlere bütün olarak baktığımızda teknolojideki ilerlemenin, maliyetleri düşürerek bireysel sinemayı mümkün kılmaya başladığını söyleyebiliriz. Eğer anlatacak bir hikayeniz varsa, bunun için milyon dolarlık mega prodüksiyonlar yakalamak peşinde koşabileceğiniz gibi, cebinizdeki parayla, dijital çekim teknolojisini kullanarak, kendi hikayenizi anlatabilirsiniz. Yeter ki söyleyecek sözünüz anlatacak bir hikayeniz olsun.

Bağımsız filmler, bir yandan Pür Neşe veya Hayali Kahramanlar gibi filmlerle mega prodüksiyonlarla boy ölçüşürken, bir yandan da Kahrolası, Kapsül ve Daima İleri gibi düşük bütçeli bireysel filmlerle sanat sinemasını mümkün kılıyor. Internet'in hiyerarşileri yıkıcı etkisi gibi, dijital çekim ve bilgisayar montaj programları da seyirci ve gişe kaygısı olmadan bireysel filmler yapmayı mümkün kılıyor. Bu durumun, dünyada ve Türkiye'de bir anlatım türü olarak film türünü yeni denemelerle daha da zenginleştireceğini düşünüyorum.

Geçen gün Türk sineması üzerine yapılan Siyaset Meydanında Atıf Yılmaz'ın da söylediği gibi, Türk sineması diye bir sinemanın varlığından söz ediyorsak, bunun içinde her tipte film olacak, Gora gibi gişe filmleri de olacak, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak gibi sanatsal hikayeler de. Bu listeyi uzatmak mümkün. Ancak Türk yönetmenlerin bireysel filmleri de var oldukça sağlıklı bir sinemadan söz edilebilir sanıyorum. İşte bu festival, bireysel sanat denemelerine seyircisiyle buluşma imkanı verdiği için çok değerli. Umarım önümüzdeki yıllarda daha çok Türk yönetmen kendi filmleri ile ortaya çıkar ve büyük bir bağımsız Türk sinemasından söz edebiliriz.

Sizinle filmlerden bazıları hakkında bende kalanları, düşündüklerimi ve izlenimlerimi paylaşmak istiyorum. Her filmin yanında parantez içinde 5 yıldız üzerinden naçizane kaç yıldız verdiğimi de görebilirsiniz :)

Yüreğimde Bir Delik - A Hole in My Heart (**)

Annesini bir trafik kazasında yitiren Eric, babasıyla aynı evi paylaşmaktadır. Babası Rickard, evinde arkadaşı Geko ve muhtelif estetik ameliyatlar geçirmiş Tess adlı bir kız ile birlikte internet için sabahtan akşama porno filmler çekmektedir. Bu arada bir kolu sakat olan Eric de hiç dışarı çıkmadan kendi odasında karanlıklar içinde başka bir alemde yaşamaktadır. Kurgusu ve deneysel ses montajıyla izlemesi oldukça zor bir film.

Film, amatör porno dünyasının kamera arkası olmanın dışında kaçış, yabancılaşma ve şefkat ihtiyacı üzerine üzücü bir ağıt. Filmin yönetmeni Lukas Moodysson, usta yönetmen Ingmar Bergman tarafından kendisinden sonra gelen en iyi İsveçli yönetmen olarak nitelendiriliyor. Yönetmenin diğer filmleri Sev Beni (Fucking Åmål), Birlikte (Tillsammans, 2000) ve Daima Lilya (Lilja 4-ever, 2002).

Yönetmenin usta kimliğinin bu kadar öne çıkmasına karşın, filmdeki kaçış duygusu ve ödipal kompleksin tekrar tekrar anlatıldıktan sonra bir kere de Eric tarafından sözlü olarak açıkça ifade edilmesini, olmadı bir de cenin pozisyonunda çamaşır makinesine girmelerin falan gereksiz bir tekrar olduğunu düşünüyorum. Sinema diliyle bir şeyi tekrar tekrar anlattıktan sonra, yönetmenin hala anlamayan olabilir derdine düşüp bir de bunu sözle söylemesi, filmi biraz kabız kılıyor.

