15 Mayıs 2005

IF İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nden Esintiler


Bir başka sevdiğim metin. Tarihi yayın tarihinden biraz daha eski. Her şey bir arada olsun dedim de:

IF İstanbul Bağımsız Filmler Festivali 3 gün uzatıldı. Gitmemişseniz ve fırsatınız olursa son 3 gününde ucundan yakalayın diye yazıyorum. Bir izleyici olarak festival ile ilgili genel fikrim çok olumlu. Bir avuç insanın, İstanbul'a çok güzel bir katkı sağladığını düşünüyorum. Festival boyunca yüzlerinde gülümsemeleriyle ile genç bir grup festival organizatörünün oradan oraya koşuştuğunu gördük. Kah bir televizyon programında festivali tanıttılar, kah filmlerin başında paralel yapılan etkinlikleri duyurdular. Bu gençliğin etkisi kendisini izleyicilerde de göstermiş olacak ki, diğer sanat etkinlikleri ve film festivallerinden alışık olmadığımız kadar genç bir izleyici kitlesi vardı.

O kadar ki, Radikal'deki bir köşe yazarımız 30+ yaşlara İF İstanbul yasak mı? diye soruyor. Umarım bu ilgi Yapı Kredi University Telecardın sponsor olması nedeniyle filmlerin %50 indirimli seyredilebilmesinden dolayıdır. 30lu yaşlara geldikçe bağımsız olma idealizmini kaybetmek dolayı değil :)

40tan fazla filmin bulunduğu festivalde 20 filme giderek kendi çapımda bir rekor kırdım. Filmlere bütün olarak baktığımızda teknolojideki ilerlemenin, maliyetleri düşürerek bireysel sinemayı mümkün kılmaya başladığını söyleyebiliriz. Eğer anlatacak bir hikayeniz varsa, bunun için milyon dolarlık mega prodüksiyonlar yakalamak peşinde koşabileceğiniz gibi, cebinizdeki parayla, dijital çekim teknolojisini kullanarak, kendi hikayenizi anlatabilirsiniz. Yeter ki söyleyecek sözünüz anlatacak bir hikayeniz olsun.

Bağımsız filmler, bir yandan Pür Neşe veya Hayali Kahramanlar gibi filmlerle mega prodüksiyonlarla boy ölçüşürken, bir yandan da Kahrolası, Kapsül ve Daima İleri gibi düşük bütçeli bireysel filmlerle sanat sinemasını mümkün kılıyor. Internet'in hiyerarşileri yıkıcı etkisi gibi, dijital çekim ve bilgisayar montaj programları da seyirci ve gişe kaygısı olmadan bireysel filmler yapmayı mümkün kılıyor. Bu durumun, dünyada ve Türkiye'de bir anlatım türü olarak film türünü yeni denemelerle daha da zenginleştireceğini düşünüyorum.

Geçen gün Türk sineması üzerine yapılan Siyaset Meydanında Atıf Yılmaz'ın da söylediği gibi, Türk sineması diye bir sinemanın varlığından söz ediyorsak, bunun içinde her tipte film olacak, Gora gibi gişe filmleri de olacak, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak gibi sanatsal hikayeler de. Bu listeyi uzatmak mümkün. Ancak Türk yönetmenlerin bireysel filmleri de var oldukça sağlıklı bir sinemadan söz edilebilir sanıyorum. İşte bu festival, bireysel sanat denemelerine seyircisiyle buluşma imkanı verdiği için çok değerli. Umarım önümüzdeki yıllarda daha çok Türk yönetmen kendi filmleri ile ortaya çıkar ve büyük bir bağımsız Türk sinemasından söz edebiliriz.

Sizinle filmlerden bazıları hakkında bende kalanları, düşündüklerimi ve izlenimlerimi paylaşmak istiyorum. Her filmin yanında parantez içinde 5 yıldız üzerinden naçizane kaç yıldız verdiğimi de görebilirsiniz :)

Yüreğimde Bir Delik - A Hole in My Heart (**)

Annesini bir trafik kazasında yitiren Eric, babasıyla aynı evi paylaşmaktadır. Babası Rickard, evinde arkadaşı Geko ve muhtelif estetik ameliyatlar geçirmiş Tess adlı bir kız ile birlikte internet için sabahtan akşama porno filmler çekmektedir. Bu arada bir kolu sakat olan Eric de hiç dışarı çıkmadan kendi odasında karanlıklar içinde başka bir alemde yaşamaktadır. Kurgusu ve deneysel ses montajıyla izlemesi oldukça zor bir film.

