8 Haziran 2008

Avrupa Nedir?

Fransa dönüşünde CDG havaalanında koşarak aktarma uçağını yakalamaya çalışırken Ernst&Young'un bir reklam panosu ile karşılaştım. Panonun yönelttiği soru, özellikle de bizim için, o kadar önemli ve yerinde bir soruydu ki, uçağı falan bırakıp, geri dönüp birkaç poz fotoğrafını çekmeye karar verdim. Yukarıda bu resmi görüyorsunuz. Reklamın muradı nedir konusunda pek çok fikir yürütülebilir ama önce soruyu tekrar edelim. "Europe. A collection of states or a state of mind?" "State" kelimesi Türkçe'ye çevirmesi zorlu bir sözcük ama Türkçe'si aşağı yukarı şöyle bir şey: "Avrupa. Bir devletler topluluğu mu, bir zihinsel durum mu?"

Türkiye'deki AB tartışmalarına, "AB ne karışıyor?" celallenmelerine ışık tutabilecek bir soru. Avrupa bir devletler topluluğu oldukça müslüman nüfusu yüksek bir ülke olarak dışarıda kalıyoruz. Ama Avrupa bir zihinsel birlik, bir düşünce, bir ideal olduğu sürece, ülke olarak bu düşünceye doğru gelişmek, kendi standartlarımızı yükseltmek ve hepimiz için çağdaş medeniyet çıtasına doğru sıçramak ihtimali olabilir. Benim gönlüm zihinsel bir ideal olan, eşitlik, özgürlük, adalet kavramını hedefleyen bir Avrupa'dan yana. Ya sizin?

Etiketler:

Devamı

1 Ocak 2008

Yaşasın Yabancı Dilde Üniversite Eğitimi

Birkaç yıl önce İstiklal Caddesi'ndeki kitapçılardan birinden bir kitap aldım. Aldığım kitap Jean Baudrillard'ın "Simulakrlar ve Simulasyon" kitabıydı. Üniversite eğitimimde ingilizce okuduğum için literatürü ingilizce kaynaklardan okumaya alışıktım. Ancak, teorik kavram ve kaygıların Türkçe nasıl ifade edildiğini anlamak için Türkçe kaynaklardan da okuma yapmaya çalıştığım bir dönemdeydim. Kitabı aldıktan sonra sakin bir akşam günü, kahvemi alıp okuma koltuğuma kuruldum. Sayfaları çevirmeye başladım ve kan beynime sıçradı.

Yapıtları postmodern ve postyapısalcı akımlarla birlikte anılan Baudrillard'ın çevirmeni, çeviriyi yaparken kitabı nasıl algıladığını belirten bir önsöz yazmış. Çevirmen dediysem, sıradan bir kimse değil. Baudrillard'ın Türkçe'ye çevrilen pek çok kitabını da çeviren, Baudrillard'ın öğrencisi olduğu iddiasına sahip, Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema-TV bölümü başkanı ve bu okulda simulasyon kuramı dersini de veren öğretim üyesi Oğuz Adanır. Öyle bir önsöz yazmış ki, “acaba burada yazılanlar gerçekten Baudrillard’ın mı düşüncelerini yansıtıyor yoksa çarpıtılmış bir düşünsel garabetle mi karşı karşıyayız?” dedirten bir etki yaratıyor.

Baudrillard geçen yıl 6 Mart'ta hayata gözlerini yummuş bir düşünür. Yazıları genel olarak teknolojinin sosyal etkilerini tartışsa da, bir çok konuya değinen bir literatürü geriye bırakmış. Tüketimcilikten, cinsiyet ilişkilerine, tarihin sosyal algısından, körfez savaşına pek çok konuda yazmış. Yayınları, Gilles Deleuze, Jean-Francois Lyotard, Michel Foucault ve Jacques Lacan gibi döneminin Fransız düşünürlerle birlikte anılıyor.

Bir çok post yapısalcı gibi, işaret ve anlamın, belirli kelimeler ve işaretlerin aralarında nasıl ilişki kurduklarına göre belirlendiğini esas alıyor. Objektif gerçeklik ve işlevselcilikten kendini uzakta tutarak, semiyotik bir bakışa sahip olmasına karşın, çevirmenin yazdığı önsözden yazarın bu önemli eserinde kitapta kastedileni aşarak işlevselci ve basbayağı rasyonel sonuçlara varmaya çalışan bir akıl ile çeviri yapıldığını anlıyoruz. Daha önsözde çevirmen yazarı bu kadar anlamadığını açık ediyorsa, o çeviriye ne kadar güvenebilirsiniz?

Sadece yazım hatalarını, noktalama özensizliklerini, düşük cümleleri, bozuk anlatımları kastetmiyorum. Baudrillard'ın temel eseri "Simulakrlar ve Simulasyon" kitabı neredeyse kendinin simulasyonu haline geliyor. Çeviri de olsa "gerçek" kitabı ve yazarın kendi düşüncelerini okuma hakkını geri istemek, simulasyon teorisi ile çelişir mi acaba?

Simulasyon kuramı gibi realist epistemolojiden uzak bir kuramın "farkında olmadan bile olsa" ortaya koyduğu "gerçeğin" Batı ile "özellikle Türkiye" gibi ülkelerin arasındaki tarihsel süreç farklılığı olduğunu söylemek, önsözde kopuşun başladığı nokta. Bu iddayi açıklayan destekleyici ise daha da harika: "Çünkü dünyanın herhangi bir yerinde bu kuramın hangi tarihsel ve toplumsal gerçekliğin karşılığı olduğunu açıklayabilen kimsenin" olmaması. Gerçekliğin bu kadar esiri olan bir yaklaşımla dilden yola çıkıp semiyotik yakınlarından geçerek gerçekliğin bulunmadığını etrafımızdaki herşeyin aslen bir simulasyon olduğunu söyleyen bir kuramın kalbine varmak beklenebilir mi? Körfez savaşı gerçekte yaşanmamıştır, TV'de oluşan bir simulasyondur diyen bir düşünürün eserinden bahsettiğimizi hatırlatmak isterim.

Klasik sosyal bilimin içinde bulunduğu işlevselci kutunun dışından yorumlamacı/interpretivist bir bakışla çıkan bir pespektifin önemli bir eserini çeviren kimse, "Simulasyon Kuramı gibi bir kuramı üreten bir düşünür, bu kuramdan nasıl yararlanılması gerektiği konusunda [nasıl] herhangi bir fikre sahip olmaz?" diye nasıl sorabilir? Sorunun cevabı bir sonraki cümlede geliyor nesnel gerçekliğin altını elinden gelen her şekilde oymayı hedefleyen Baudrillard'ın çağına ilişkin "en doğru ve sağlıklı (nesnel)" çözümlemeleri ürettiğini sanan bir çevirmen! Burada nesnel olanın sağlıklı olduğu vurgusu atlanamaz bir şekilde göze batıyor.

Simulasyon kuramını araçsal işlevsel bir indirgemeyle algılayan birinin kaleminden simulasyon okumak ister misiniz? Çevirmenin iddiasının aksine, simulasyon kuramı Lumiere kardeşlerin ürettiği sinematografa benzer, herhangi bir "işe yarayacak" bir araç değildir. Çeviriyi yapan kişinin aksine, değerli bir akıl yürütme olarak simulasyon kuramının, modernist bir yorumla "gelişmiş" batı toplumları "yakalamak" veya batının "dünyaya dünya konsunuda söylev çekme ayrıcalığına son verecek" bir kavramsal düzenek olduğunu da sanmıyorum.

Türkçeden sosyal bilim okumak niyetimi başka bir zamana erteleyerek, yazın ingilizce çevirisi ve Türkçe çevirisini paralel okumak gibi bir sıkıntıyı yaşamış bir kimse olarak, çevirinin acilen düzeltilmesi gerektiğini söylemek isterim. Sadece bu kitap değil, yayınevlerindeki ve bilimsel dergilerdeki editörlük/hakemlik kurumunun daha iyi kurgulanması gerçekleşmeden üretilen yazının kalitesi nasıl iyileşebilir? Elbette birisi çıksın bu sistemi düzeltsin gibi bir talebim yok. Türkiye'deki akademik aktörlerin çevresindeki sosyal çerçevede yaşanan değişim ve Dünya ile etkileşim, umarım böyle bir değişimi de tetikler.

Herhangi bir eseri böyle çevirilerden okuyan bir yerli bilim insanının kafasını toplayarak kendi özgün perspektifini oluşturması, eğer kaynağa varamıyorsa ancak bir mucize ile olabilir. O zamana kadar yaşasın yabancı dilde üniversite eğitimi!

Etiketler:

Devamı

20 Aralık 2007

Başörtüsü Meselesi

Ülkemizin ikiye bölünmeden tartışmayı başaramadığı konulardan birisi de başörtüsü. Başörütüsü ile universitelere girilebilsin mi? Kamusal alan nasıl tanımlanır ve bu alanda dini simgelerle görev yapılabilir mi? Hizmet alınabilir mi? Ülkemizin fay hatlarından birisi bu konudan geçiyor.

Bu konuda kendi fikirlerimin tarihçesi bence ilginç bir geçmişten geliyor. İlk başlarda başörtüsüne tamamen karşı olduğumu hatırlıyorum. Hazırlıkta ingilzce öğretmeninin "Başörtülü birisini görünce arkadan yaklaşıp çözüvermek geliyor" dediğinde biraz rahatsız olmuştum ama çok da üstünde durmamıştım. Taa ki, mezun olduktan sonra eski mezunlardan birisi tarafından yapılan, bir ev toplantısında çok değer verdiğim bir hocamın "Eğitim almak temel insan haklarından birisidir. Ben dersime giren başörtülü kızın eğitim alma hakkını nasıl engelleyebilirim?" diyene kadar. Bu benim için temel bir sarsıntı anı oldu.

Üniversiteden bir arkadaşımın başörtülü arkadaşının eğitimde çektiği sıkıntıları dinledikçe, konu kafamda netleşti. İnsanların tercihlerine saygı duyulmalıydı. Özellikle çember sakallı, posbıyıklı erkeklerin universiteye bu gibi siyasi simgelerle girebiliyor olmaları, kızların ise dışarıda kalıyor olması bir ayrımcılık olarak canımı sıkıyor. Hem "siyasi simge"nin neresi yanlış bunu da bilemiyorum. Bize siyasetin politikanın kötü bir şey olduğunu kim söyledi? Tabi burada hizmet alan ve hizmet veren kavramını ayırdediyorum. Devlet adına hizmet veren kişiler belirli siyasi ve dini simgelerle iş göremezler. Eğer ilkemiz buysa yapmamız gereken çok iş var. Devletten hizmet alırken, karşınızdakinin tüm siyasi ve dini simgelerden arınmış olduğunu söyleyebilir durumda mısınız?

Kanımca, başörtüsü takmayanların, başörtülülerin okullara girmesi ile giderek başörtüsü takmanın norm haline geleceğini ve takmayanların takmaya zorlanacağından çekinmelerinin altında dağılmışlık, örgütsüzlük ve bundan doğan bir korku yatıyor. Öyle ya, Siyasi İslam ekolünden gelen akımların karşısında gerçekten alternatif yaratabilen bir hareket var mı? Siyasi islam yarın herkesi "mahalle baskısı" ile başörtüsü takmaya zorlarsa "meşum" kurtarıcıyı beklemekten başka yapabilecek neyiniz var? Kişisel hak ve özgürlükleri güvence altına almayı temel ilke edinmiş bir siyasi yapı, bir örgüt, bir parti biliyor musunuz?

İşte bu çaresizlik duygusudur ki, yarının korkusuna bugün özgürlüklerin kısıtlanmasından yana çıkabiliyor. O zaman çözüm de bellidir. Kişisel hak ve özgürlüklerin karşısında görünen her türlü siyasi akıma karşı, eşitlik, özgürlük ve dayanışmadan yana güçlü bir siyasi örgülenme. O zaman, türban takan genç kızın özgürlüğünden de çekinenler azalacaktır.

Başörtüsü takan yetenekli bir bilgisayar uzmanını düşünün. Devlet hizmeti göremez tamam. Ama kariyeri illa islamcı şirketlerle sınırlı olmak zorunda mıdır? Bu saflaşma giderek daha da keskinleşirken, insanları da çaresiz durumda bırakıyor.