Geri Döndüler - They Came Back (***)

Ölüler bir gün geri gelse ne yapardık? Bir Fransız kentinde son on yıl içinde ölen insanlar yavaş yavaş kentin sokaklarında hortlak olarak falan değil gayet normal bedenlerinde evlerine dönmeye başlarlar. Geri dönenlerin toplumla nasıl entegre olacağını çözmeye çalışan kent konseyi ve kentlilerin bu durumda yaşadığı çelişki ve problemleri anlatıyor film. Oldukça yaratıcı bir film olduğunu düşünüyorum. Yönetmen iyi bir damar bulmuş bir madenci gibi ancak onu yeterince işleyememiş, veya daha çok şey üretilebilirmiş gibi bu buluştan.

Geri Döndüler yaşam ve ölümün batı toplumlarındaki algılanışıyla ilgili bir film. Ayrıca ölülerin mezarlıklardan çıkıp yaşama dönmeleri ve daha sonra da dayanamayarak şehrin altındaki tünellere kaçmalarının, Fransız tarihinde salgın hastalık karşısında Fransa kralının mezarlıkların boşaltılarak ölülere ait kemik ve kalıntıların kireç madeninde, tünellere taşınarak burada istiflenmesi kararını vermesi ve bunu takip eden yıllar boyunca, ölü beden ve kemiklerin Paris'in yaşamının bir parçası haline gelmesi ile de bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde, ölülerin neden şehrin altındaki tünellere kaçtığına bir anlam yüklemek hayli zor.

D.E.B.S. (****)

Festivalin Gökkuşağı filmleri kuşağında gösterilen DEBS eğlenceli birCharlienin Melekleri parodisi. Ancak Meleklerin bu sefer kovaladığı suçlu birlezbiyen ve olaylar bu kişi ile meleklerden birinin birbirine aşık olmasısonucuna variyor. Charlienin melekleri tarzındaki Holywood filmleri ilesürekli dalga geçen filmde aksiyon, iyi/kötü karşılaşması, lezbiyen aşkkonularına değinirken bir yandan da kariyer tercihleri sorgulanıyor. Meslekolarak en iyi olduğumuz alanda mı çalışmalıyız? Bu özgürlük müdür yoksaişlevsel bir zorlama mı? DEBS yönetmenine 2004 Berlin Film FestivalindeReader Jury of the "Siegessäule" ödülünü kazandırmış.

Hayali Kahramanlar - Imaginary Heroes (*****)

Orta sınıf tipi Amerikan ailesi, onların komşuları ve varoluş endişeleri üzerine bir film. Festival süresince en beğendiğim filmlerden bir tanesi.Ailenin yakışıklı, rekortmen yüzücü büyük oğlunun intihar etmesi ile başlayan filmi, ailenin kendi halinde, abisinin gölgesinde kalmış ergenliğini yaşayan oğul Timin (Emile Hirsch) gözünden izliyoruz. Filmde bir dram anlatısının içinde bol miktarda mizah da bulunuyor. İntihar sonucu derin bir yaş ve krize giren Travis ailesinde baba Ben (Jeff Daniels) dünyadan kopar ve herkese uzaklaşır. Anne Sandy (Sigoruney Weaver) kendi yaşamını sorgulayarak gençliğine dönmeyi dener. Bu arada cenaze ortamında bile dinmeyen bir öfke ile Sandy'nin komşu eve öfkesi ile bazı aile sırlarıyla tanışırız. Sigoruney Weaverin muhteşem oyunculuğu ve iyi kurgulanmış senaryo ve diyaloglarla incelikli bir film Hayalı Kahramanlar.

Film yönetmeni Dan Harris'in henüz 25 yaşında olduğunu öğrendiğinizde işe filme hayranlığınız bir kat daha büyüyebilir. Dan Harris 1979 doğumlu (!), Columbia mezunuymuş. Birkaç kısa film çekmiş X-Men filmlerinden birinin senaryo yazarlığını yapmış. Bu da ilk uzun metrajlı filmi. Festival dokümantasyonundan halen Süperman filminin senaryosunu yazdığını öğrendiğimiz Dan Harrisin daha çok güzel filmler çekeceğini tahmin etmek zor değil.