Film, amatör porno dünyasının kamera arkası olmanın dışında kaçış, yabancılaşma ve şefkat ihtiyacı üzerine üzücü bir ağıt. Filmin yönetmeni Lukas Moodysson, usta yönetmen Ingmar Bergman tarafından kendisinden sonra gelen en iyi İsveçli yönetmen olarak nitelendiriliyor. Yönetmenin diğer filmleri Sev Beni (Fucking Åmål), Birlikte (Tillsammans, 2000) ve Daima Lilya (Lilja 4-ever, 2002).

Yönetmenin usta kimliğinin bu kadar öne çıkmasına karşın, filmdeki kaçış duygusu ve ödipal kompleksin tekrar tekrar anlatıldıktan sonra bir kere de Eric tarafından sözlü olarak açıkça ifade edilmesini, olmadı bir de cenin pozisyonunda çamaşır makinesine girmelerin falan gereksiz bir tekrar olduğunu düşünüyorum. Sinema diliyle bir şeyi tekrar tekrar anlattıktan sonra, yönetmenin hala anlamayan olabilir derdine düşüp bir de bunu sözle söylemesi, filmi biraz kabız kılıyor.

Geri Döndüler - They Came Back (***)

Ölüler bir gün geri gelse ne yapardık? Bir Fransız kentinde son on yıl içinde ölen insanlar yavaş yavaş kentin sokaklarında hortlak olarak falan değil gayet normal bedenlerinde evlerine dönmeye başlarlar. Geri dönenlerin toplumla nasıl entegre olacağını çözmeye çalışan kent konseyi ve kentlilerin bu durumda yaşadığı çelişki ve problemleri anlatıyor film. Oldukça yaratıcı bir film olduğunu düşünüyorum. Yönetmen iyi bir damar bulmuş bir madenci gibi ancak onu yeterince işleyememiş, veya daha çok şey üretilebilirmiş gibi bu buluştan.

Geri Döndüler yaşam ve ölümün batı toplumlarındaki algılanışıyla ilgili bir film. Ayrıca ölülerin mezarlıklardan çıkıp yaşama dönmeleri ve daha sonra da dayanamayarak şehrin altındaki tünellere kaçmalarının, Fransız tarihinde salgın hastalık karşısında Fransa kralının mezarlıkların boşaltılarak ölülere ait kemik ve kalıntıların kireç madeninde, tünellere taşınarak burada istiflenmesi kararını vermesi ve bunu takip eden yıllar boyunca, ölü beden ve kemiklerin Paris'in yaşamının bir parçası haline gelmesi ile de bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde, ölülerin neden şehrin altındaki tünellere kaçtığına bir anlam yüklemek hayli zor.

D.E.B.S. (****)

Festivalin Gökkuşağı filmleri kuşağında gösterilen DEBS eğlenceli birCharlienin Melekleri parodisi. Ancak Meleklerin bu sefer kovaladığı suçlu birlezbiyen ve olaylar bu kişi ile meleklerden birinin birbirine aşık olmasısonucuna variyor. Charlienin melekleri tarzındaki Holywood filmleri ilesürekli dalga geçen filmde aksiyon, iyi/kötü karşılaşması, lezbiyen aşkkonularına değinirken bir yandan da kariyer tercihleri sorgulanıyor. Meslekolarak en iyi olduğumuz alanda mı çalışmalıyız? Bu özgürlük müdür yoksaişlevsel bir zorlama mı? DEBS yönetmenine 2004 Berlin Film FestivalindeReader Jury of the "Siegessäule" ödülünü kazandırmış.