Bu hususta okuduğum en zihin açıcı yazılardan birisi geçtiğimiz günlerde Radikal'de yayınlandı. Ben de paylaşmak istedim. Paylaşımı buraya koyarken, iki satır da ne düşündüğümü yazayım derken, laf lafı açtı. Buralara geldik :)


Başörtüsü... Nereye kadar? - Ayşe Kadıoğlu (Bağlantı)

1980'li yıllarda ABD'de siyasal ve toplumsal çatışmalara neden olan konuların başında kürtaj meselesi geliyordu. Konunun açıldığı sosyal ortamlarda insanlar birbirine giriyor, siyasetçilerin kamuya açık tartışmalarında kürtaj meselesinin gündeme gelmesi ile heyecan doruğa çıkıyordu. Siyasetin dışında konulardan da söz ettiğimiz keyifli dost meclislerinde bile söz dönüp dolaşıp kürtaj meselesine her geldiğinde kavga çıkardı. Acaba bu aklınıza bir şey getiriyor mu? Türkiye'de şu anda başörtüsü meselesi de benzer tartışmalara neden oluyor. Başın örtülmesini temel haklar düzeyinde ele alan ve bu kadınlara destek veren bazı liberal ve demokratlar kıyasıya eleştiriliyor. Peki onların başörtüsüne desteği nereye kadar?

Caran d'Ache'in karikatürü
Öncelikle aklıma gelen ünlü bir karikatürden söz edeceğim. Üçüncü Cumhuriyet Fransa'sının ayırt edici özelliği Dreyfus Meselesi idi. Fransız ordusunda yüzbaşı olan Alfred Dreyfus isimli bir Yahudi 1894 yılında Alman askeri ataşesine Fransız ordusunun sırlarını satmak, yani casusluk ve vatan hainliği ile suçlanmıştı. Fransızların L'Affaire olarak adlandırdıkları bu olay ile toplum, Dreyfus karşıtları (yani Yahudi karşıtları, monarşi, ordu ve Katolik kilisesi yanlıları) ve Dreyfus yanlıları (yani Cumhuriyetçiler, demokratlar ve ırkçılık karşıtları) olarak ikiye bölünmüştü. Toplumdaki bu bölünme ünlü heykelci Auguste Rodin, Edgar Degas, Claude Monet, Anatole France ve Emile Zola gibi ressam ve yazarları da içine çekmişti. Bu dönemin ünlü çizerlerinden Dreyfus karşıtı olan Caran D'Ache'ın çizdiği bir karikatür ise dönemin aileleri bile birbirine düşüren çatışmacı özelliğini son derece iyi özetliyordu. Bugün çoğu kişinin sadece bir kalem markası olarak bildiği Caran d'Ache, Dreyfus karşıtı idi ve içinde Yahudi karşıtı ve ordu yanlısı çizimler barındıran Psst...! isimli bir dergi çıkarıyordu. Caran d'Ache'ın ünlü karikatüründe iki çizim karesi vardır: Birinci karede, bir aile büyük bir masada güle oynaya yemek yer. Karenin altında masadakilerden birinin ağzından söylenmiş olan "Dreyfus meselesini tartışmayalım" yazar. İkinci karede ise masa yıkılmış, herkes birbirini boğazlar, havada sandalyeler uçuşur, altında ise "tartıştılar" yazar. İşte Fransa Üçüncü Cumhuriyeti'nde Dreyfus konusu, aileleri böyle bölmüştü.

ABD'de kürtaj meselesi
1980'ler Amerika'sında kimi zaman kavgayla son bulan ve polis müdahalesine maruz kalan eylemler de temelde hep kürtaj meselesi yüzünden ortaya çıkardı. Bugün ABD'de, Yüksek Mahkeme'nin 1973'te hamileliğin ilk aylarında kürtajı yasal kılan Roe vs Wade kararı ve bu kararın geri çevrilmesi üzerindeki tartışmalar, hâlâ en önemli siyasal tartışmalar arasında yer alıyor. Ahlakçı bir muhafazakârlığı savunan Cumhuriyetçiler, uzun zamandır kürtajın karşısındalar. 1980'lerde Amerika'nın doğu yakasındaki büyük şehirlerde kürtaj kliniklerinin önünde birçok eylem yapılırdı. Kendilerine "kürtaj karşıtı" yerine embriyonun yaşamına atıfla "yaşam yanlısı" (pro life) diyen gruplar, bu kliniklerin önünde boylu boyunca yerlere yatarak eylem yaparlardı. Kürtaj kararını kadınların kendilerinin vermesini savunanlar ise kendilerine "kürtaj yanlısı" değil, kadınların tercihine istinaden "tercih yanlısı" (pro choice) diyorlardı.

Başörtüsü ve reşitlik
Türkiye'de de bugün Caran d'Ache'ın ünlü karikatürünü hatırlatan bir bölünme ve kavga yaşanıyor. Başörtüsü meselesi açılınca huzurlu aile yemeklerinde tatsız tartışmalar oluyor, huzur kaçıyor. Hatta bu yazıda da "türban" yerine "başörtüsü" ifadesini kullanmama kızanlar vardır. Mesele öyle sembolik ki, türban mı yoksa başörtüsü mü dediğiniz önemli oluyor. PKK'ya "Pekaka" yerine "Pekeke" demek gibi. Adeta kullandığınız ifade sizi ele veriyor. Başörtüsü deyince, onu normalize ediyor ve neredeyse destekliyorsunuz zannediliyor. Oysa "türban" demek esas kötü niyeti bilmeye işaret ediyor. Türban takanlar, öyle büyükannelerin ya da evlere gelen hizmetçilerin taktığı masum bir eşarbı değil de militan bir kumaşı başlarına takıyor gibi algılanıyorlar. Ben de başörtülü kadınları içeren bir araştırma yapana kadar, her iki ifadeyi de kullanıyordum. Ancak anladım ki, türban ifadesi bu kadınların bazıları tarafından olumsuz anlamlarla yüklü. Adeta, siyahlardan söz ederken, bazı siyahlara hitaben ayrımcı bir ifade olan "nigger"ı kullanmak gibi algılanıyor. Türban ifadesi, başını örten kimi kadınları keyfi bir ayrımcılıkla karşı karşıya bırakıyor. Çünkü onun köktendinci bir dürtü ile takıldığı varsayılıyor. Üstelik bu ayrımlar da son derece keyfi bir şekilde yapılıyor. (Ben bu yazıyı yazarken Milliyet gazetesinde ikinci bölümü yayımlanmış olan yeni KONDA araştırmasında da bu ayrımın nasıl yapıldığı açık değil). Kiminki türban, kiminki başörtüsü, eninde sonunda keyfi bir tanım. Bence, tartışmayı bunun ötesine taşıyıp kişiye özgü temel hak ve özgürlüklerden söz etmek gerekiyor.

Türkiye'de gerek bazı liberaller, gerekse de demokratlar, başörtüsü konusunda kadınlara yıllardır destek veriyorlar. Çünkü bu meseleyi temel hak ve özgürlükler temelinde ele alıyorlar. Birçoğunun kişisel olarak başörtüsünden pek de hoşlandığını sanmıyorum. Ancak, başını örtmek bireysel bir tercihse eğer, bu tercihin arkasında durmak gerektiğini söylüyorlar. Adeta, kürtaj meselesindeki "tercih yanlısı" olmak gibi bir durum bu. "Kişisel tercih"le başını örten kadınların üniversitelere girmelerinde bir sakınca olmaması gerekir. Bunu engelleyen yasaklar konuyu daha da radikal bir hale getiriyor. Hatta TBMM de, devletin organları içinde, milletin temsil edildiği yer olarak farklı bir konuma sahip olduğu için, orada da başörtülü kadınların olabileceği düşünülebilir (en azından tartışılabilir). Ancak, devletin seçilmiş değil de atanmışlardan oluşan seçkinlerinin, başörtüsünü dışlayan kıyafet yönetmelikleri olması da anlaşılabilir bir durum. Devlet kendi atanmış memurlarının başörtüsü kullanmasının karşısında olabilir. Zaten demokrasi de sadece seçilmişler ve sadece atanmışlarla olamaz ve bunların arasında, herkesin kendi işini yaptığı bir dengeye dairdir. Mahkemelerde hakim başörtülü olamaz belki ama, sanık olabilmelidir. Ancak Türkiye'de zaman zaman bunun bile engellendiğini gördük.

Ancak demokratların başörtüsüne desteğinin de bir sınırı var. Bireysel tercih temelinde konuşabilmek için, bu tercihi yapacak kişilerin "reşit" olduklarını varsaymak gerekir. Geçtiğimiz hafta, kompozisyon ödülünü almak için çıktığı kürsüden indirilen kız çocuğu "reşit" değil. Onun başörtüsü takma "hakkı", üniversiteye giden ablalarınki ile aynı değil ve aynı gibi algılanmamalı. Bu fark çok ama çok önemli. ABD'de kürtaj meselesi konuşulurken "tercih yanlısı" konumu savunanlar, bunu yetişkin vatandaşlar için yapıyorlardı. Çocukların büyürken ve birey haline gelirken, her türlü dini ve milli baskının dışında tutulması son derece önemli. Bugün nasıl 11. sınıftaki -yani olsa olsa 16 yaşında olan- bir kız çocuğunun gidip kendi kendine kürtaj yaptırması düşünülemez ise, kendi kendine başörtüsü takmaya karar vermesi de anlamlı değildir. "Tercih hakkı" gibi temel hak ve özgürlükler yetişkinlik varsayımı üzerinden konuşulmalıdır. Elbette ki, çeşitli erkekler kollarını kavuşturmuş otururken, bu kız çocuğunun kürsüden indirilerek düşürüldüğü durum utanç vericidir, ancak olayın o noktaya gelmemesi ve bu kız çocuğunun zaten baştan okula başörtüsü ile gitmemesi gerekirdi. Başörtüsüne ilişkin "tercih" olsa olsa "reşit" olan üniversite öğrencileri açısından anlamlı bir tercihtir. İlk ve ortaöğrenim okullarında böyle bir "tercih" söz konusu olamaz. Genelde çocuklara takdir edilesi bir ihtimam gösteren Başbakan ve eşinin de bu kız çocuğuna teselli telefonu etmeleri bu ince ayrımı görmediklerine işaret ettiği için düşündürücüdür.

Bütün bunlar, çocukları ve henüz reşit olmayan gençleri "insan" yerine koymamak olarak anlaşılmamalı. Aksine, onları insan yerine koymak için onların bazı tercihleri "erken" yapmamalarını sağlamak ve birey olmalarına öncelik vermek gerek. Başörtüsü konusunda demokratların desteği, belli alanlarda ve "reşit"lik sonrası başlıyor. Cumhurbaşkanı'nın "eşi"nin başörtülü olması da bu anlamda bir sorun olmamalı. Ancak, bugün Türkiye'de hiçbir demokratın, çocukların başörtülü olmaları "hakkı"nı savunacağını sanmıyorum. Ne zaman, Caran d'Ache'ın ünlü karikatüründeki gibi, konuyu ilericilik-gericilik ekseninde mutlakçı bir kavgaya kilitlemekten vazgeçeceğiz? Ne zaman, başörtüsüne toptan karşı olmak ya da külliyen ondan yana olmak gibi bir mutlakçılığı bir kenara bırakıp bu ince ayrımları konuşacağız?




Etiketler:

Devamı

9 Ekim 2007

Kutup Yıldızı Saygun

Geçen hafta Radikal Kitap ekinde, Radikal'de de her hafta yazılar yazan dostum Ufuk Çakmak'ın, Ahmet Adnan Saygun'un doğumunun 100. yılı şerefine yazılan bir kitapla ilgili eleştrisini okudum. Sosyal bilimlerden guzel izler taşıyan bu sıkı eleştiri hoşuma gitti. İleride dönüp tekrar okumak için kendime not düşmek istedim. Belki siz de okursunuz :)


Saygun’u mitleştiren bir anlatı

“Bestecilerimizin değeri bilinmiyor, onlar üzerine araştırmalar, yazılar kaleme ele alınmıyor” biçimindeki klişe yaklaşım Adnan Saygun için hiç de geçerli değil. 1907 – 1991 arasında yaşamış besteci yüzüncü doğum yılında, seminerlerle, toplu etkinliklerle, yurtiçi ve yurt dışında yapılan konserlerle, yıl boyunca süren radyo programlarıyla anıldı. Kemal Küçük’ün kitabıyla ilgili değerlendirmeme geçmeden önce, argümanlarıma zemin oluşturmak amacıyla dikkatinizi birkaç yıl önce yazılmış bir kitaba çekmek istiyorum. Emre Aracı’nın doktora tezinden kitaplaştırdığı oylumlu çalışması “Ahmed Adnan Saygun” Cumhuriyet sanatına bakışta bir kuantum sıçraması yaratmış, ilk bestecilerimizin ürünlerini “çağdaşlaşma ve batılılaşma ülküsü”nün ürünleri olmaktan ibaret gören kemikleşmiş yaklaşıma bariz bir fark yaratarak, ideolojik etkilerden uzak kalan, sakin bir anlatı kurmayı becermişti. Bu metin bir kırılma anıydı. Yazar Cumhuriyet bestecilerine uygulanan yegâne şablonun dışında kalarak, Saygun’u akademik bir mesafeyle inceliyor, ideolojik güzelleme, yüceltmecilik ve kahramanlaştırma söylemlerinden uzak, alışılmışın dışında bir tavır takınıyordu. Besteciyi bir ululuk abidesi olmaktan çıkartarak, az çok sanat adamı kimliğiyle, beste incelemeleriyle, tutunmak için sürdürdüğü onca ilişkiler ağının içinde yer alan bir insan olarak, iyileriyle, kötüleriyle somut bir kişilik gibi resmediyordu.