Festival sonrasında Türkiye'de gösterime girer mi bilmiyorum ama gösterime giderse mutlaka gidin. Girmezse, yurt dışından mı satın alırsınız, internetten mi indirirsiniz orasını bilmem. Şimdi telif hakları suçuna azmettiricilik yapmayayım. Ama mutlaka görülmeyi hak eden bir film olduğunu söyleyebilirim.

Pür Neşe - Bright Young Things (*****)

Pür Neşe, Ünlü oyuncu Stephen Frynın ilk yönetmenlik denemesi Evelyn Waughnun Vile Bodies adlı kitabından uyarlama. 1930lar Londra'sında savaş öncesinde sosyete eğlenceleri içindeki hayatları anlatıyor. Genç ve parasız yazar (Stephen Campbell Moore) sevgilisi Ninayla evlenebilmek için gazetede sosyete dedikodularını aktaran bir köşe yazmaya başlar. Sosyetenin en üst tabakasından bir çılgın arkadaş grubunu o partiden bu partiye takip eder. Şu günlerde Oskar'a aday olan Aviator filmi ile karşılaştırılabilecek ve her dalda Aviatoru geçebilecek bir film. Sevgi, masumiyet, eğlence ve para üzerine tam bir başyapıt. Fırsatınız olursa kesinlikle bir yerlerde seyredin.

Bir Porno Yıldızının Güncesi - Diary of A Porn Star (****)

Festivalin Gökkuşağı filmleri bölümünden bir başka film. Filmin yazar ve yönetmeni Marco Filiberti ayni zamanda baş rol oyuncusu ve gay porno yıldızı Riki karakterini oynuyor. Riki'nin gerçek kimliği ve ismi hayranları tarafından bilinmezken, ailesi de ne iş yaptığını bilmemektedir. Bir gün babasının cenazesinde yıllardır görüşmediği ağabeyi Federico ve diğer aile fertleri ile karşılaşır. Federico, iflasın eşiğinde bir iş adamıdır. Riki'nin etrafındaki gizemi çözmek ve ne iş yaptığını anlamak için birkaç gün kalmak için cenazeden sonra Rikiye gelir. Riki meslegini ilk başta gizlese de,Federico durumu kısa süre sonra öğrenir ve şiddetle ve iğrenerek reddeder.

Ancak daha sonra durumu sorgulamaya ve anlamaya çalışır. Giderek Federico ve Riki arasında yıllardır olmayan bir akraba sevgisi gelişmeye başlar. Sevgilisinden ayrılan Federico, Rikinin komşusu, biraz uzaylı bir kadın gibi görünen heykeltraş Luna'yı beğenmeye başlar. Federiconun Riki'de kaldığı dönemde Federico, Riki ve Lunanin kendi yaşamlarını sorgulamalarına ve anlamlandırmalarına şahit oluruz. Federico ve Riki bir gün tesadüfen genç ve tek başına çocuk büyüten bir annenin ölümüne tanık olurlar. Riki öksüz kalan altı yaşındaki çocuk ile arkadaş olur ve onu evlat edinmek ister. Ancak çocuğun akrabaları Riki'nin mesleğini öğrenince, bu arkadaşlığa engel olmak isterler. Film sevgi, samimiyet ve aile olmak kavramına değinen güzel bir film. Filmi izlerken, yine de bir Ferzan Özpetek veya Pedro Almadovar filmi çekseydi nasıl çekerdi diye düşünmeden edemedim. Yönetmen, hikayenin gücünün bir miktar arkasında kalmış gibi. Yine de festivalin başarılı filmlerinden.

Eğitmenler - The Edukators (***)

Festival broşürlerinden bu filmin 11 yıldır Cannes Film Festivaline davet edilen ilk Alman filmi olduğunu öğreniyoruz. Bir grup genç, huzursuz etmek için kapitalist zengin insanların evlerine alarm sistemlerini etkisiz hale getirerek girip, eşyaların yerini modern sanat enstalasyonları şeklinde kafalarına göre değiştirip, evlerinin mahremi dışında bir şey çalmamakta ve arkalarında Bolluk Günleriniz Bir Gün Bitecek, Çok Fazla Paran Var gibi sloganlar bırakarak çıkmaktadırlar. Bir gün tam iş sırasında ev sahibi geri dönünce, ev sahibini, ne yapacaklarını bilmeden kaçırmak ve dağlara kaçmak zorunda kalırlar. Tesadüfe bakın ki, kaçırdıkları adam, gençliğinde komünlerde yaşamış, 1960 kuşağından eski bir devrimcidir. Adama ne yapacaklarını bilemeyen gençler bir süre sonra adamın da bu işten keyif almaya başlaması ile neredeyse adamın esiri haline gelirler.