Hayali Kahramanlar - Imaginary Heroes (*****)

Orta sınıf tipi Amerikan ailesi, onların komşuları ve varoluş endişeleri üzerine bir film. Festival süresince en beğendiğim filmlerden bir tanesi.Ailenin yakışıklı, rekortmen yüzücü büyük oğlunun intihar etmesi ile başlayan filmi, ailenin kendi halinde, abisinin gölgesinde kalmış ergenliğini yaşayan oğul Timin (Emile Hirsch) gözünden izliyoruz. Filmde bir dram anlatısının içinde bol miktarda mizah da bulunuyor. İntihar sonucu derin bir yaş ve krize giren Travis ailesinde baba Ben (Jeff Daniels) dünyadan kopar ve herkese uzaklaşır. Anne Sandy (Sigoruney Weaver) kendi yaşamını sorgulayarak gençliğine dönmeyi dener. Bu arada cenaze ortamında bile dinmeyen bir öfke ile Sandy'nin komşu eve öfkesi ile bazı aile sırlarıyla tanışırız. Sigoruney Weaverin muhteşem oyunculuğu ve iyi kurgulanmış senaryo ve diyaloglarla incelikli bir film Hayalı Kahramanlar.

Film yönetmeni Dan Harris'in henüz 25 yaşında olduğunu öğrendiğinizde işe filme hayranlığınız bir kat daha büyüyebilir. Dan Harris 1979 doğumlu (!), Columbia mezunuymuş. Birkaç kısa film çekmiş X-Men filmlerinden birinin senaryo yazarlığını yapmış. Bu da ilk uzun metrajlı filmi. Festival dokümantasyonundan halen Süperman filminin senaryosunu yazdığını öğrendiğimiz Dan Harrisin daha çok güzel filmler çekeceğini tahmin etmek zor değil.

Festival sonrasında Türkiye'de gösterime girer mi bilmiyorum ama gösterime giderse mutlaka gidin. Girmezse, yurt dışından mı satın alırsınız, internetten mi indirirsiniz orasını bilmem. Şimdi telif hakları suçuna azmettiricilik yapmayayım. Ama mutlaka görülmeyi hak eden bir film olduğunu söyleyebilirim.

Pür Neşe - Bright Young Things (*****)

Pür Neşe, Ünlü oyuncu Stephen Frynın ilk yönetmenlik denemesi Evelyn Waughnun Vile Bodies adlı kitabından uyarlama. 1930lar Londra'sında savaş öncesinde sosyete eğlenceleri içindeki hayatları anlatıyor. Genç ve parasız yazar (Stephen Campbell Moore) sevgilisi Ninayla evlenebilmek için gazetede sosyete dedikodularını aktaran bir köşe yazmaya başlar. Sosyetenin en üst tabakasından bir çılgın arkadaş grubunu o partiden bu partiye takip eder. Şu günlerde Oskar'a aday olan Aviator filmi ile karşılaştırılabilecek ve her dalda Aviatoru geçebilecek bir film. Sevgi, masumiyet, eğlence ve para üzerine tam bir başyapıt. Fırsatınız olursa kesinlikle bir yerlerde seyredin.

Bir Porno Yıldızının Güncesi - Diary of A Porn Star (****)

Festivalin Gökkuşağı filmleri bölümünden bir başka film. Filmin yazar ve yönetmeni Marco Filiberti ayni zamanda baş rol oyuncusu ve gay porno yıldızı Riki karakterini oynuyor. Riki'nin gerçek kimliği ve ismi hayranları tarafından bilinmezken, ailesi de ne iş yaptığını bilmemektedir. Bir gün babasının cenazesinde yıllardır görüşmediği ağabeyi Federico ve diğer aile fertleri ile karşılaşır. Federico, iflasın eşiğinde bir iş adamıdır. Riki'nin etrafındaki gizemi çözmek ve ne iş yaptığını anlamak için birkaç gün kalmak için cenazeden sonra Rikiye gelir. Riki meslegini ilk başta gizlese de,Federico durumu kısa süre sonra öğrenir ve şiddetle ve iğrenerek reddeder.