Kemal Küçük’ün “Türk Müziğinin Kutup Yıldızı: Adnan Saygun” kitabı da bestecinin anma yılında çıkan iddialı bir çalışma. Küçük, Saygun’un hayatını detaylı bir şekilde, bilgi verici ve zevkli bir üslupla anlatıyor. Kitabın arkasındaki ayrıntılandırılmış diskografi, ilk seslendirmeler listesi, müzik ve yazı eserlerinin tamamı, araştırmacılar ve müzik severler için önemli bir rehber. Ekli “Kerem” operası DVD’si, Saygun’un opera alanındaki yaratıları her ne kadar ahım şahım olmasa da tarihsel açıdan çok değerli. Ancak Küçük anlatısının Cumhuriyet eserleri tarihi anlatılarına özgü kimi sorunlu etkileri bilinçli-bilinçsiz devraldığını gözlemlemek mümkün. Bunlardan en önemlisi resmi tarihin en çok yaslandığı tarih-biçimlendirme kalıplarından biri olan “tek adam” anlatma isteğinin kitabın yazılışına nüfuz etmiş olması. “Tek adam” anlatısı, resmi tarihlerde var olan, kahramanlaştırma, tüm ya da en büyük iyiliklerin nedenini o büyük özne olarak gösterme, adeta giderek var oluşun, kurtuluşun neden ve kaynağını bu özneye bağlama arzusu olarak özetlenebilir. Bu anlatının bir başka tipik özelliği ise tek adamı kötücül güçlerle kuşatılmış, istenmeyen, yok edilmek istenen, “mağdur” edilmiş bir figüre dönüştürmektir. Bu mağdur kişi, ona yapılan dışlama, yok etme ve mağdur etme çalışmalarına karşı, gücünü yalnızca doğruluk, dürüstlük ve insani büyüklükten alan gücüyle savaşır. Dışlanan adam sonunda tek başına da olsa zaferi kazanır, kötüler mağlup olur. O kitlelerin sevgilisi olur. Tek adam büyük planı da ilk andan itibaren bilir; neyi, ne zaman, nerede yapacağını ilk andan itibaren görmüştür hep. Tek adam bir mittir. Romantik milliyetçiliğin bir versiyonu olan bu anlatının sosyal bilimlerde tarih yazımı felsefesi, tarihsel sosyoloji ve kültürel çalışmalar yapan akademisyenler tarafından tüm 19. ve 20. yüzyıl sosyal bilimler tarihinde ne derece eleştirilmiş olduğunu söylemek gereksiz.

E. H. Carr’ın tarih yazımının kilitlerini incelediği meşhur kitabı “Tarih nedir?”, tarih yazımının sübjektif ve algısal şablonlara ne de kolay bağlanabileceğini, söylem döngüselliğinin görüşleri kendi kendine doğrular bir hale getirebildiğini, tarih pastasını istediğiniz porsiyonları kendiniz seçerek oluşturmanın kolaylığını açıkça gösterir. Bilim felsefesinin devrimci filozofu Thomas Kuhn’un “Bilimsel Devrimlerin Yapısı”nda ortaya attığı bilim kültüründeki değişim ve oluşumu açıklayan yaklaşım ise görme biçimlerinde paradigmaların ağırlığını ortaya koyar ki yirminci yüzyıl Kuhn’un gittiği yoldan “ilerleme” ve “mutlak doğruluk” kavramlarının tüm toplumsal bilimlerde ateşe tutulmasıyla geçti. Paradigma ve modelleri kavramları tartışıldı. Bambaşka bir damardan gelen Foucault ise tipik bir postmarksist-anarşist olarak tarihin olumsallığı, rastlamsallığı fikrine sıkı sıkı sarılarak, tarihsel nedenselliğin zorunluluk zincirlerinden oluşmadığı yolundaki düşüncenin öncülerinden biri oldu. Sosyal bilimlerin 2007’sinde artık fazlasıyla klasik bile sayabileceğimiz bu tür tezler, “tek adam” ya da “mağdur ulu” anlatılarına yönelik şüpheyi daha da katmerlendiriyor. Küçük’ün kurduğu anlatı yalnızca bölüm başlıklarıyla bile okurun yönünü bu şekilde tayin edecek belirli bir tarihyazım stiline bilinçsiz atıfta bulunuyor: “İstenmeyen Saygun”, “Saygun’suz Müzik Reformu”, “Yalnız ve Özgün Besteci” gibi başlıklardan söz ediyorum.

Saygun’un birkaç yıl Ankara’dan uzaklaştırılması büyük bir komplo edasıyla sunulurken, adeta doğrulardan uzak bir karşı-müzik devrimi yapıldığı iddiası güçlendiriliyor. Oysa bestecinin Atatürk’ün ilk opera bestecisi olmayı başarması, zaman zaman onun huzuruna çıkmayı şu ya da bu şekilde kıvırabildiği gerçeği, Üngör’ün elinden orkestrayı alışı, Muallim Mektebi hocalığı, müfettişlik ve Konservatuar’da hocalık, yurtdışında hükümet ve elçilik destekleri alınması gibi her an sahnede başat bir aktör olduğunu belli eden olgular, TRT müzik dairesi dahil bir sürü konuyla ilintili bir isme sahip olduğu gibi gerçekler pekala çok daha normalize edilmiş bir anlatının içine oturtulabilirdi. Saygun’un son derece ilişkici bir besteci (kötü bir şey de değil bu, biraz da eserini tanıtan besteci yaşar) olduğu Küçük’ün değerlendirmelerinin dışında kalırken, eleştirel okur bunu satır aralarından rahatlıkla kurulabiliyor. Saygun’un kendi adına araştırma merkezi olan (Bilkent) tek bestecimiz olmasını ve bunda iyi besteciliğinin yanı sıra Doğramacı’nın ilgisini kazanmış olmasını bu mağduriyet anlatısına oturtmak, “yalnız adam” tabirini ona yakıştırmak kolay değil.

Hindemith’in Saygun’la ilgili yazdığı, onu yok etmek isteyen mektuplarını ise pekala Saygun’un ya da Hindemith’in rekabetçi kişiliğine atfetmek ya da bir alanda çok büyükleşmiş iki kutup arasında var olan, ve dünyanın her kurumunda mevcut bireyler arası güç ve iktidar çatışmalarına, en azından kısmen de olsa bağlamak varken, tutup “haksızlığa uğrayan adam” lehine kanıtlara dönüştürmeye çalışmak da benzer bir çaba. Bartok’un Hindemith’le olan olası rekabeti ve Saygun Bartok dostluğu üzerine ise herhangi bir anıştırma yok. Türk Müzik devriminin Saygun’suz yapıldığı için istenen sonuçlara ulaşamadığı yolundaki tez ise kabul edilemeyecek kadar toplumsal argüman yoksunu. Birincisi Saygun işin hep içinde. İkincisi tipik bir elitler devrimi olan müzik devriminin, istenen sonuca ulaşamamasının nedeni, bugün her tarafın çoksesli Türk bestecilerinin eserleriyle dolup taşmamasının nedeni, Saygun’a Ankara’da verilen iki yıllık ara mı yani? Kanımızca, böyle bir tez, müzik sosyolojisi, popüler müziğin oluşumu, kitle müziği gibi kavramlara, jakoben devrimlerin sosyolojik yapısında görülen paternlere tamamen ilgisiz kalıyor. Yazarın Hindemith ve Saygun’un yaklaşımları arasında, anlatısına uydurmak için yaptığı farklılaştırma çabası da inandırmıyor. Hindemith’in türkülerin çokseslendirilmesi yolunda verdiği yönergenin hem Saygun hem de diğer bestecilerimizle değişik derece, form ve sıklıklarda, farklı zamanlarda bağımsız bir şekilde yapıldığını hepimiz biliyoruz. Saygun Hindemith’ten çok farklı hangi reçeteyi önermiş acaba? Metin tam bir cevap vermiyor ama kastedilen diyelim etnomüzikolojik yaklaşım ise bile, bu tavrın her yaratıcının benimsemek zorunda olduğu bir doğru olduğu tartışılır. Bu da bir başka sorun. Kitabın adına gelince... Öyle bir figürü anlatırsınız ki müzik alanında, gerçekten kendisini yığınlar taklit etmiştir. O zaman “kutup yıldızı” doğru bir betimleme olabilir. Örnek vereyim, pop müzik alanında Sezen Aksu için yapılabilecek bir tariftir bu. Büyük olmak için de zorunlu koşul değildir ayrıca. Saygun’un etnomüzikolojik yaklaşımı, aşırı tasavvuf yüklü müziği bence kendine özgüdür ancak diğer bestecileri etkileyen bir aura, bir gravite oluşturmamıştır. Bu da değeriyle ilgili bir şey değil. Bu nedenle kitabın adını da yanıltıcı buldum.

Küçük’ün çalışması tüm bunlara rağmen, kimi yerde güzel olgusal ayrıntılar içeriyor. Gözüme çarpan ufak bir olgu yanlışı, sayfa 127’de Arzumanova’nın Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Türkiye’de sahnelediği söylenen “Bir Orman Masalı”nın 2007’de İzmir Balesi’nce sahnelendiği. Sözü edilen eser, 1939’larda yazılmış Op. 17. İzmir’in 2007’de sahnelediği eser ise 75 opus numarasını taşıyan “Kumru Efsanesi” ya da “Bir Kumru Masalı”.

Türk Müziğinin Kutup Yıldızı: Adnan Saygun
Kemal Küçük
Doğuş Grubu Yayınları
Ağustos 2007

Etiketler:

Devamı

1 Nisan 2007

AKM Yerinde Kalsın

Hannibal'ı yenen Romalı general Cornelius Scipio Roma'da Konsey'e her konuşma yaptığında konuşmaya "Kartaca yıkılacak" diye başlarmış. Sonunda Kartaca yıkıldı. Uzun yıllardır, Taksim'e cami yapılacak diyip duranlar şimdi de AKM yıkılacak diyorlar.

AKM binası mimari bir değer midir, yoksa kendi dönemini yansıtan ancak günümüz estetik anlayışına uymayan ve yenilenmesi gereken bir bina mıdır, tartışma bunun etrafında dönüyor. Beni de burası rahatsız ediyor. Şehirlerimizin belleği yok. Eski Ankara resimleri, yeni Ankara resimleri... Eski İstanbul resimleri, yeni İstanbul resimleri. Birbirine hiç benzemiyor. Şehirlerin belleğini bu şekilde alt üst etmeye kimin hakkı var? Güzel bir opera sahnesi inşa etmekse amaç, mevcudu yıkmak şart mıdır? İstanbul'un başka bir yerine opera sahnesi yapmak akla gelmiyor. zira amaç, AKM'yi daha iyi işler hale getirmek değil, Taksim meydanının rantının peşinde koşmak. Gerisi aldatmaca.

AKM çirkin bir binadır onun için mi yıkılacak? İstanbul'da çirkin bina yarışması yapsak, AKM ilk 10'a girmez. Ayakta zor duran, kendi yerle bir edecek depremi bekleyen gündüzkondu apartmanları geçersek, çirkinlikte benim ciddi bir adayım var. TRT'nin Tepebaşı stüdyoları. Rengarenk bir uyumsuzluk abidesi. Parçası olduğu TÜYAP otoparkı ile birlikte, bir gün ortadan kalksa, estetik olarak ciddi bir gelişme olur bölgesi için. Belediyemiz, Hükümetimiz önce onu yıkmayı programına almalı!