Film, 28 yaşındaki yönetmen Hans Weingartner'ın gençlik, muhalefet, yaşlanmak ve sistemle barışmak üzerine oluşturduğu yaratıcı ancak klişelere takılma tehlikesini zaman zaman yaşayan bir hikaye. Esprili bir film olsa da, insana Batı Avrupa'da bir merkez ülkesinde toplumdaki sınıfsal çelişkilerin zayıflamasından mıdır nedir, oldukça naif bir solculuk tutturduğunu düşündürüyor. Zira gençlerin toplumlarına baktıklarında tepki duydukları temel sorun, kişilerin günlük rutin içinde makineleşmesi ve akşamları evlerinde sürekli aptal kutusu televizyon seyretmeleri! Türkiye gibi görece çevre ülkelerinde, ekmek ve özgürlük hala temel bir sorunken hem sinemanın hem sol siyasetin nasıl olup da çevresinden daha zengin ancak klişe olmayan sonuçlar çıkaramadığını yine anlamıyor insan doğrusu.

Kapsül - Primer (*)

1990-2000lerin ABD'sinde gündüz işlerinde çalışan dört mühendis, evlerinin garajında kurdukları start-up şirketi ile zengin olmayı hayal etmekte ancak yarattıkları fikir ve ürünler pek de başarılı olmamaktadır. Bir gün gruptan Abe ve Aaron grubun dışında kendi kendilerine geliştirdikleri bir fikri denerken kazara yerçekimini azaltmayı denerken zamanda geri gitmeyi sağlayan bir cihaz keşfederler. Önce bu cihazı kullanarak borsada çok kazançlı işlemler yaparak zengin olmaya çalışırlar. Ancak bir gün şahsi bir meseleyi çözmek için ortaya atılan bir fikrin peşine takılıp bir sarmalın içinde zamana dayalı anlaşılmaz bir problem yumağının içinde bulurlar kendilerini.

Festival broşüründe zekice işlenmiş kurgusuyla kendi gerginliğini ve izleyenin merakını sonuna kadar ayakta tutan bu bilimkurgu hikâyesi dense de bu yorumu paylaşmak mümkün değil. Bir kere kurgusu zekice değil, filmi takip etmek mümkün değil, bu konu ve bu sorular üzerine en popülerinden en sanatsalına çekilmiş çok film olduğu için film yeni bir şey söylemiyor.Kurguda eğer yapmaya çalıştığını bize daha iyi anlatabilse, kurgusal denemelerinde bir yenilik olduğunu söyleyebiliriz. Ancak mevcut kurgu filmi saçma ve anlaşılmaz kılıyor. Pi ve Memento filmlerinde olduğu gibi teknolojinin beraberinde etik ve metafizik bilmeceler getireceği konusuna değinen film, ben beğenmesem de Sundance festivalinden ödül almayı başarmış.Yönetmen Shane Carruthun ilk uzun metraj filmi ve toplamda 7,000 dolar gibi bütçeye çekilmesiyle de ünlü.