Ancak daha sonra durumu sorgulamaya ve anlamaya çalışır. Giderek Federico ve Riki arasında yıllardır olmayan bir akraba sevgisi gelişmeye başlar. Sevgilisinden ayrılan Federico, Rikinin komşusu, biraz uzaylı bir kadın gibi görünen heykeltraş Luna'yı beğenmeye başlar. Federiconun Riki'de kaldığı dönemde Federico, Riki ve Lunanin kendi yaşamlarını sorgulamalarına ve anlamlandırmalarına şahit oluruz. Federico ve Riki bir gün tesadüfen genç ve tek başına çocuk büyüten bir annenin ölümüne tanık olurlar. Riki öksüz kalan altı yaşındaki çocuk ile arkadaş olur ve onu evlat edinmek ister. Ancak çocuğun akrabaları Riki'nin mesleğini öğrenince, bu arkadaşlığa engel olmak isterler. Film sevgi, samimiyet ve aile olmak kavramına değinen güzel bir film. Filmi izlerken, yine de bir Ferzan Özpetek veya Pedro Almadovar filmi çekseydi nasıl çekerdi diye düşünmeden edemedim. Yönetmen, hikayenin gücünün bir miktar arkasında kalmış gibi. Yine de festivalin başarılı filmlerinden.

Eğitmenler - The Edukators (***)

Festival broşürlerinden bu filmin 11 yıldır Cannes Film Festivaline davet edilen ilk Alman filmi olduğunu öğreniyoruz. Bir grup genç, huzursuz etmek için kapitalist zengin insanların evlerine alarm sistemlerini etkisiz hale getirerek girip, eşyaların yerini modern sanat enstalasyonları şeklinde kafalarına göre değiştirip, evlerinin mahremi dışında bir şey çalmamakta ve arkalarında Bolluk Günleriniz Bir Gün Bitecek, Çok Fazla Paran Var gibi sloganlar bırakarak çıkmaktadırlar. Bir gün tam iş sırasında ev sahibi geri dönünce, ev sahibini, ne yapacaklarını bilmeden kaçırmak ve dağlara kaçmak zorunda kalırlar. Tesadüfe bakın ki, kaçırdıkları adam, gençliğinde komünlerde yaşamış, 1960 kuşağından eski bir devrimcidir. Adama ne yapacaklarını bilemeyen gençler bir süre sonra adamın da bu işten keyif almaya başlaması ile neredeyse adamın esiri haline gelirler.

Film, 28 yaşındaki yönetmen Hans Weingartner'ın gençlik, muhalefet, yaşlanmak ve sistemle barışmak üzerine oluşturduğu yaratıcı ancak klişelere takılma tehlikesini zaman zaman yaşayan bir hikaye. Esprili bir film olsa da, insana Batı Avrupa'da bir merkez ülkesinde toplumdaki sınıfsal çelişkilerin zayıflamasından mıdır nedir, oldukça naif bir solculuk tutturduğunu düşündürüyor. Zira gençlerin toplumlarına baktıklarında tepki duydukları temel sorun, kişilerin günlük rutin içinde makineleşmesi ve akşamları evlerinde sürekli aptal kutusu televizyon seyretmeleri! Türkiye gibi görece çevre ülkelerinde, ekmek ve özgürlük hala temel bir sorunken hem sinemanın hem sol siyasetin nasıl olup da çevresinden daha zengin ancak klişe olmayan sonuçlar çıkaramadığını yine anlamıyor insan doğrusu.

Kapsül - Primer (*)

1990-2000lerin ABD'sinde gündüz işlerinde çalışan dört mühendis, evlerinin garajında kurdukları start-up şirketi ile zengin olmayı hayal etmekte ancak yarattıkları fikir ve ürünler pek de başarılı olmamaktadır. Bir gün gruptan Abe ve Aaron grubun dışında kendi kendilerine geliştirdikleri bir fikri denerken kazara yerçekimini azaltmayı denerken zamanda geri gitmeyi sağlayan bir cihaz keşfederler. Önce bu cihazı kullanarak borsada çok kazançlı işlemler yaparak zengin olmaya çalışırlar. Ancak bir gün şahsi bir meseleyi çözmek için ortaya atılan bir fikrin peşine takılıp bir sarmalın içinde zamana dayalı anlaşılmaz bir problem yumağının içinde bulurlar kendilerini.