Bir de yapılan içler acısı restorasyonlar var. Hiç ummadığımız yerlerden gelen. Bu restorasyonlara bakınca, AKM restore edilsin demek de gelmiyor içimden. Restorasyon üstadı Sinan Genim'in yaptığı cepheye bir bakınız. Rant hırsı engel tanımıyor. Müzede bile bizimle. Hadi cephenin arkasındaki bina çoktan yıkılmıştı, sadece cephe vardı elimizde, üstüne bir kat daha çıkıp, iki taş bina ön cephesine takke gibi bir üst kat ekleyip bir de buna camlı bir öncephe yapmanın neresi estetik? Esas cephenin mimarı Achille Manoussos'un isminin yanına kendi ismini kazıyan Sinan Genim Bey'in binanın arkasına uygun gördüğü arka ve yan cepheyi bir fırsatım olursa çekip buraya ekleyeceğim. İbret için. Ülkemiz ne zaman arzulanan bir estetik seviyesini yakalayacak? Bu projelere imza atan mimarları mühendisleri düşündükçe, İstiklal caddesinin mevcut "yapılmış" haline baktıkça, güvenemiyorum yapacağız dediklerine ve bırakın AKM yerinde kalsın demek istiyorum. İlla yapacaksanız, İstanbul'da yapacak daha çok iş var.











Etiketler:

Devamı

28 Ocak 2007

[Güçlüden yana] Olmak ya da Olmamak!


Açıkgünlüğe yazamazken, beni öfke ve çaresizlik içinde derinden üzen Hrant Dink sukasti oldu. Haberi duyar duymaz, Radikal'de, Dink'in 301'den mahkum oldugu yazı dizisini okuyup hayıflandığımı hatırladım. Bilirkişinin Türklüğe hakaret yoktur raporuna karşı savcı tarafından açılan davayı, hakimin kararını, yargıtayın onamasını hatırladım. Türkler ve Ermenilerin arasındaki bu kısır çekişmenin bitmesi, kör tartışmanın sona ermesi, iki tarafın diyaloga başlamasını, kardeşçe yaşamayı isteyen birisine reva görülen bu son çok acı verici.

Bu acıyı sadece ben hissetmedim ki, binlerce kişi olay duyulur duyulmaz olay yerine, hiçbir parti, örgütlenme olmadan toplanıverdi. Daha sonra da cenazeye. Yıllar önce Uğur Mumcu'nun kaybından sonra Karlı Sokağa akan binlerce kişi gibi.

İstanbul'un fethi sırasında, şehir ahalisinin "Melekler kadın mı, erkek mi?" konusunu tartıştığı şeklinde muhtemel asılsız bir söylenceye benzer bir şekilde, biz de cenazede atılan sloganları, Hepimiz Ermeni'yiz demenin doğru olup olmadığını, müslüman olmayan birisine rahmet okunup okunamayacağını tartışıyoruz. Kendimizden farklı olana tahammülü çoktan unutmuş bir toplum haline gelerek, negatif milliyetçilik postuna bürünmüş ırkçı bir öfkenin üreteceği bir sonraki kaybın kim olacağı üzerine tahmn oynamaya kadar varmış bu aymazlık daha nereye varacak? Bugün gazetelerde yazdığı gibi, milliyetçi oyları toplamak için yarayı daha çok kaşıyan sağından soluna siyasi partilerimizden hangisi demokrasiden, sivil, özgürlükçü bir gelecekten yana olacak. Cenazedeki onbinlerin oyuna talip olan yok mu?

Avrupa ülkelerinde LePen'ler faşist partiler, yabancı düşmanları toplumun genelinden ayıplanırken, biz bu olanları nasıl olup da algılayabiliyor, gerekçelendirebiliyor, örgüt işi değil canım diye peşin hükümlere varıp, anlayabiliyoruz? En eğitimlilerimiz bile, günlük hayatında en basit bir şaka veya düz bir cümlede, düşmanı tarif için "Ermeni"yi ne kadar pervasızca kullanabiliyor. Rakel Dink'in konuşmasındaki "kimseyi aşağılamayan sevgi" canınızı yakmıyor mu?

Binler, bu kayba sahip çıktı diye "Hepimiz Ermeni'yiz" sloganı birilerinin kanına hemen nasıl dokunuyor? Kanımıza bunca adaletsizlik, bunca haksızlık, bunca kötülük dokunmuyor da, bir slogan nasıl bu kadar dokunuyor?

Gerçekten, biz kimiz? Güçlüden, muzafferden, erkten yana mıyız? Kendimizi güçsüzden, ezilenden, hor görülenden yana hissettiğimiz anlar, sadece memleketin sahte vicdani Yeşilçam filmleri midir?

Kendimizle yüzleşmenin bir vesilesi olarak, Hrant Dink in eşi Rakel Dink’in konuşmasının tam metnini alıyorum buraya. Gelecekte de dönüp dönüp okumak için

----

‘Çutağıma eş olmak bana verildi. Bugün çok acılı ve onurlu olarak buradayım. Ben, çocuklarımı, ailem ve sizler çok acılıyız. Bu sessiz sevgi biraz olsun bize güç katıyor. Kederli bir sevinç yaşatıyor. İncil’den Yuhanna 15:13?te hiç kimsede, insanların dostları uğruna canını vermesinden daha büyük bir sevgi yoktur der. Sevgili dostlar, bugün bedenimin yarısını, sevgilimi, çocuklarımın babasını, sizin kardeşinizi uğurluyoruz. Sağdakine, soldakine, öndekine, arkadakine rahatsızlık saygısızlık vermeden, sloganlar pankartlar açmadan sessiz bir yürüyüş gerçekleştiriyoruz. Bugün sessizlik ile büyük bir ses yükselteceğiz. Bugün derinliklerin ışığa yükseldiği günün başlangıcıdır.

Yaşı kaç olursa olsun; 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim…

Kardeşlerim,

Onun doğruluğa olan sevgisi, şeffaflığa olan sevgisi, dostuna olan sevgisi onu buraya getirdi. Korkuya meydan okuyan sevgisi onu büyüttü. Diyorlar ki “O büyük bir adamdı.” Size sorarım: "O büyük mü doğdu?" Hayır! O da bizim gibi doğdu. O gökten değildi o da topraktandı. Bizim gibi çürüyen bir beden! Fakat yaşayan ruhu, yaptığı iş, kullandığı üslup gözlerindeki, yüreğindeki sevgi onu büyük yaptı. İnsan kendiliğinden büyük olmaz. İnsanı yaptıkları büyük yapar… Evet o büyük oldu, çünkü büyük düşündü, büyük söyledi. Bugün buraya gelerek hepiniz büyük düşündünüz. Sessizce büyük konuştunuz, siz de büyüksünüz. Bu günle kalmayın bu kadarla yetinmeyin.

O, bugün Türkiye’de milat yaptı sizler de mührü oldunuz. Onunla manşetler, onunla konuşmalar, yasaklar değişti. Onun için dokunulmazlar veya tabular yoktu. Kelamda dediği gibi yüreğinden taştı. Büyük bir bedel ödedi. Bedellerin ödendiği gelecekler Hrantları severek Hrantlara inanarak olur, nefretle, hakaretle, kanı kandan üstün tutarak olmaz. Bu yükseliş karşındakini kendin gibi görerek kendin gibi sayarak, kendin sayarak olur.

Hisusun yardımıyla yarattığı ev cennetinden ayırdılar. Göksel ve ebedi cennete kanat açtırdılar. Gözleri daha yorulmadan, bedeni daha yaşlanmadan, daha hasta olmadan, sevdiklerine doymadan kanat açtırdılar göksel cennete.

Biz de geleceğiz sevgilim. Biz de geleceğiz o eşsiz cennete. Oraya yalnız ve yalnız sevgi girer. İnsanların ve meleklerin dillerinden üstün olan, peygamberlikten üstün olan, bütün sırları bilmekten üstün olan, dağları yerinden oynatacak imandan üstün olan, varını yoğunu sadaka vermekten üstün olan bedenini yakılmaya teslim etmekten daha üstün olan yalnız ve yalnız sevgi girecek o cennete. Orada gerçek sevgi ile bir arada ebedince yaşayacağız. Kimseyi kıskanmayan sevgi, kimsenin malında gözü olmayan sevgi, kimseyi öldürmeyen sevgi, kimseyi aşağılamayan sevgi, kardeşini kendinden üstün tutan sevgi, kendi hakkından vazgeçen sevgi, kardeşinin hakkını arayan sevgi. Mesih’te bulunan sevgi. Ve bize dökülmüş olan sevgi.

Yaptıklarını, konuştuklarını kim unutabilir sevgilim? Hangi karanlık unutturabilir sevgilim? Olmuşları, olanları kim unutturabilir? Korku unutturabilir mi sevgilim? Yaşam mı? Zulüm mü? Dünyanın zevki sefası mı sevgilim? Yoksa ölüm mü unutturacak sevgilim? Hayır, hiçbir karanlık unutturamaz sevgilim.

Ben de sana yazdım aşk mektubunu sevgilim. Bana da ağır oldu bedeli sevgilim. Bunları yazabilmeyi Hisusa borçluyum sevgilim. Onun da hakkını ona verelim sevgilim. Herkesin hakkını herkese geri verelim sevgilim.

Sevdiklerinden ayrıldın, çocuklarından, torunlarından ayrıldın. Burada seni uğurlayanlardan ayrıldın, kucağımdan ayrıldın. Ülkenden ayrılmadın.

Etiketler:

Devamı

11 Ekim 2006

Ders Almak, Ders Vermek...


Tam sitede meslek ahlakına, iş etiğine dalmışken, daha mühendislik eğitimimin ilk yılında, "Mühendislik Etiği" meselesine dikkatimin çekilmesini sağlayan Ahmet İnam'ın harika bir yazısına rastladım. Ahmet Hoca'nın affına sığınarak yazısını buraya alıyorum. "Hayatımızdaki İnce Şeylere Dair" kitabını eğer okumadıysanız mutlaka alın ve bu "ince" kitabi sindire sindire okuyun derim.

Çocukları Nasıl Öldürdüm?

Doktorlar nice hastasını gömer, mesleklerini öğreninceye dek. Öyle söylenir. Ya biz öğretmenler? Kaç öğrencimizi gömeriz karanlığa, kaçını yılgın, ürkek, düşünce yoksulu, umutsuz bırakırız? Yirmi beş yıla yaklaşan öğretmenlik geçmişim oldu. İlkokul öğrencileriyle çalıştım. Üniversitede doktora dersleri yaptığım benden on, on beş yaş büyük öğrencilerim oldu. İlkokul öğrencileri için hayat bilgisi dersi, ortaokul, lise, üniversite düzeyinde matematik, fizik, kimya, dersleri verdim. Almanca, İngilizce, Fransızca fen dersleri okuyan öğrencilerimin problemlerini çözmeye uğraştım. Edebiyat ve dil dersleri verdim. Yirmili yaşlarım elimde çantamla, zengin çocukların evlerinde geçti. Yüzlerce öğrencim oldu, yüzlerce dünya… Her birinden çok şey öğrendim. Ders ücretlerimin üstüne yatan ana babalarından da. Düşük paralarla dershanelerde çalıştım. Günde on dört saat ders verdiğim olmuştur. Hayatımı kazanmak için seçtiğim yol, mühendis olmama rağmen, öğretmenliğin çileli dünyasından geçti. Geçmekte. Üniversite hocalığım geçim sıkıntısından kurtarmadı beni. Felsefeyi arayan ruhum, dünyanın istilasına uğradı.

Tüm bunları, öğretmeliğini yaptığım çocuklardan kaçını öldürdüğümü düşünürken hatırladım. Yoksa bütün öğrencilerimi mi?

Sanırım üniversite öncesi öğretmenliğimde fazla bir “vukuat”ım yoktur. Belki ilk yıllarımda acemiliğim yüzünden hafif yada ağır yaraladıklarım olmuştur. Sonra aranan bir hoca oldum. Öğrencilerim sınıflarını geçiyorlar, kolej yada üniversite sınavlarını kazanıyorlardı. Görevimde kazandırmaktı zaten.

Üniversitede iş değişti. Artık “mantık”, “felsefe”, “ahlak”, “estetik” falan öğretiyordum. ( Nerden biliyorsam?) Birden bire kendimi tahta başında, çocuklara, üstelik Türkçe’nin dışında bir dille bilimi anlatırken buldum. Kendime gülesim geldi. Ağlayasım. Öğrencilerim için de üzüldüm. Ben kimdim ki bu adamlara, benim bile ulaşamadığım, yeterince kavrayamadığım şeyleri öğretmeye kalkıyordum? Felsefe nasıl öğretilirdi? Bilmiyordum. Çok az felsefe dersi almış, acemi bir “mühendis-öğretmen” felsefe hocasıydım! Mantık neydi? Nasıl öğretilirdi?

Sonra “tez danışmanlığı” nasıl bir işti? Felsefede sınav nasıl yapılabilirdi, sınav kağıtları nasıl değerlendirilirdi? Platon’un “idea” kavramını açıklamaya çalışan bir öğrenciye nasıl “63” verilirdi ?(Verdim!)