Susuzluk - Thirst (***)

İsrail'de bir köyün dışında terk edilmiş çorak bir vadide yaşayan ve geçimini kaçak kestikleri ağaçlarla odun kömürü yaparak kazanan beş kişilik bir ailenin hikayesi. Ailenin buraya, ailenin büyük kızının tecavüze uğraması nedeniyle köydeki alaycı ve mütecaviz tavırlardan kaçarak 10 yıl önce geldiğini anlıyoruz. Sadece baba köye kömür satmaya ve evin oğlu okula gitmektedir. Zamanla babanın baskıları ve diğer çocukların alay etmeleri nedeniyle oğul da okulu bırakmak zorunda kalır. 28 yaşındaki genç Filistinli yönetmen Tawfik Abu Wael, bu beş kişilik ailenin yaşamında Arap toplumunda güç, itaat ve öfke ve özgürlüğü tartışıyor. Filmin şaşırtıcı sonu, Arap toplumunda değişimin engellerini ve statükonun sürekliliğini ortaya döken ümitsiz bir son gibi görünse de kendi içinde taşıdığı eleştiri oldukça çarpıcı. Yönetmenin ilk uzun metraj denemesi görüntüleri ve hikayesi ile birey ve aile düzeyinden giderek politik bir söylem geliştiriyor.

Kahrolası - Tarnation (****)

Filmin bu yıl Sundance ve Cannes film festivallerinin en çok konuşulan filmlerinden biri olduğu söylenen bu film bir oto-portre çalışması. Şizofren olup yeterli ilgi görmeyen bir annenin oradan oraya savrulan çocuğu yönetmen Jonathan Çaouette, 11 yaşında komşusunun video kamerasını ödünç alarak başladığı ve yaşamı boyunca sürdürdüğü çekimlerini, aile fotoğrafları ile bir araya getirmesiyle çıkan bir çalışma.Kamera kullanarak giderek kendi yaşamına da dışarıdan bakabilen, bence bu sayede bir ölçüde kendi gerçekliğinin de dışına çıkmaya çalışan (kaçan demeye dilim varmıyor) yönetmen oldukça cesurbir dille ve gerçek çekimlerle bir anlatı sunuyor. 2003 yılında tedavi gören annesinin aşırı lityum alarak zihinsel hasar da görmesiyle Texas'a evine dönen yönetmenin, ailesi ve kendi geçmişi ile yüzleşmesi. Çok sıkıcı ve iç karartıcı olabilecek böyle bir hikayeyi bile seyirciyi sıkmadan ve kaybetmeden anlatabilmiş olması çok önemli bir başarı.

Aynı ölçüde bir başarı da 20 yıllık bir dönem boyunca bunca görsel malzemeyi toplamış olması. 13 yaşında kameraya yaptığı evli kocasından dayak yiyen, kasabalı amerikan kadını taklidinden, kendi gençliğindeki anılarına pek çok anıyı kamera ile kayıt altına aldığını ve ustaca sakladığını görüyoruz. Bütün bunları daha sonra Apple'ın iMovie montaj programıyla çalışarak aile portreleri, evde çekilen videolar, ses kayıtları, video günlükler, telefon mesajları, film klipleri harmanlayarak toplam 300 dolar masrafla kendi yaşantısının filmini oluşturuyor yönetmen. Yönetmen aynı zamanda bir eşcinsel.Kendi cinsel kimliği ile yaşananlar arasında doğrudan bir bağ kurmuyor olması olumlu sayılabilir. Zira film eşcinsellik üzerine bir film değil. Hal böyleyken, filmden sonra okuduğum bir yorumun filmi eşcinsel yönetmenin hayat hikayesi diye sınıflandırması, filmi bir kutuya yerleştirip sınıflandırarak rahat etmek isteyen ortalama insan aklını deşifre ediyor.

Film bana, o kişilerin (özellikle anne, anneanne ve dedenin hayatlarına) izinsiz bir bakış olmaktan dolayı biraz pornografik ve rahatsız edici geldi.Neticede seyrettiğimiz bir film değil, o insanların hayatı. Biz bu hayatı bir iddia penceresinden seyrediyoruz. Bu his özellikle, dedenin karısının kızlarına (yönetmenin annesine) çocukluğunda cinsel tacizde bulunup bulunmadığının tekrar tekrar sorulmasına verdiği tepki ile tavana çıkıyor. Hem izleyicinin, hem sinema çevresinin hikayenin bu kısımlarında oyuncu değil gerçek kişilerin kullanımı ile gelecekte nasıl bir mahremin ortaya dökülmesine yol açıldığını iyi düşünmesi gerekiyor.

Bahçe - The Garden (***)

Film, Tel Aviv'in fuhşun, uyuşturucunun ve kanunla çatışmaların açık açık sürdüğü Bahçe adı verilen bir kenar mahallesinde geçen belgesel niteliğinde bir film.Bahçeye yolu düşen düşmeyen herkes mahallenin ününden oldukça haberdar. Filmi çeken genç yönetmenler Schatz ve Barash, Bahçede fuhuş ve uyuşturucu satıcılığı yaparak yaşayan Dudu ile Nino ile birlikte bir yıl boyunca yaşıyor ve bu filmi oluşturuyorlar.

Nino Filistinden kaçıp gelen ve geri dönerse öldürüleceğini düşünen, oturma iznini kaybetmiş ve bedenini satarak geçinen 17 yaşında bir Filistinli. Dudu ise, fuhşun yanı sıra uyuşturucu ve eroin işine bulaşmış bir satıcı / kullanıcı bir Arap-İsrailli.

Bu iki dost, yönetmenlere yaşamlarını tüm detayıyla açmışlar ve ortaya oldukçaaçık sözlü, sarsıcı bir sonuç çıkmış. Film Dudu ve Nino'yu bir daha sömürmek yerine oldukça dürüst ve samimi. Kamera karşısında oldukça rahat olan Nino veDudunun hikayesi ile İsrail'in bir bahçesinde ev, aile, sevgi, umut, yarinkaygısı üzerine bir belgesel oluşmuş.

Daima İleri (****)

Bir klasik müzik bestecisi olan Mehmet Demirtaş, Bodrum Gümüşlük Akademisinde bir konser organize etmektedir. Projesini anlattığı yönetmen arkadaşı Emre Akay bu organizasyonun bir belgeselini çekmeye karar verirler. Film boyunca, konseri için sponsor ararken, MESAM'da telif hakları ile ilgili yasal süreçlerle uğraşırken, basınla ilişkiler kurmaya çalışırken ve hatta Bodrumda konserin promosyonunu yapmaya çalışırken yaşananları izlemektedir. Buralarda oldukça eğlenceli sahnelere de şahit oluyoruz. Özellikle "Neden Klasik Müzik?" gibi anlamsız bir sorunun yerel radyo ve televizyonlarda tekrar tekrar sorulduğu yerde gülmekten gözümden yaş geldi. Sonunda bütün zorluklara rağmen konser gerçekleşir. Ancak masrafları çıkaracak kadar seyirci gelmemesi nedeniyle, iş zararı paylaşmaya gelince Gümüşlük Akademisini kuran ve işletenlerle çarpıcı bir sözlü kapışma yaşanır.Burada özellikle akademi yetkilisi birisinin bir miktar da tüccar ağzıyla önce vermeyi öğreneceksin. Ver ki benim yaşıma geldiğinde almayı öğren gibi dayılanması veya akademinin kurucusu ünlü bir yazarın, siniri bozulup ağlamaya başlayan Mehmet Demirtaş'ı teskin ederken, belgesel ekibini kapı dışarı etmesiyle film son bulur. Festival broşürlerinde filmin Emre Akay'ın bitirme tezi olduğunu ve tezin asıl konusunun belgeselde etik olduğunu bize bildiriyor.

http://2005.ifistanbul.com/tr/

27 Şubat 2005

Etiketler:

Devamı

Yüzüklerin Efendisi

Eski siteyi kaldırıp da oradaki sevdiğim metinleri çöpe atamazdım. Okuyan varsa tanır. Okumayanlar için zaten yeni:

Bu kitap(lar), bu filim(ler) hakkında yeni ne söylenebilir bilmiyorum. Zaten yeni bir şey söylemek iddiasında da değilim. Ama "Sevdiğim Filmler" köşesi açıp da bu başyapıt ile başlamamak düşünülemezdi.Ben Yüzüklerin Efendisi ile, ilginç ama, Ursula K. Leguin ile tanıştım. Kitaplar bölümünde tanıttığım kitapta LeGuin, Tolkien için bilim kurgu edebiyatı'nın Tolstoy'u diyor. Bunu okuyunca insan durur mu? Ben de Yüzüklerin Efendisi'ni okumaya giriştim. Toplam üç kitabı bir solukta okuduktan sonra, yetinmeyip buna giriş mahiyetindeki kitap "The Hobbit"i Internet'ten satın aldım ve böyle Tolkien'i ingilizceden okuma devri başladı.

Kitabın en hoş yanı bence çok katmanlılığı. Çok katmanlı olmayı Matrix gibi abartıp 30 katlı "gökdelen" dikmese de, kitap oldukça ince işlenmiş bir gerçeklik kurup bunun içerisinde fantastik bir kurgu içinde hayata dair bir hikaye anlatıyor. Aslında sezonun iki önemli filminden birisi Matrix nasıl teknoloji - insan ilişkisi ve bunun içinde sosyal teori'nin yaygın tartışma konusu birey - yapı çatışmasını tartışıyorsa, bu yapıt da sosyal bilimler içindeki (ve elbette hayattaki) bir diğer önemli temel tartışmayı ele alıyor. "Güç" nedir? Bireyin gücü nelere yeter?
Tabii her iki eseri de hiç böyle yorumlamayıp sadece bir eğlence aksiyon eseri olarak da görmek mümkün. Yapıtların bu okuması, aslında benim ipuçlarını yukarıda verdiğim okumalardan daha geri ve daha "aşağı" bir okuma sayılmaz. Aslinda o türde de doyurucu filmler olmaları bence filmlere güzellik katıyor.

Peki yine sosyolojik okumaya dönelim. "Güç" iyi midir kötü müdür? Aslında bu tip iyi / kötü iddiası pek çok konu için yapılabiliyor. Mesela benim de tez konum olan "teknoloji" konusunda iyi / kötü kavgası hiç bitmiyor. Tezimde de yapı ve bireyin teknoloji ile etkileşimini tartışıp incelerken ne çok konuya değiniyorum. Peki "güç" sorusu da böyle bir soru mudur? Bundan çok emin değilim. Zira "güç" ile ilgili soru temelinde politik bir soru ve verdiğiniz cevap benzeri başka sorulara verdiğiniz cevaplardan çok daha "politik" yöneliminize, dünyaya yönelik bakış açınıza bağlı.

Sosyal bilimlerde "güç", eşitsizlik, kaynakların asimetrik dağılımı ve bunu kullanabilmekle tanımlanır. O halde, ütopyanız, hayaliniz eşitlik adalet ve özgürlükse (Shire?) tek başına salt ve ezici bir güç "iyi" değildir. Frodo'nun da başına gelen, bu gücü kullanmadan taşımak da bu yükün altında ezilmekten başka birşey değil. Sahip olduğunuz bir gücü kullanmamayı seçmek, aslında o güce sahip olmaktan çok daha ağır ve giderek ağırlaşan bir yük değil midir? Frodo'nun da hüküm dağına yaklaştıkça yükünün ağırlaşması bunu temsil ediyor.

Burada bir başka yorum, "nasıl kullandığınıza bağlı" gibi yuvarlak bir cevap olabilir. Burada "sadece" bireyin yetenek ve ahlakına güvenmenin eninde sonunda adaleti ortadan kaldıracağını düşünüyorum. O nedenle üzerinde devamlı ve etkili bir kontrol mekanizması kuramadığımız her güç "kötüdür". Eserdeki kurtulunmaya çalışılan güç yüzüğü de tam böyle birşey. Ve hüküm dağının içerisinde kararla tek başına kaldığı zaman kararın sadece bir bireyin ahlak ve tercihine bırakmanın sonucu çıkıyor. Frodo yan çiziyor ve Gollum ile dövüşürken hep birlikte hüküm dağının lavlarına uçuyorlar. Yani bir tercihle değil. Kazara oluyor.

Filimin kitaplara birebir uyma çabasını hayranlık ve takdirle karşılıyorum. Bence Peter Jackson "deli" ve "delirtici bir iş yapmış". Hem 2 DVD'lik sürüm hem de 4 DVD'lik kurguda atılan bölümlerin de yerlerinde olduğu uzun versiyonu seyredince Peter Jackson'un tüm kitabı neredeyse kare kare aktarmış olması inanılmaz. Bunu sadece dünyanın dört bir yanındaki FRPciler ve Tolkien hayranlarından korktugu için yapmış olamaz. Zira bu hayal gücünün sadece hayranlardan korku ve mali kaynaklarla ticari bir film yapma amacıyla açıklanmasına imkan yok. Yeni Zellanda'nın 10 yerinde film seti kurup, setlerin birinden birine uçarak üç yıl geçirip üç filimi bir arada çekmesi takdir edilmez de ne yapılır. Herkese DVD'leri bularak filmin yapılışı bölümünü seyretmesini tavsiye ederim. Peter Jackson yapılan söyleşilerden birinde çok özel efekt kullandıklarını ancak filmi özel efektlere ezdirmemek için dengeyi korumaya çok dikkat ettiklerini söylüyor. Gerçekten geri dönüp filme baktığımızda, bir çok uzay filmi ve fantastik filimde olduğu gibi özel efektler üzerimize zıplamıyor. Seslendirme ve ses efektlerinin üretilmesindeki hassasiyeti de anlatamam. Kendiniz görmeniz lazım. Bu arada 4DVD'lik sürümün Türkiye'de çıkarılmamasını da kınıyorum.

Bu arada film içindeki bazı noktalara değinmeden edemeyeceğim. Örneğin Gollum ile Frodo'nun arasında giderek yüzüğü bir dönem taşımış olmaktan gelen benzeşme sanıyorum tüm biraz dikkatli izleyicinin dikkatini çekmiştir. Ayrıca Gollum'un gerçekleştirilmesinde gerçek bir insan model kullanıp, inandırıcılığı sağlayarak bilgisayar efektlerini üzerine bindirmek inanılmaz başarılı bir teknik olmuş.

Gollum / Smeagol arasındaki kişilik bölünmesinin geçtiği sahneler çok başarılı değil mi? Peki tek kişilik bölünmesi acaba Gollum'da mi? Frodo'nun alter-ego'su Samwise olabilir mi acep? Bir de böyle bakalım.

Ayrıca Ortadünya şehirlerini yaratırken Ziggurat yapıları ve Babil Kulesi çizimlerini andıran yapıların "gerçekten" oluşturulmuş olması filmin mistik ve destansi havasına inanilmaz katkıda bulunuyor.

Kısacasi hem kitaplar hem film tam kolleksiyonluk ve dönüp dönüp tekrar tapınmalık eserler. Edebiyata zaten söylenecek laf yok Ama bu filmlerle Peter Jackson çıtayı ne kadar da yükseltti. Şimdi hemen her benzeri aksiyon / fantazi / bilim kurgu filmini bu filimle ve Matrix ile karşılaştıracağız. Tarantino'nun Kill Bill'deki azgınlığı da bu yarışı farketmesinden olabilir mi acaba?

Etiketler:

Devamı

Merhaba...

Merhaba,

Ne zamandır aklımda olan bir şeyi yaptım bugün. Okuldaki web sitesinde duran blog taklidi enkaz sitemi hakiki bir blog haline getirdim. Daha önce günlük tutmuşluğum yok. Hiç bana göre olduğunu düşünmedim günlük tutmanın, hayatın temposunda bir de durup yazacak vaktim hiç olmadı. Geçmişe doğru pek bir şeyi unutmadığımı sanmam da bunu destekliyor olabilir. Neyse boşverin. Günlük tutan arkadaşlarımdan bildiğim bunu öyle çok ortalarda bırakmadıkları.

Blog ise biraz farklı. Herkesin okuması için yazılıyor. Bilmem ne kadar götürebileceğim blog işini ama bir denemek istiyorum. Hem kendim, hem arkadaşlarım hem de yoldan geçenler için.

Bu sayfalarda bundan sonra teknoloji, sinema, aşk, politika, kısacası günlük yaşamda aklıma ne gelirse onları yazmak ve yorumlamayı düşünüyorum. İnsan yazacağım diye oturunca, kendisi de ne düşündüğünü netleştirmek zorunda kalıyor. Sanırım kendimle ilgili temel fayda beklentim de bu, bu işle ilgili. Eh bir de tanıyanlar bilir, konuşmayı seviyorum.

Bakalım blog işini ne kadar seveceğim? Veya Blogging beni ne kadar sevecek.

Hadi bakalım başlayalım.
Devamı