Festival broşüründe zekice işlenmiş kurgusuyla kendi gerginliğini ve izleyenin merakını sonuna kadar ayakta tutan bu bilimkurgu hikâyesi dense de bu yorumu paylaşmak mümkün değil. Bir kere kurgusu zekice değil, filmi takip etmek mümkün değil, bu konu ve bu sorular üzerine en popülerinden en sanatsalına çekilmiş çok film olduğu için film yeni bir şey söylemiyor.Kurguda eğer yapmaya çalıştığını bize daha iyi anlatabilse, kurgusal denemelerinde bir yenilik olduğunu söyleyebiliriz. Ancak mevcut kurgu filmi saçma ve anlaşılmaz kılıyor. Pi ve Memento filmlerinde olduğu gibi teknolojinin beraberinde etik ve metafizik bilmeceler getireceği konusuna değinen film, ben beğenmesem de Sundance festivalinden ödül almayı başarmış.Yönetmen Shane Carruthun ilk uzun metraj filmi ve toplamda 7,000 dolar gibi bütçeye çekilmesiyle de ünlü.

Susuzluk - Thirst (***)

İsrail'de bir köyün dışında terk edilmiş çorak bir vadide yaşayan ve geçimini kaçak kestikleri ağaçlarla odun kömürü yaparak kazanan beş kişilik bir ailenin hikayesi. Ailenin buraya, ailenin büyük kızının tecavüze uğraması nedeniyle köydeki alaycı ve mütecaviz tavırlardan kaçarak 10 yıl önce geldiğini anlıyoruz. Sadece baba köye kömür satmaya ve evin oğlu okula gitmektedir. Zamanla babanın baskıları ve diğer çocukların alay etmeleri nedeniyle oğul da okulu bırakmak zorunda kalır. 28 yaşındaki genç Filistinli yönetmen Tawfik Abu Wael, bu beş kişilik ailenin yaşamında Arap toplumunda güç, itaat ve öfke ve özgürlüğü tartışıyor. Filmin şaşırtıcı sonu, Arap toplumunda değişimin engellerini ve statükonun sürekliliğini ortaya döken ümitsiz bir son gibi görünse de kendi içinde taşıdığı eleştiri oldukça çarpıcı. Yönetmenin ilk uzun metraj denemesi görüntüleri ve hikayesi ile birey ve aile düzeyinden giderek politik bir söylem geliştiriyor.

Kahrolası - Tarnation (****)

Filmin bu yıl Sundance ve Cannes film festivallerinin en çok konuşulan filmlerinden biri olduğu söylenen bu film bir oto-portre çalışması. Şizofren olup yeterli ilgi görmeyen bir annenin oradan oraya savrulan çocuğu yönetmen Jonathan Çaouette, 11 yaşında komşusunun video kamerasını ödünç alarak başladığı ve yaşamı boyunca sürdürdüğü çekimlerini, aile fotoğrafları ile bir araya getirmesiyle çıkan bir çalışma.Kamera kullanarak giderek kendi yaşamına da dışarıdan bakabilen, bence bu sayede bir ölçüde kendi gerçekliğinin de dışına çıkmaya çalışan (kaçan demeye dilim varmıyor) yönetmen oldukça cesurbir dille ve gerçek çekimlerle bir anlatı sunuyor. 2003 yılında tedavi gören annesinin aşırı lityum alarak zihinsel hasar da görmesiyle Texas'a evine dönen yönetmenin, ailesi ve kendi geçmişi ile yüzleşmesi. Çok sıkıcı ve iç karartıcı olabilecek böyle bir hikayeyi bile seyirciyi sıkmadan ve kaybetmeden anlatabilmiş olması çok önemli bir başarı.

Aynı ölçüde bir başarı da 20 yıllık bir dönem boyunca bunca görsel malzemeyi toplamış olması. 13 yaşında kameraya yaptığı evli kocasından dayak yiyen, kasabalı amerikan kadını taklidinden, kendi gençliğindeki anılarına pek çok anıyı kamera ile kayıt altına aldığını ve ustaca sakladığını görüyoruz. Bütün bunları daha sonra Apple'ın iMovie montaj programıyla çalışarak aile portreleri, evde çekilen videolar, ses kayıtları, video günlükler, telefon mesajları, film klipleri harmanlayarak toplam 300 dolar masrafla kendi yaşantısının filmini oluşturuyor yönetmen. Yönetmen aynı zamanda bir eşcinsel.Kendi cinsel kimliği ile yaşananlar arasında doğrudan bir bağ kurmuyor olması olumlu sayılabilir. Zira film eşcinsellik üzerine bir film değil. Hal böyleyken, filmden sonra okuduğum bir yorumun filmi eşcinsel yönetmenin hayat hikayesi diye sınıflandırması, filmi bir kutuya yerleştirip sınıflandırarak rahat etmek isteyen ortalama insan aklını deşifre ediyor.