Aradan yıllar geçti. On beş yıldır üniversiteyim, altı yıldır da profesör. Bu soruların yanıtlarını hala bilmiyorum. Çok ders veriyorum (yazın bile!). Danışmanlığını yaptığım öğrenci sayısı çok fazla. Farklı üniversitelerden öğrencilerin tezleriyle ilgileniyorum. (Mimarlık, toplumbilim gibi alanlarda da doktora jürilerine katıldığım oluyor!)

Bütün bu “yetişen”, “yetiştirilmeye çalışılan” öğrencilerin kaçına araştırma, arama, yaratma aşkı verebildim? Kaçını hakkıyla değerlendirebildim? Kaçını anlayabildim? Yeterince zaman ayırabildim mi onlara? Hele hele, eleştirmem gereken düşüncelerini, kavrayışlarını eleştirebildim mi? Beni eleştirdiler, eleştirilerini eleştirebildim mi? Nasıl bir “hoca” oldum acaba? Elinde evreni, insanı, tarihi açıklayan eşsiz felsefe teorisiyle gelmiş bir öğrencime “40 fırın ekmek yemesini” mi söyledim? “Şu kitapları oku, şunu da öğren gel” diyerek kitap ve makale bombardımanıyla boğup yok etmeye mi çalıştım onları? Yazdıklarında çelişkiler bulup, aptallıklarını yüzlerine mi vurdum? Seviyesizliklerini, tembelliklerini, yetersizliklerini başlarına kakıp aşağıladım mı onları? Yoksa gizli gizli eğlendim mi onlarla? ( Bir öğrencim öyle demişti!) “Ben ne akıllı biriyim, sizler ne kadar da aptalsınız” mı dedim? Kaçınızı öldürdüm çocuklar? Kaçınız nefret etti benim yüzümden, verdiğim derslerden? Derste anlatılanların özüne ulaşamamaktan, benimle iletişim kuramamaktan kaçınız hastalanıp öldü? Kaçınızın “saf hayallerini” hançerledim? Tezlerini reddettiğim, sınavlarda çaktırdığım, aklım sıra adam etmeye çalıştığım adamlar hangi mezarlıklarda yatıyorsunuz? Kaçınızla ilgilenmedim, sevgiyle bakan gözlerinize aşağılama yıldırımları gönderdim? Hanginiz ardımdan “bu adam olmasaydı felsefeyi de mantığı da öğrenecektik kırdı geçirdi eşek” diyor?

Vukuatımı arz ettim. Günah çıkarmak için değil. Kalplerini kırdığım öğrencilerden özür dilemek için de değil. ( Yine kırabilirim onları!) Ben Türkiye’de bir örneğim. Çiçek yetiştirmek isterken, yada çiçeğin kendi kendine yetişmesini gözlerken, kaba, duyarsız, yetersiz kalarak kaç çiçek öldürdüğünü düşünmeli, bahçıvan. Hoca hep haklı, hep yukarıdan bakan, hep bilen, hep aşağılayan biri olmamalı. Öldürdüğü çiçekler onun dünyasında ki ışıltıyı yok edecek, içindeki çiçekleri öldürecektir! Hoca, öğrendikçe, öğrenci olabildiğince, öğrenciyle birlikte bir aşk olan araştırmayı yürütebildikçe kan ahlakından, can ahlakına geçiş başlayacak, biz öğretmenler elimizi kana bulamamış olacağız.

(Hayatımızdaki ince şeylere dair/ Ahmet İnam)



Prof. Dr Ahmet İnam
ODTÜ Felsefe
ainam@metu.edu.tr

Etiketler:

Devamı

Şizofren girebilir, Reklamcı Giremez

Ankara'daki evimizin girişine apartman yöneticimiz bir yazı asmış. "Dilenci, Satıcı ve Reklamcı Giremez". Okuyunca çok ironik gelmişti. Reklam sektöründe çalışan pek çok arkadaşımı, bu işi bir meslek olarak başarı ile icra eden kişileri düşünüp, bu dikkatsiz ifadeye gülmüştüm. Reklamcılığı bir böyle hakkıyla yapanlar var, bir de esas meslekleri olmadığı halde, kişisel "pazarlamaları" için, etik & ahlak problemlerine çok da dikkat etmeden yapanlar. Bu yazım, bunların bir kısmını kapsıyor.

Bu konunun en dramatik örneği bence tıp sektöründen çıkıyor. Cümle içinde ingilizce kullanmayı sevmem ama, "celebrity" doktorlar var ülkemizde. Sabah saatlerinde yayın yapan kadın programlarının gediklisi, aniden televizyon bağlantısı yapılmaya musait kimseler bunlar. Hatta bazılarının populer gazetelerde yönettikleri sağlık sayfalarında yapacakları "haberleri" santim santim pazarladıklarını da duyuyoruz. Sanırım "reklam" işini en yere düşürenler, bizim apartmana giren satıcı-reklamcı'lar değil, bu doktorlar olsa gerek. Bence bu kimseler sadece "reklam" işini düşürmüyor, insan hayatını temelden etkileyen, ciddi ahlaki sorumluluk gerektiren tıp mesleğini de bence iyi etkilemiyorlar. Tabip odası bu "celebrity" hekimler hakkında ne düşünüyor? Deontoloji sadece tıp fakültesinde sevilmeyen bir ders midir, yoksa meslek etiğini takip en çok doktorlara mı lazımdır?




Bugün öğlen, rutin ziyaret için favori mekanlarımdan "Mandabatmaz" kahvehanesine gidip orta şekerli Türk kahvemi söylemiştim. Tek başıma olduğum için, kahveyi beklerken bir süre sonra sıkıldım. Mekanda bulunan gazetelere bir göz atmaya kalkıştım ve elime bir gazete geldi. Sayfaları karıştırırken, kişisel pazarlamasına çok dikkat eden doktorlarımızdan, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nin eski başhekimi Arif Verimli'nin bir açıklamasını gördüm ve açıkçası öfkelendim. Bu Arif Verimli'nin dinleyip de tepki duydugum ilk açıklaması değil. Demiş ki doktor bey, "Türkiye'de 15 milyon psikiyatri hastası var. Yarisi her an suç işleyebilecek kadar tehlikeli, şizofren". Gazete de boş durmamış, atmış manşeti: "7.5 milyon Potansiyel Suçlu Aramızda". Ne harika değil mi?




Aklıma doğrudan, akıl hastalarını da yarattığı dev soykırım makinesine atan Hitler Almanyası geldi. Öyle ya, bu "şizofren"ler potansiyel suçlu olduğuna göre, çok fazla ince elemeye gerek olmadan hemen derdest edilmeli, toplumdan uzaklaştırılmalıdırlar. Dünya'nın pek çok yerinde, bizdeki gibi koğuş usulü çalışan büyük ölçekli psikiyatri hastaneleri yerlerini daha insani ölçekli kliniklere bırakırken, vurgumuz izolasyona değil tedaviye yönelik olmalıydı diye düşünüyorum.



Bütün bu tantana da üstelik, "Dünya Ruh Sağlığı" günü nedeniyle konuyu dikkate çekmeye çalışılırken çıkıyor. Türkiye Psikiyatri Derneği'nin TV'ye çıkan başkanı, Ruh Sağlığı Yasası talebi ve tedavi ihtiyaçları ile ilgili ne kadar dikkatli konuşuyorsa, Arif Hoca'da o kadar pervasız. 7.5 milyon şizofreni hastası derhal kontrol altına alınmalıdır diyor. Anket ile bulunamayacağından, ancak "olsa olsa" metoduna dayandıgına inandığım bu tahmin, toplumun bir sağlık hizmeti olarak psikiyatriye olan ihtiyacına işaret etmekten çok, manşet olması garanti bir sansasyon yaratmayı amaçlıyor gibi görünüyor.



Elbette denebilir ki, Sn. Verimli, hiç kendini pazarlama isteği olmadan, tamamen temiz duygularla ve bir misyonun parçası olarak bu çağrıyı yapmıştır. Ancak mevzubahis gazete aktarırken açıklamayı çarpıtmıştır. Her ne kadar aynı açıklamanın 3 aşağı 5 yukarı çok benzer versiyonlarını başka kaynaklardan da doğrulamış olsam da, o zaman yapılacak hareket bellidir: bu haberleri tekzip etmek. Bir de elbette basına bu tür açıklamalar yaparken, bu işin etik / felsefi boyutlarına daha fazla dikkat etmek.

Etiketler:

Devamı

2 Eylül 2006

Turkcell Mobil İmza

Aylardir uzerinde calistigim, GSM SIM kartları üzerinden nitelikli elektronik imza (ıslak imzaya eşdeğer) atabilmeye yarayan Mobil İmza teknolojisi nihayet gözler önüne çıkmaya hazır. Önümüzdeki hafta gerçekleşecek CEBIT Bilişim Eurasia fuarında, Turkcell standında görebilirsiniz. Ben de muhtemelen oralarda olurum. Bütün bu servisle ilgili koşuşturmalarımı yakında bilen babacığım de keşke oralarda olabilseydi.

Beni fazlasiyla heyecanlandiran bu servis, dunyada cesitli acilardan ilklerden birisi. Turkiye'deki Elektronik İmza kanununa referans teskil eden AB Elektronik Imza direktifine uygun hazirlanmis ve ticari olarak piyasaya sunulmus Avrupa'daki 4. servis olacak. Ilk 3 servis Norvec (Telenor), Finlandiya (Elisa) ve Finlandiya (TeliaSonera). Kuzey Avrupa ulkelerinde, bir miktar da devletin yonlendirmesiyle baslayan bu servis, Avrupa'da ilk defa anlamli bir pazar sansi olacagi dusunulerek genis olcekte piyasaya sunulacak. Elektronik imza anahtar ciftinin, musteri tarafindan, akilli kartin uzerinde, karti teslim aldiktan sonra gerceklesmesi teknolojisi (On-Board Key Generation- OBKG)'ni de ticari olarak kullanan ilk mobil imza servisi olacak.

Turkiye'de bilgisayar penetrasyonunun, son yillarda artsa da, dusuk kalmasi nedeniyle GSM ortamında bu servisin sunuluyor olması bence çok büyük bir fırsat. Vatandaslarin cok sınırlı bir kısmının bilisim teknlojilerinin nimetlerinden yararlanabilmesi anlamina gelen, gelişmiş ülkelerle aramizdaki dijial uçurum (digital divide)'un bir miktar kapatilabilmesi icin bu servisin çok onemli işlevleri olabilecegini dusunuyorum. Tabii bunun icin sadece mobil imza'nın piyasaya cikmasi yetmez, bir imza attırmak icin vatandasin yüz yüze işlem yapması gereken, internet ortamında herhangi bir hukuki altyapısı olmadan kullanici adi - sifre ile risk alarak ve aldirarak islem yapan ve yaptiran bireylerin, özel sektör, kamu ve NGO'ların uygulamalarını bu teknolojiyle entegre hale getirmesi gerekiyor.

Servisin pek cok faydasi olacak. Nitelikli elektronik imza'nıın vatandaşlar arasında yayginlasmasinin yani sira, bir kart okuyucu veya bilgisayara bagli kalmadan her yerde ve her zaman elektronik imzanızı atabilmenizi sagliyor. Ayrica, bir suru bankada, internet sitesinde farkli farkli internet sifreleri kullanmak yerine sistemle entegre olmus her bankada, sadece tek bir sifre ile, yani mobil imza sifresi kullanip imza atarak işlem yapma, login olma şansınız
olacak. Bir çok bankanın internet şifresini hatirlamaktan sıkıldıysanız, çözümü geliyor.

Daha detayli bilgier için CEBIT Eurasia fuarı'na bekliyorum.

Asagida, Bilişim fuarına paralel olarak düzenlenen Bilişim Zirvesi'nde duzenlenecek olan konuyla ilgili paneli ve Dunya gazetesi'nde yayınlanmis bir haberi ekliyorum.


7 Eylül 2006, Perşembe
10:30 - 11:30 Mobil iletişim - Bilginin ‘güvenli mobil’ akışı
Interexpo Salonu


Mobil iletişim, kullanıcıların mekandan bağımsız olarak, hareket halindeyken de sürdürebildikleri bir iletişim şekli. Elektronik imza teknolojileri, ülkemizde gerekli yasal çerçevenin oluşması ile birlikte, kişilerin elektronik ortamda da ıslak imzaya eşdeğer imzalarını atabilmelerini sağlayan yeni bir fırsat. Türkiye’de ilk kez Turkcell tarafından sunulan Mobil İmza ile Bilişim sektöründe yıllardır elektronik imzanın hayali olarak anlatılan “mobil elektronik imza” gerçekleşmiş oldu.

Mobil Elektronik İmza, kişilere SIM kartları ile diledikleri yerde ve diledikleri zaman, ek bir kart veya kart okuyucuya ihtiyaç duymaksızın ıslak imzaya eşdeğer elektronik imzalarını atabilmelerini sağlıyor. Mobil İmza ile, bir belge imzalamak için bir yerden bir yere gitmeye, saatlerce sıra beklemeye gerek kalmayacak, birçok uygulamada ayrı ayrı tanımlanan kullanıcı adı, şifre karmaşası ve internet güvenlik riskleri ortadan kalkacak.

Mobil Elektronik İmza’nın ülkemizde yaygınlaşması, kamu alanındaki başvuruların, sosyal güvenlik ve sağlık uygulamalarının, vergi ödemelerinin ve diğer resmi işlemlerin kolaylıkla yapılarak, e-devlet kullanımının da yaygınlaşmasını sağlayacak. Mobil İmza, diger yandan da zaman ve kaynak tasarrufu yaratacak.

Panelde, yakında kullanılmaya başlanacak Mobil Elektronik İmza ile ülkemizde kullanıcılar ve uygulama geliştiriciler için doğacak fırsatlar neler olacak sorusuna yanıt aranacak.

Behçet Envarlı - e-Güven, Genel Müdürü
Yasin Beceni - e-Güven, Hukuk Danışmanı
Deniz Tunçalp - Turkcell Katma Değerli Servisler, Ürün Yöneticisi
Altuğ Acar - Turkcell, İş Geliştirme Bölüm Yöneticisi

***

Turkcell'den ıslak imza yerine Mobilİmza

İSTANBUL - CeBIT Bilişim Eurasia'nın ana sponsoru Turkcell, TurkcellMobilİmza ile ıslak imzaya eşdeğer olan sim kart üzerinden elektronik imza dönemini başlattı. Fuarda sırasında ilk görüntülü görüşmeyi yapmaya da hazırlanan Turkcell, görüntülü radyo servisini de ilk kez fuarda tanıtacak. CeBIT Bilişim Eurasia'nın ana sponsoru Turkcell, Türkiye'de ilk kez sim kart
üzerinden elektronik imza dönemini başlattı.

Fuarda görücüye çıkacak yeni ürünleri ile ilgili düzenlenen basın toplantısında, "mobil imza"nın yanı sıra görüntülü konuşma ve görüntülü radyo hizmetleri de tanıtıldı. ...

TurkcellMobilİmza

Toplantıda CeBIT'te ziyaretçilere sunacakları hizmetleri anlatan Turkcell Katma Değerli Servisler Genel Müdür Yardımcısı Cenk Serdar da, Türkiye'de bir ilk olan TurkcellMobilİmza'yı tanıttı. Serdar, "Sim kart üzerinde elektronik imza servisi dönemini başlattık. Islak imzaya eşdeğer olan bu sistem, Türk Hukuku ve Avrupa Birliği normlarına uygun. Tapu, noter ve evlilik işlemleri dışındaki tüm kamu işlerinde 'mobil imza' kullanılabilecek. Aynı zamanda internet bankacılığına son derece güvenli bir ortam sağlacak" diye konuştu.

Devlet dairesine gitmeden cep telefonundan mobil imza ile bürokratik işlemlerin yapılabileceğini anlatan Serdar, bu hizmetten özel sektörün de yararlanabileceğini belirtti. Serdar, "Finans, sigorta, hisse alım-satımı cep telefonundan gerçekleştirilebilecek. İnternet bankacılığında çığır açacak. Bankanın internet sitesinde kullanıcı adı ve şifre girmeden sadece cep telefonu numarası girerek ve mobil imzanınızı yazarak bankacılık işlemlerini yapabileceksiniz. Bilgisayarınız ve cep telefonunuz çalınsa bile, mobil imzanızı sizden başka kimse kullanamıyor" dedi.

...

Etiketler:

Devamı

20 Mayıs 2005

Endüstri Mühendisliği ve Modernite

Üyesi oldugum ODTÜ Endüstri Mühendisliği mezunları eposta listesinde, bölüm başkanı Çağlar Güven hocam, ders programına bu yıl yeni eklenen "Systems Thinking" mecburi dersinden bahis açarak, içinde algoritma olmayan, klasik bir EM öğrencisinin alıştığı ders biçim ve içeriğinden farklı bu derste, öğrencilerin tedirgin olduğunu, çözüm olmadığı takirde endüstri mühendisinin ne işe yarayacağını sorduklarını söyledi. Kısacası öğrenciler, alıştıkları gibi, sosyal boyutu da olsa endustri mühendisliği problemlerini bir fabrikanın üretim planlama problemine ait matematiksel modeli çözer gibi çözmek istiyor, giderek böyle bir dünyada kendilerini daha rahat hissediyorlarmış. Buradan hareketle Çağlar hocam sormuş: "Modernite endüstri muhendislerini topyekün teslim mi almış ne olmuş.." Aslında sonunda soru işareti olmadığına göre soru sayılmasa da oturdum birkaç satır yazdım. Yazdığım epostayı gönderdikten sonra düşünmeye devam ettim ve eposta metnini geliştirerek blog siteme eklemeye karar verdim.

Endüstri mühendisliği F.W. Taylor'un bilimsel yönetim yaklaşımından kaynaklanmış bir disiplin. Her ne kadar daha sonra bunun üzerine kritik teori'den nasibini almış sistem düşüncesi yaklaşımları ile farklı tartışmalar açsa da genel olarak çözülmek istenen problemin farklı katılımcılarının farklı amaç fonksiyonlara sahip olabileceklerini, veya nesnel gerçekliğin aslında öznel olabileceği çok sık gündeme getirilmiş bir alan değil.

Yani endüstri mühendisliği problemlerini çözerken mühendisimizin genellikle kullandığı amaç fonkisyonu birdir, birden fazla bile olsa bu amaçlar aynı katılımcıların (mesela yöneticilerin) amaç fonksiyonudur. Ayrıca "bilim" olmaktan dolayı bilimsel bir kesinlik aranır, ölçüler tamdır, sonuçlar kesin. Bu bakış açısı doğal olarak EM dalını fonksiyonalist ve pozitivist bir kutunun içinde varediyor.

Türkiye'de farklı EM bakış açılarına en açık bölüm olduğunu düşündüğüm ODTÜ EM'de bile sistem düşüncesi ve kritik bakış açılarının önlisans eğitimine ancak bu yıl girdiği düşünülürse, modernitenin EM'yi teslim almadığını, bilakis uzun bir süredir zaten EM'nin sahibi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu yüzdendir ki, yöneylem araştırması ve endüstri mühendisliği konularını öğrenip problem çözmek konusunda idman yapmış genç endüstri mühendisleri iş hayatına çıktıklarında, bu metodlarla çözecek net problemler arıyorlar. Eğer üretim planlama gibi alıştıkları tanımlı problem ortamlarında çalışmıyorlarsa da ellerindeki metod ve yaklaşım kümesi ile karşı karşıya oldukları karmaşık problemler arasında ilişki kurabilmeleri vakit alıyor.

Öyle ya, en alışık olunan üretim planlama tipi problemler de dahil problemleri bir modele indirgeyebilmek, bu sırada temel amaç(lar)ın problemin katılımcısı pek çok kesimden kimin amaçları olacağına karar vermek, çözüm ararken hangi teknik, sosyal, politik kısıtları göz önüne alacağına karar vermek çok alışık olunan bir durum değil. Üstelik sonunda bir modele ulaşsak bile, bunun çözümü olup olamayacağı, ulaştığımız çözümün orjinal problemin çözümü olup olamayacağı, ulaşılan çözümün nasıl uygulanacağı kesinlik taşımayan konular.

Aslında Endüstri Mühendisliği önlisans eğitiminde bu tür derslerin olması, en azından mezunların bir kısmının mezun olduktan sonra elinde bir çekiç, çakacak çivi arayarak geçirmek yerine iş dünyasını kendince algılamak yönünde bir bakış geliştirmesinde yararlı olabilir. O nedenle sözkonusu dersin programa konmasını ve böylece kesin doğrulardan ve çözümlerden çok emin olmaya alıştırılmış mezun adaylarının biraz da olsa şüpheci ve sorgulayıcı olmaya teşvik edilmesinin çok olumlu olduğunu düşünüyorum.

Mühendislik eğitimi sırasında kullanılan neredeyse bütün yaklaşımlar zaten modernist. Bilimsel eğitim yaparken yaklaşımın bu kadar işlevselci olması elbette şaşılacak bir şey degil. Ama sosyal boyutta bir farkındalık yaratacak şekilde toplumları başka türlü algılamanın, başka şekilde bilim yapmanın, gerçekliği farklı şekilde algılamanın mümkün olduğunu gündeme getirmek lazım.

Örneğin Endüstri Mühendisliği'nin temeli olan yöneylem araştırmasını öğrenirken genellikle kendimizden çok emin şekilde yaptığımız basitleştirme ve kabullerin adeta gökten düştüğünü düşünüyorum. Kısıt ve hedef fonksiyonlarında doğrusallığın sorgulandığını elbette gördüm ama bir problemi modellerken neleri modelin kısıtları arasında koyup neleri problem tanımımızın dışında bıraktığımız veya ihmal ettiğimize bağlı olarak dünya algımızın değiştiğini daha sık farketmeli. Evlilik başka aşk başka gibi düşünüp üretimle ilgili bir problemi çözerken çevresel maliyetleri göz ardı eden bir "çevreci" endüstri mühendisi, hayata dair algısını çözdüğü probleme daha iyi yanıstamaz mı?

Bir endüstri mühendisinin, çözmek istediği problemi, tamemen rasyonel bir şekilde her detayı ile algılayıp modelleyemeyeceğinin farkında olması gerekir. Çözüm için hazırlanan modeller ister istemez bir indirgemedir. Çözüm sürecinde başka bir takım indirgemeler de olabilir. Bunların sonunda bir sonuca ulaşsak bile ulaştığımız çözümü uygulamak örgütsel bir çevrenin içinde belirli nesnel şartlar ve örgütsel aktörlerin etkisi altında apayrı zorluklar içermekte. Durum böyleyken endüstri mühendisliği eğitiminde uygulamaya yönelik bir çözüm için optimal çözümden çok çözümün hasasslık analizinin kritik olduğu tekrar tekrar anlatılmalı. Böyle yapılmazsa pozitivist kesinlikten bu kadar emin yetişip gelen bir mezun adayının, fonksiyonel kutunun dışındaki dünyayı görünce bocalaması normal olsa gerek.

Bu nedenle öğrencilerin bu gibi konularla ilgili kritik bakış açısı geliştirmelerini eğitimin başından beri desteklemeli, bununla ilgili ipuçları verilmeli. Öğrenciler daha yöneylem araştırmasını öğrenmenin ilk adımlarındayken, durum ve problemlere bir başka açıdan da bakabilmeye davet edilmeli. Bunun hem bilim yapış şekli için hem de mezuniyet sonrasında iş hayatında çevreyi algılarken yararlari olacağını düşünüyorum. Tabii bu öncelikle, öğretim üyelerinin kritik teoriye gönüllerini biraz açmalarını gerektirir. Bence o kısmı, pozitif bilimsel idrak ve iman içinde daha da zor.

Ancak neyse ki, diğer mühendislik dallarına göre sosyal bilimlere bir parça daha yakin olmaktan dolayı endüstri mühendisleri sosyal bir farkındalığa, örneğin bir kimya mühendisinden daha yakınlar. Temel bilimlere daha yakın mühendislik dallarında bilim yapma şeklini ve gerçeklik anlayışını sorgulamak çok daha zor olsa gerek.

Etiketler:

Devamı

15 Mayıs 2005

Amerikalılar Neden Ejderhalardan Korkuyor? - Ursula K. Leguin

Ursula K. LeGuin'in 1974 tarihli bir konuşması. Yazarın Susan Wood tarafından derlenmiş çeşitli konuşma ve yazılarını içeren The Language of The Night Kitabından Ali Tamur tarafından çevrilmiştir.
******
Konuşmam fantazi edebiyatı üstüne olacaktı, fakat bugünlerde kendimi pek hayalci hissetmiyor ve neler konuşacağıma bir türlü karar veremiyordum. Ben de herkese fanteziler hakkında bir şeyler anlatsana diye sormaya başladım. Bir arkadaşım, "dur sana fantastik bir hikaye anlatayım" dedi. "On yıl önceydi. Bir kütüphanenin çocuk kitapları bölümüne gidip Hobbit kitabini istedim. Kütüphane memuru da büyük kitapları bölümüne bakmamı söyledi. Öyle sırf günlük dertleri unutturmak için yazılmış kaçış kitaplarının çocuklar için zararlı olduğunu düşünüyorlarmış!".

Beraberce gülüştük ve son on yılda durumun epey değiştiği konusunda fikir birliğine vardık. Çocuk kütüphanelerinde fantezi kitaplarına ahlakçı bir sansür uygulanması artık pek söz konusu değil. Ama çocuk kütüphanelerinin çölde bir vaha haline gelmesi çölün var olmadığı anlamına gelmiyor. Kütüphane memurunun iyi niyetle dile getirdiği bakış acısı hala mevcut ve kökleri Amerikan kültürünün derinliklerine uzanıyor: Fantezileri tasvip etmeyen -ahlaki - bir değer yargısı. Öyle yoğun ve kimi zaman şiddetli bir onaylamama söz konusu ki ister istemez kaynağının korku olduğu sonucuna varıyorum.

Böylece baslığa geldik: Amerikalılar Neden Ejderhalardan Korkuyor?

Yanıtlamaya geçmeden önce; bütün gelişmiş toplumların, kimisi az, kimisi çok, hayalperestliğe karsı soğuk durduğunu sanıyorum. Kimi ülkelerin edebiyatlarında birkaç yüzyıldır yetişkinler için fanteziye yer yok, Fransız edebiyatı mesela. Ama öte yandan Almanya'da fantezi sevilir, İngiltere'de hem sevilir hem de diğer tüm milletlerden daha çok gelişmiştir. Ejderhalardan korkmak sadece batılılıkla veya gelişmişlikle açıklanabilecek bir şey değil. En iyisi tarihsel açıklamalar yapmaya hiç kalkışmayıp sadece yeterince iyi tanıdığım tek millet olan modern Amerikanlılardan bahsedeyim.

Niye ejderhalardan korkuyor bu Amerikalılar diye düşünürken fark ettim ki birçok Amerikalıya sadece fantezi değil kurgu olan her şey ters geliyor. Millet olarak insan hayalinin ürünü olan her şeye şüpheli gözle bakıyor, hakir görüyoruz.

"Karım okur roman. Benim vaktim yok" "Ortaokul sularında bilim-kurgu okurdum ama tabii artık okumuyorum" "Masallar çocuklar içindir. Ben gerçek dünyada yaşıyorum"

Kim bunları söyleyen? Kim böyle kendine güvenli bir edayla Savaş ve Bariş'ı, Zaman Makina'sını, Bir Yaz Gecesi Rüyasını silip atabiliyor? Korkarım, sokaktaki adam, çalışkan, otuz yasinin üstünde Amerikan erkekleri, ülkeyi çekip çevirenler.

Tüm edebiyatın böyle red edilmesi birkaç tipik özelliğimize dayanıyor: Puritenligimiz, çalışma ahlakimiz, kara dayalı bakış acımız, hatta cinsel kültürümüz.

Savaş ve Bariş'ı veya Yüzüklerin Efendisini okumak bir iş değildir, zevk için okursunuz okursanız. 'Eğitim Amaçlı' veya 'Kendini Geliştirme Faaliyeti' seklinde bir kulp bulamıyorsanız yaptığınız ise, puriten değer yargılarımız onu biraz bencilce bir lüks veya gerçeklerden kaçmak olarak niteleyecektir. Bir puriten için zevk almak değer verilecek bir şey değil bir günahtır.

Ayni şekilde bir işadamının bakış acısıyla, bir davranış ancak kısa vadede somut bir getirisi olacaksa kabul edilebilirdir. Tolstoy ve Tolkien okumak için sadece bir edebiyat öğretmeninin bir özrü olabilir, parasını onlardan kazanıyor ne de olsa. Tabii işadamımız da arada bir kendine bir best-seller okuma izni verebilir; iyi bir kitap olduğundan değil, çok sattığından, başarılı, iyi kazandırmış bir ürün olduğundan. Para tüccarımızın tuhaf, mistik kafasında iyi kazandırmış olması o kitabin varlığını haklı çıkarmaya yeter, o da onu okuyarak mevcut başarının gücünü, tılsımını birazcık paylaşabilir. Büyü denmezse buna, neye denir bilmiyorum.

Son neden, cinsel kültürümüze dayalı olan daha karmaşık. Umarım kültürümüzde fantezi karşıtı tutumun temelde bir erkek zihniyeti ürünü olduğunu söylediğimde ayrımcılık yaptığım düşünülmez. Amerikalı oğlanlar ve erkekler, erkekliklerini kimi insani özellikleri, insana verilmiş kimi hediyeleri yadsıyarak tanımlama durumunda kalıyorlar. Çocukça diye, kadınsı diye adlandırılmış özellikleri. Bu özelliklerden biri de, insanin çok gerekli ve yok edilemez bir yetisi olan imgelemdir.

Bunu yazdıktan sonra sözlüğe baktım, diyor ki İmgelem: 1. Hayal etme, o anda duyu organları ile algılanmayan bir şeyi zihinde canlandırma 2. Henüz gerçekleşmemiş olay ve eylemleri zihinde tasarlama

Güzel, "çok gerekli ve yok edilemez" kelimeleri aynen yerinde kalabilir. Ama konuya uyması için tanımın kapsamını biraz daraltmam gerekiyor. İmgelem derken, kafanın serbestçe oyun oynamasını kast ediyorum: sonuç ister entellektuel, ister algısal bir urun olsun. Serbestçe derken, doğrudan bir getiri beklentisi ile yapılmayan, spontane yapılan isleri kastediyorum. Tabii bu kafanın serbestçe oyun oynamasının arkasında bir amaç olamaz demek değil, hem de gayet ciddi amaçlar olabilir. Çocukların yaratıcı oyunları erişkinlikte gerekecek duygu ve davranışların alıştırmasını yapmaya yarar; çocukluğunu yasamayan olgunlaşamaz. Erişkinlerin kafasının serbestçe oyun oynaması Savaş ve Barış olarak ürün verebilir, Görecelik Teorisi olarak ürün verebilir. Serbestlik disiplinsizlik demek değil ne de olsa. Sanatla uğraşırken de bilimle uğraşırken de mutlaka öğrenilmesi gereken şeyin hayal gücünün disiplin altına alınması olduğunu düşünüyorum. Meseleyi disiplin deyince aklına baskı altına almak ve cezalandırmak gelen puritenligimiz karıştırıyor. Disiplin baskı altına almak anlamına gelmez, büyümesini ve meyve vermesini cesaretlendirmek anlamına gelir, ister şeftali ağacından ister insan zihninden bahsediyor olalım.

Birçok Amerikalı erkeğe tam tersinin öğretildiğini sanıyorum. Hayal güçlerini bastırmayı, imgelemin çocuksu, efemine, yararsız ve zaten muhtemelen de günah olduğunu öğrendiler.

İmgelemlerinden korkmayı öğrendiler. Disiplin altına almayı öğrenmediler.

İmgelemin bastırılabileceğinden şüpheliyim. Çocuktan imgelemini çıkartırsanız büyüdüğünde sadece bir ot, gerçek bir ot elde edersiniz. İmgelem de kötü huylarımız gibi dışarı çıkmanın bir yolunu bulacaktır. Ret edilir ve tiksintiyle karşılanırsa deforme olacak, vahşi biçimlere bürünecektir. En iyi ihtimalle sik sik pembe hayaller kurmaya, en kotu ihtimalle de hüsnü kuruntulara, hayallerle gerçekleri karıştırmaya dönüşecektir. Pembe hayaller kurmak, kaptırırsanız çok tehlikeli bir uğraştır. Eski puriten zamanlarımızda tek izin verilen kitap İncil'di. Şimdiki laik-puriter zamanlarımızda bir erişkine yakışan bir uğraş olmadığı için, veya içinde yazılanlar doğru olmadığı için roman okumayan kahramanımız, büyük ihtimalle televizyondaki bol kanlı detektiflik dizilerine, niteliksiz westernlere, spor sayfaları ve porno dergilerine, Playboy'a ve daha seviyesizlerine yönelecektir. Besinden yoksun kalmış hayal gücü zorlayacaktır onu. Bu eğlencelerin gerçeklerle ilgili olduğunu soylerek kendini hakli bulacaktır, sonuç olarak cinsellik bir gerçek, detektifler var, beyzbolcular var, eskiden kovboylar vardı. Bir de bunların "erkekçe" konular olduğunu söyleyecektir ki bu da kadınların ilgilenmeye değer bulmadığı anlamına geliyor.

Bütün bunların gerçeklerden uzak, kısır uğraşlar olması ona bir uyarı gibi gelmeyecek, tam tersine içini rahatlatacaktır. Gerçekçi olsalardı, yani güzelce hayal edilmiş, yaratıcı ürünler olsalardı onlardan korkacaktı. Sahte gerçekçilik zamanımızın en önde gelen kaçış edebiyatıdır. Bu "edebiyatın" bas yapıtı da günlük borsa raporları olsa gerek.

Kahramanımızın karısı ne alemde bir de ona bakalım. Onun toplumun beklentilerine uygun bir yaşam sürebilmesi amacıyla hayal gücünü kısıtlaması gerekmedi. Ama eğitmesi de gerekmedi. Roman, hatta fantezi okuyabilir. Ama eğitim ve teşvikten yoksun kalmış hayal gücü büyük ihtimalle pembe dizilere, duygusal-tarihi romanlara, arkası yarınlara ve, imgelemin yararlarına inanmayan toplumun, hayal gücünün gerçek ürünlerinin yerini alması için seri üretim atölyelerinde tasarladığı diğer zırvalara saplanacaktır.

Peki imgelem ürünlerinin yararı nedir?

Görüyorsunuz, çok acıklı bir durum var ortada, çalışkan, dürüst, yasalara saygılı bir yurttaş, erişkin, eğitimli bir insan, ejderhalardan ve hobbitlerden korkuyor. Masal dendi mi ödü kopuyor. Komik, ayni zamanda da acıklı. Ne yararı var bütün bunların diye soruyor Sayın Bay, canavarlar, hobbitler, küçük yeşil adamlar, kime ne yararı var bunların? Başka ne yapılabilir bilmiyorum, saldırgan ve karsındaki hor görerek soruyor olsa da sorusuna dürüst bir yanıt vermeye çalışacağım.

Ne yazık ki en doğru cevabi hiç dinlemeye bile çalışmayacak. En doğru cevap "Bütün bunların yararı insana keyif vermesi, haz vermesidir"

"Vaktim yok" diye sözümü kesip, mide ilacını yutarak golf oynamaya koşacak.

Peki, bu durumda ikinci en doğru cevabi vermeyi deneyeceğiz. Sonuç muhtemelen daha iyi olmayacak ama yine de denemeliyiz. "Fantezilerin yararı, dünyayı, diğer insanları, duygularını ve kaderini daha derinden anlamanı sağlamaktır"

Korkarım buna cevabi söyle bir şey olacak: "Mesleğimde yükseliyorum, aileme her şeyin en iyisini alıyorum, iki arabamız bir de renkli televizyonumuz var. Dünyayı yeterince iyi biliyorum ben!"

Ve tabii söylenecek bir şey yok, gayet hakli. İstediği buysa, tüm istediği buysa...

Büyülü yüzüğünü hayali bir yanardağa atmaya çalışan bir hobbitin sorunlarını okurken öğrenecekleriniz, ne toplumdaki statünüzü ne de gelirinizi olumlu yönde etkilemez. Hatta, arada bir ilişki varsa tam ters yönde olmalı. Fantezi ile para ters orantılıdır. Bu, ekonomistlerce LeGuin kanunu olarak bilinen bir kanun. Kanunun doğruluğuna sizi çarpıcı bir örnekle ikna etmeye çalışayım: Bir gün arabanıza, sırt çantası, gitarı, uzun saçları, gülümsemesi ve otostop yapan başparmağı dışında hiçbir sermayesi olmayan gençlerden birini alin. Çoğu zaman bu kaybolmuş çocukların Yüzüklerin Efendisini okumuş olduklarını hatta kimisinin kitabi neredeyse ezbere bildiğini göreceksiniz. Bir de Aristotle Onasis'i veya Paul Getty'i ele alalım: bu adamların hayatlarının herhangi bir bölümünde, herhangi bir nedenle bir hobbitle alışverişi olmuş olabilir mi?

Yine de, ekonomik imparatorluklarını bir kenara bırakırsak, Onasis'in, Getty'nin ve diğer kasvetli trilyonerlerin fotoğraflarına dikkat ettiniz mi? Sıkıntılı tuhaf bakışlarına, sanki susamışlar gibi? Sanki bir şey kaybetmişler de nerede kaybettiklerini hatırlamaya, hatta neyi kaybettiklerini anlamaya çalışıyorlarmış gibi?

Çocuklukları olabilir mi kaybettikleri?

Böylece imgelemin yararları, özellikle de edebiyatın ve en çok da masalların, efsanelerin, fantezilerin, bilim kurgunun ve diğer deli zırvalarının yararları hakkındaki savunmama geliyorum. Öyle inanıyorum ki olgunluk, insanin çocukluğuna burun kıvırmaya başlamasıyla değil, büyümesiyle olur. Erişkin bir insan yolda olmuş bir çocuk değil, erişkinliğe ulaşmış bir çocuk demektir. Erişkin bir insanin en iyi yanları bir çocukta da aynen vardır. Ve bu yanlar çocukluk ve ilk gençlikte teşvik edilirse erişkinlikte de iyi ve bilgece kullanılacaktır. Baskı altına alınmaları ve inkar edilmeleri kişiliğin gelişimini engelleyecektir. Bu özelliklerden en insanca olan bir tanesi de hayal gücüdür. Kütüphaneciler, öğretmenler, anne-babalar, yazarlar veya sadece erişkinler olarak neşeli bir görevimiz var: çocukların hayal güçlerinin özgürce gelişmesini, meyve vermesini teşvik etmek, hayal güçlerinin en saf ve en iyi ürünlerle beslenmesini sağlamak. Ve asla bu en saf, en iyi ürünlere dudak bükmemek, küçük görmemek, çocukça veya saçma bulmamak.

Çünkü fantezi gerçektir. Gerçekten yasanmış olayları anlatmaz ama gerçeği anlatır. Çocuklar bilir bunu. Büyükler de biliyor, bildikleri için korkuyorlar. Fantezilerin gerçeği, hayatlarındaki yalanları tehdit ediyor çünkü; hayatlarını üzerine kurdukları yanlış, sahte, gereksiz ve fani ne varsa tehdit ediyor. Ejderhalardan korkuyorlar çünkü özgürlükten korkuyorlar.

Çocuklarımıza güvenelim. Normal olarak çocuklar gerçeği ve fanteziyi birbirine karıştırmazlar, en azından biz büyüklerden çok daha az karıştırırlar. (Büyük bir masalcının anlattığı Kralın Yeni Elbiseleri masalı da tam bunu anlatmıyor mu? Çocuklar tek boynuzlu atların gerçek olmadığını bilirler. Ayni zamanda tek boynuzlu atları anlatan bir kitabin, eğer iyi bir kitapsa gerçek olduğunu, gerçeğe dair olduğunu da bilirler. Bu, çoğu zaman anne babanın bilgisinden daha çoktur; çocukluklarını inkar ederek bilgilerinin yarısını inkar etmiş, acıklı, kısır bir gerçekle "tek boynuzlu atlar gerçek değildir" ile başbaşa kalmış anne babaların. Kimseyi bir yere ulaştıramayacak bir gerçek o. (Başka bir büyük fantezi yazarının anlattığı, tek boynuzlu atların gerçek olmadığı konusunda fanatiklik yapmanın insanin basını derde sokabileceğini anlatan Bahçedeki Tek Boynuzlu At masalı dışında) Çok eski zamanlarda, memleketin birinde bir ejderha yasarmış" "Toprağın içinde bir kovukta bir hobbit yasardı" Böyle güzel, böyle gerçek dışı cümlelerdir biz insan denilen fantastik yaratıkları kendi tuhaf yolumuzla gerçeğe ulaştıran.

Etiketler:

Devamı

Kadınlar Rüyalar ve Ejderhalar - Ursula K. Leguin

Erkin ÇAM - 25 Şubat 2000, Cuma
http://arsiv.hurriyetim.com.tr/agora/00/02/25/leguin.htm

Bilimkurgu yazarları içinde özel bir yeri olan Ursula K. LeGuin birçok bilimkurgu okuyucusu gibi benim de dikkatimden uzun süre uzak duramadı. "Mülksüzler" ile başlayan LeGuin okumalarım diğer yazarlarla olanlardan ciddi biçimde farklı gelişti. Beğenip arsızcasına tüm kitaplarına saldırdığım diğer yazarların aksine LeGuin hazmedilmesi için zamana ihtiyaç duyulan bir çizgide.

Okuduğum bütün romanları hakkında söyleyebileceğim ilk şey, istememle, edinip okumaya başlamam arasında geçen sürenin, okuma isteğimin şiddetine göre çok uzun olmasıdır.
Elime aldığımda heyecanlandığım her romanın arkası kitaba olan ilgimi söndürüyordu geçici olarak. Tüm yaşayanların "androjen-çift cinsiyetli" olduğu "Karanlığın Sol Eli"ni almaya karar vermem neredeyse 3 ay sürdü. Her okuduğum kitap arkası beni rahatsız ediyor, üzerinde düşünmeyıp kabullendiğim değerleri ve güçleri düşünmeye ve sorgulamaya zorluyordu.
"Karanlığın Sol Eli" cinsiyetin kudretini, "En Uzak Sahil" ölümü, "Mülksüzler" topluma yabancılaşmayı ve devrimi unutmama engel oluyordu. Diğer bazı bilimkurgu yazarları gibi uzay gemisinde geçen savaş romanları değil, "ikircikli ütopyalar" yazıyordu LeGuin.

"Devrimi satın alamazsınız, devrim yapamazsınız, devrim olabilirsiniz ancak!" diyen Odo'yu unutmak mümkün mü?Tolkien serüvenimle yaklaşık aynı döneme rast gelen "Yerdeniz Üçlemesi" okumalarım ise beni LeGuin'in farklı bir yönüyle tanıştırdı; düş kurmaktan vazgeçmiyordu. Tolkien'ın açtığı yoldan ilerlemeye çalışırken onu taklit etmekten öteye gidemeyen, cansız ve sığ fantezilerın içinde türün "özgün" ve "değerli" bir yazarı, Bülent Somay'ın deyimiyle "Fantezi edebiyatında LeGuin'in yeri, Tolkien'ın yanıbaşında". Maceraları değil düşünceleri anlatan bir edebiyat onunki. Kahramanları birer alışılmış BK tipinin rötuşlanmış halleri değil, gelecekte (ya da geçmişte?) yaşayan, düşünen, acı çeken, karakter sahibi 'insanlar'…İyi de kimdir bu LeGuin ?

Ursula Kroeber LeGuin 1926'da Kaliforniya'da doğmuş. Babası ünlü antropolog Alfred Kroeber, annesi ise yazar Theodora Kroeber. Radcliff ve Columbia Üniversitelerinde edebiyat eğitimi görmüş. Tarihçi Charles LeGuin ile evlendikten sonra 1950'li yıllarda fantastik öyküler ve romanlar yazmaya başlayan LeGuin bunları uzun süre yayınlatamamış. 1962'de ilk öyküsü yayımlandıktan sonra 1974 yılında "Mülksüzler" piyasaya çıkmış. Bu bilgiler yeterli mi?Hayır.Ne yer, ne içer, nasıl yaşar, neler düşünür, nasıl yazar? Böyle sorular bir yazarı beğendiğinizde cevaplarını gerçekten merak ettığiniz, öğrenmek istediğiniz sorular haline geliyor.

LeGuin'ın denemelerinin toplandığı, Metis Seçkileri'nden çıkan "Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar" kitabını ilk gördüğümde neredeyse ilk defa onun bir kitabını hiç düşünmeden aldım. Sorularımın cevapları o kitapta olmalıydı! Daha 15. sayfada cevabımı buldum:"... biz (birkaçı hariç tüm insanlarlar) yazarak iletişim kurarız, ama dolaylı bir yoldan. Sanki sağır ve dilsizmişiz gibi. Hayali durumlardaki hayali insanlar hakkında öyküler yazarız. Sonra bunları yayımlarız (çünkü bu öyküler kendi tuhaf üsluplarıyla birer iletişim eylemidir, başkaldırana hitap ederler). Sonra insanlar bunları okurlar ve telefonu açıp derler ki: Ama sen de kimsin? Bana kendini anlat! Biz de deriz ki: Anlattım ya işte. Hepsi orada, kitabın içinde. Önemli olan herşey orada. Peki ama sen onları uydurmuştun hani! Evet ama nereden?.."Utandım tabii, demek ben de, telefonla olmasa da yazarları rahatsız edip o aptalca soruları soran güruhtandım. Yıne de en iyi yaptığı iki şeyi ev işi yapmak ve yazmak olduğunu öğrendim; bir de kedisi olduğunu. Ama o kitapta başka şeylerden bahsediyordu!'Gerçek' diye nitelendirdiğimiz, bugünkü sistemin sonuçlarından değil, 'gerçek' olması gerekenleri, 'gerçek' olmasını istediklerini anlatır eserlerinde LeGuin. Bunun altyapısını nasıl oluşturduğuna dair ipuçlarını ise ancak denemelerınde bulmak mümkün.

Amacının daima "kimsenin duygularını incitmeden mümkün olduğu kadar çok şeyi altüst etmek" olduğunu söyleyen LeGuin'in Marksizmle, Feminizmle, Jung'la arası iyidir, aydınlanma akılcılığı yerine Taoist bir mistisizmi tercih eder. Tüm bunlar birçok okurun ilk yıllarında yaşadığı gibi malumat istifçiliğinin bir göstergesi, bir yamalı bohça değildir, tam ve sistematik bir bütün oluşturmasa da LeGuin'ın dünya görüşünü oluşturan parçalardır, 'malumat' gerçek hayatta karşılığı olan 'bilgi'ye dönüşmüştür.Rüyalardaki dünyayı fantezi edebiyatı aracılığıyla 'gerçek' dünyaya taşır LeGuin; kendisini dünyaya kapatan, hayalgücünü kısırlaştıran bu dünyadan 'memnun' olanlara bir kapı aralar.

Kadın'ın, Yin'ın gözünden 'iktidar olgusu'nu ve daha da önemlisi 'iktidar tutkusu'nu sorgular, bizim farklı bir açının, feminen açının farkına varmamıza yardım eder. İnsanlığın eşya ile, dünya ile, iktidar ile ile münasebetini tayin için 'maskulin' yanı akılcı, analitik yanını kullanmaya başlamadan önceki o kadim çağlara, anaerkil döneme getirir, donanımsız bırakır bizi. Başımıza gelen bunca şeyden sonra insanlığın Yin-yang'ı dengelemesi vaktinin gelip geçmekte olduğunu gösterır görmek isteyenlere; biraz da farklı bir türde eser veren hemcinsi Alev Alatlı gibi.

Bilinçaltının derinliklerinde keşfettiği, gerçekten çok 'rüya' olan fantezi hikayelerinin olduğundan farklı görülmesi gibi bir sorunla da karşı karşıyadır LeGuin. Anlatmak istediklerinin atlanıp yazılarının arkasının okunmaya çalışılması J.R.R.Tolkien ile paylaştığı bir sorundur fantezi türündeki eserlerınde. Alttan alta bir ütopya, bir mesaj çıkartmaya çalışanlar aslında eseri ya da kahramanları kategorilerden birine sokmadan rahatlayamazlar, alışık oldukları sınırlar içinde tutamazlarsa 'alegorilerle' göndermelerde bulunduklarını iddia ederler."... A aslında B'ymiş, atmaca aslında el testeresiymiş. Laf. Martaval. Eti ve canı olan, birinci ya da ikinci düzeyden her yaratı, "aslında" kahvaltıdan önce bir düzine birbirine benzemeyen şey olabilir... ""Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar", 12 deneme ve bir şiirden oluşuyor. Kadınların yazma serüvenlerine değinen "Balıkçı kadının kızı", Amerikan toplumunun çok ciddi bir eleştirisini içeren "Amerikalılar neden ejderhalardan korkar?", sözcüklerin 'sesini' kaybetmesini anlatan "Metin, Sessizlik, Gösteri", yazar olmanın püf noktasını (!) anlatan "Bu fikirler aklınıza nereden geliyor?", BK romanlarındaki karakterlerin derinliğini sorgulayan "BK ve Bayan Brown", toplumsal ve psikolojik sansürü anlatan "Ruhtaki Stalin", "BK'da Mit ve Arketip" ve diğerleri...

Ursula K. LeGuin'in BK'ya, edebiyata, Batı toplumuna eleştirilerini, kendisini bulacaksınız bu kitapta. Çok düzgün bir çeviri, en az kitapları kadar akıcı bir dil ve düşünmeye zorlayan bir söylem. Gördüğünüz gerçekleri ve 'rüyaları', ve varlığına inanırsanız 'varolan sistemle uyumunuzu' altüst edecek ejderhaları karşılamaya hazır mısınız?Toplumda binbir zorlukla elde ettiğiniz işiniz ve statünüz, paranız, bilgileriniz, donanımınız kurtaramaz sizi: " ... çünkü rüyaların galibi minicik Frodo, çirkin Gollum ve yaşlı kocakarıdır daima... "

Etiketler:

Devamı