Film bana, o kişilerin (özellikle anne, anneanne ve dedenin hayatlarına) izinsiz bir bakış olmaktan dolayı biraz pornografik ve rahatsız edici geldi.Neticede seyrettiğimiz bir film değil, o insanların hayatı. Biz bu hayatı bir iddia penceresinden seyrediyoruz. Bu his özellikle, dedenin karısının kızlarına (yönetmenin annesine) çocukluğunda cinsel tacizde bulunup bulunmadığının tekrar tekrar sorulmasına verdiği tepki ile tavana çıkıyor. Hem izleyicinin, hem sinema çevresinin hikayenin bu kısımlarında oyuncu değil gerçek kişilerin kullanımı ile gelecekte nasıl bir mahremin ortaya dökülmesine yol açıldığını iyi düşünmesi gerekiyor.

Bahçe - The Garden (***)

Film, Tel Aviv'in fuhşun, uyuşturucunun ve kanunla çatışmaların açık açık sürdüğü Bahçe adı verilen bir kenar mahallesinde geçen belgesel niteliğinde bir film.Bahçeye yolu düşen düşmeyen herkes mahallenin ününden oldukça haberdar. Filmi çeken genç yönetmenler Schatz ve Barash, Bahçede fuhuş ve uyuşturucu satıcılığı yaparak yaşayan Dudu ile Nino ile birlikte bir yıl boyunca yaşıyor ve bu filmi oluşturuyorlar.

Nino Filistinden kaçıp gelen ve geri dönerse öldürüleceğini düşünen, oturma iznini kaybetmiş ve bedenini satarak geçinen 17 yaşında bir Filistinli. Dudu ise, fuhşun yanı sıra uyuşturucu ve eroin işine bulaşmış bir satıcı / kullanıcı bir Arap-İsrailli.

Bu iki dost, yönetmenlere yaşamlarını tüm detayıyla açmışlar ve ortaya oldukçaaçık sözlü, sarsıcı bir sonuç çıkmış. Film Dudu ve Nino'yu bir daha sömürmek yerine oldukça dürüst ve samimi. Kamera karşısında oldukça rahat olan Nino veDudunun hikayesi ile İsrail'in bir bahçesinde ev, aile, sevgi, umut, yarinkaygısı üzerine bir belgesel oluşmuş.

Daima İleri (****)

Bir klasik müzik bestecisi olan Mehmet Demirtaş, Bodrum Gümüşlük Akademisinde bir konser organize etmektedir. Projesini anlattığı yönetmen arkadaşı Emre Akay bu organizasyonun bir belgeselini çekmeye karar verirler. Film boyunca, konseri için sponsor ararken, MESAM'da telif hakları ile ilgili yasal süreçlerle uğraşırken, basınla ilişkiler kurmaya çalışırken ve hatta Bodrumda konserin promosyonunu yapmaya çalışırken yaşananları izlemektedir. Buralarda oldukça eğlenceli sahnelere de şahit oluyoruz. Özellikle "Neden Klasik Müzik?" gibi anlamsız bir sorunun yerel radyo ve televizyonlarda tekrar tekrar sorulduğu yerde gülmekten gözümden yaş geldi. Sonunda bütün zorluklara rağmen konser gerçekleşir. Ancak masrafları çıkaracak kadar seyirci gelmemesi nedeniyle, iş zararı paylaşmaya gelince Gümüşlük Akademisini kuran ve işletenlerle çarpıcı bir sözlü kapışma yaşanır.Burada özellikle akademi yetkilisi birisinin bir miktar da tüccar ağzıyla önce vermeyi öğreneceksin. Ver ki benim yaşıma geldiğinde almayı öğren gibi dayılanması veya akademinin kurucusu ünlü bir yazarın, siniri bozulup ağlamaya başlayan Mehmet Demirtaş'ı teskin ederken, belgesel ekibini kapı dışarı etmesiyle film son bulur. Festival broşürlerinde filmin Emre Akay'ın bitirme tezi olduğunu ve tezin asıl konusunun belgeselde etik olduğunu bize bildiriyor.

http://2005.ifistanbul.com/tr/

27 Şubat 2005

Etiketler:

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa