31 Aralık 2005

Dansöz Kıtlığı

Bir zamanlar bu ülkede amma dansöz muhabbeti olurdu yılbaşı zamanında. Tek kanallı zamanda dansöz çıkacak mı, çıkacaksa kamera kaç metreden çekecek, orası burası görünecek mi, yoksa ekrandaki karaltı dansözü mü andıracak gibi konuların hararetli tartışıldığı günlerden geliyoruz. Hatta Burçin Orhon'un dansöz olarak TRT'ye çıktığı tek kanallı yılların birinde, Burçin Orhon'un mefruşatçı gibi yoğun tüllerin altında göbek atmasına sinirlenen bir vatandaşımızın, kaldırıp televizyonunu camdan attığını okuduğumu hatırlıyorum.

Çocukken okuduğum bu haberden çok etkilenmiştim. İlk aklıma gelen de, iyi ki aşağıdan kimse geçmiyormuş olmuştu. Güvenlik işine bulaşacağım o zamanlardan belliymiş. O gün bu gündür, her yılbaşında dansöz gördüğümde, aklıma sinirden camdan fırlatılan o televizyon gelir. Şimdi maşallah her yer kanal, her yer dansöz, ama konuşan yok. Normalleşiyoruz umarım giderek. Ama ben de bu arada, bir zamanlar bıdı bıdı diye cümle kurmaya başlıyorum ve sanırım yaşlanıyorum :)
Devamı

30 Aralık 2005

Noel Baba Nasreddin Hoca

Kafalarımız o kadar karışık ki, Noel Baba'nın yerine Nasreddin Hoca'yı mı koyacağız, yoksa bir zamanlar gerçekten varolup olmadıkları bile şüpheli bu karakterlerin her ikisi de eşcinsel diye korkup ikisinden de vaz mı geçeceğiz. Bakın, biz ciddi ciddi bunları konuşurken, dünya Noel Baba ile nasıl dalga geçiyor.

Yarın, kazara magazinel tüketimin odağına Noel Baba yerine Prof. Oktay Sinanoğlu'nun önerdiği gibi Nasreddin Hoca geçerse de, bu sefer Nasreddin Hoca ile dalga geçilirse, herhalde o zaman da milli onurumuz diye ayaklanacağız. Hakikaten derdimiz ne? Kırmızılı tonton bir ihtiyar kılığına girmiş kötü niyetli kurt, biz kırmızı şapkalıları ya dininden ya milliyetinden edecek herhalde.
Devamı

Yeni yıl...


Bir yıl daha bitiyor. Yakında 2006'ları saymaya başlayacağız. Bu sitenin tesadüfi veya düzenli ziyaretçisi beni tanıyan tanımayan herkesin yeni yılı kutlu olsun. Ben de döndüm arkama baktım, son bir yıl içinde yaptıklarıma ve bu açıkgünlük'te yazdıklarıma. Zaten yılbaşı da bu işe yaramaz mı, bir başlangıç yapmaya.

Dönüp baktım da, olduğumdan daha ciddi birisi gibi yazmışım. Tanıyanlar bilir, ciddi konulara ciddi eğilmeyi bilsem de ben bu kadar "asık yüzlü" birisi değilim. Bir arkadaşımi siteye baktığında, özellikle daha önce sağ üst köşede duran kravatlı veskikalık resime bakarak, açıkgünlüğü aşırı ciddi bulduğunu, tanıdığı benim eğlenceli tarafımın siteye yansımadığını söylemişti. O söyledikten sonra, resimi değiştirdim, ama içime sinen ciddiyet yazılardan çıkmamış.

Yeni yıl daha eğlenceli bir hayat yaşamaya ve daha eğlenceli yazılar yazmaya karar veriyorum. Tez jurisini kazasız belasız atlattıktan sonra elbette. Bakalım olacak mı.

Devamı

25 Aralık 2005

İzmir'le Alıp Verilemeyen Nedir?

Bir İzmir'li olarak, her İzmir'li gibi İzmir'i önemserim. Hatta canım 35.5'um Karşıyaka'mı daha da önemserim, birçok Karşıyakalı gibi. İl olma modası son sürat devam ederken, Karşıyaka Ticaret Odası, il olmak istiyoruz diye kampanya açmıştı. O kadar yani.

Hatırlayamadığım bir yerlerde, Cumhuriyet projesi, Anadolu şehirlerini İzmir gibi yapmak projesidir gibisinden bir cümle okumuştum. Burada vurgu İzmir gibi kendine ait bir kimliği olan, yerel kültürünü geliştirmiş, daha açık ve daha modern olmak anlamı taşıyor. Şehirlerimiz, büyükşehirleri bir yana koyarsak, hatta hadi onları da dahil edelim, ne kadar birbirine benziyorlar. Şehirlerin kendilerine ait bir kişilik geliştirebilmeleri, kendilerini dokuyabilmeleri için İzmir bir model olabilir mi?

1980 sonrası gelen ikinci göç dalgası ile İzmir en fazla göç alan şehirlerden biri olmuşsa da, yine de kendi kimliğini ve zihniyetini, olumlu ve olumsuz yanlarıyla koruyabilmiştir. Olumsuz derken, İzmir'deki sermaye sahiplerinin, işverenlerinin, diğer illere, örneğin İstanbul'a göre tembelliğini kastediyorum. Bir yerlerde, İZmir elitinin bu tembelliğini, Çeşme'nin varlığına bağlayan bir yazı okumuştum. Sıcak mevsimlerde, İzmir'de iş haftası 3 gündür zira. Pazartesi, Çeşme'den geri dönüş ve şehire adaptasyon, Cuma'da Çeşme'ye gidişe hazırlıkla geçer çünkü.

İzmir dışarıya beyin göçü veren bir şehirdir, çünkü İzmir'in çocukları gerek İzmir'deki gerek diğer şehirlerdeki üniversitelerde eğitildikten sonra, İzmir'de çok zorlukla istihdam imkanı bulurlar. İzmir'de birçok iyi üniversite de bulunduğu için, işgücü arzı da hayli fazladır, dolayısıyla ücretler de düşük.

İzmir'in olumsuz yanları diyince benim aklıma bunlar geliyor. Son günlerde bir kere daha anladık ki, siyasi erkanımızın bir kısmı olmak üzere halkımızın bir bölümü İzmir denince "Gavurluk" anlıyor. Bakın Ece Temelkuran, Milliyet'teki yazısında ne diyor?

***
İzmir 'gâvurdur'! 'Gâvur' kalacak! - Ece Temelkuran

Başbakan İzmir'e gitti. Duymayan vardır, tekrar edeyim, şöyle dedi:
"İzmir'in üzerindeki o zaman zaman yakıştırılan bazı ifadeler vardır ya... Bu ifadelerin olmadığı görülecektir. Çünkü İzmir'in aslı bu değildir. O yakıştırmalar değildir. İnşallah bu yakıştırmaları da ilk seçimde silip atacaktır üzerinden. Ben buna inanıyorum."

Başbakan, belki reddedecektir ama, anlaşılan "gâvur İzmir" yakıştırmasından söz ediyor. En azından bu cümleleri herkes böyle anladı. İzmirli siyasetçiler bu yüzden tepki gösterip "Hayır, İzmir gâvur değildir" şeklinde konuştular.

Bendeniz ise Başbakan'ın imasını görüp alıp kabul edip cevap veriyorum bir İzmirli olarak:

Evet, İzmir biraz 'gâvurdur', mümkünse hep biraz 'gâvur' kalacaktır!

İzmir ne değildir?

İzmir, kızların sinemaya gittikleri ya da âşık oldukları için öldürüldükleri, bunun için bir de gidip "Dinen caizdir" raporu alınan şehirler gibi olmayacaktır...
Ramazanda oruç tutmayanları aç bırakmayacak, "niyetli" olmayanları dövmeyecektir...
Şehir çıkışlarına "iki yüzlülük otelleri" kurup erkeklerin 'günahlarını' şehrin dışına taşıyıp sonra da cumaya gitmeyecektir...

İzmir'de hiçbir zaman "Bir erkeğin dinen kaç kadına sahip olması caizdir?" meselesi konuşulmayacaktır...

Üniversite rektörlerinin kapkaççılardan, tecavüzcülerden beter muameleye tabi tutulmasına izin vermeyecektir...

Kızların motosiklete binince ölümle tehdit edildiği yerlerden biri olmayacaktır...
Kordon'da içtiği rakı için "Günah benim kime ne!" diyerek, bir kez daha kadeh tokuşturacaktır...

Ve daha bir sürü şey...
İzmir nedir?

O topraklardan nice tanrılar geçti. Geçip giderken uygarlıklar İzmir'den, "kordonlu" bir şehir neyi sindirdiyse içine onları bıraktılar arkalarında.
Bir bünyesi var bu şehrin; rakının yanında gitmeyeni hiç kaldırmadı. Efkârlı bir gecenin, zeytinyağlı domates-biberin, kehribar üzümden yapılan şarabın, bereketli kadınlar gibi açılan incirin beğenmediği hiçbir şey kalamadı İzmir'de.

Balkonları yıkadıkça pembeleşen topuklarıyla kadınların şen kahkahalarını kısan ne varsa hiçbir iz bırakmadan gitti o şehirden. O kadınların yazları o ferah feza balkonlarda oturup eteklerini yelleye yelleye yaptıkları iyi niyetli dedikoduları azaltan ne varsa geçti bitti İzmir'de.

Çabuk efelenen, sonra çok çabuk barışan neşeli erkeklerin gönlünü daraltanların hepsi Hasan Tahsin'in bir kurşununa kurban gitti Körfez'de. Deniz gibi dalgalı kızların aklını, hayalini örten ne varsa Kemeraltı'nın dehlizlerinde bir daha bulunmamak üzere yitti.

Liseyi kırıp Pasaport'a kendini dar atmış kızlı oğlanlı grupların ilk aşklarının tadını kaçıran ne varsa dalgalarla çarpıp iskeleye parçalandı. Zeytin ağaçlarının gölgesinde kurulmuş, bin yıldır tadı hiç bozulmamış felsefe kuramlarını yok sayan ne varsa Asansör'ün balkonundan uçup düştü asfalta.

Çingenelerin sokak düğünlerinin neşesini kaçıranların adları, Karşıyaka-Göztepe maçlarının gürültüsüne gitti, duyulmadı bir daha.

Karantinalı Despina'nın içini sıkan adamlar Kadife Kale'den yuvarlandı, 1. Kordon'da içilen keyif kahvelerinin telvesine saplanıp kaldı.

İlk seçimlerde inşallah İzmir bu "gâvurluklarının" tamamını tutacaktır aklında!

Kaynak:
21/12/2005 Milliyet Gazetesi
Devamı

Yenilebilir Cep Telefonu

Başlığa bakıp ta, yenecek malzeme kalmamış gibi üretilen yenilebilen ıvır zıvır türü ürünlere yeni bir ürün katıldığını sanmayın. Sabah kalktım, kahvaltı ettim, Radikal'i açtım ve bir haber dikkatimi çekti. Amerika'da bir kadın, artık içinde nasıl bir mesaj vardıysa, cep telefonunu, erkek arkadaşına vermek yerine yutmayı tercih etmiş. Bir iki yıl önce, MIT üniversitesi Media Laboratuarı direktörü Nicholas Negroponte hap halinde yutulabilen cep telefonu üretimini bir fikir olarak ortaya atmıştı. Tüketici hallerine bakılırsa kabul görecek gibi görünüyor. Her iki haber de burada

Telefon boğazında kaldı!

AA - BLUE SPRINGS - ABD'de bir genç kızın tartıştığı sevgilisine vermemek için cep telefonunu yuttuğu öne sürüldü! Polis, Missouri eyaletinin Blue Springs kentinde dün sabaha karşı bir kişinin telefon ederek, kız arkadaşının nefes almakta zorluk çektiğini bildirmesi üzerine gittikleri evde, 24 yaşındaki kızı boğazında bir cep telefonuyla bulduklarını söyledi. Polis, erkeğin telefonu istediğini, kız arkadaşının da vermemek için telefonu yuttuğunu, ancak telefonun boğazına takılı kaldığını belirtti.

Polis, 'türünün ilk örneği' dediği olayda kadının boğazında telefonla hastaneye kaldırıldığını açıkladı. Telefonun markası belli değil...

Kaynak: http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=173878


The end user: Swallow this phone
Victoria Shannon International Herald Tribune
Monday, October 6, 2003

PARIS Nicholas Negroponte, founder and director of the MIT Media Lab, has long been a seer of digitization and computerization; these days, he is seeing it in countless new devices.

"I keep reminding Motorola," on whose board of directors he sits, "that the 'handset' business is, in fact, probably the wrong way to think about it because there are only 12 billion hands in the world - probably fewer because some people may only have one hand."

Of course, phone manufacturers are addressing this already by pitching "fashion" phones - they want you to change your mobile phone, or at least the face plate, as you would your watch or your jacket. But Negroponte means something beyond just designer phones.

Unlike the two cellular standards used most in the United States, CDMA and TSDMA, he said, the GSM phone standard used predominantly in Europe uses personalized SIM, or subscriber identity module, cards that can be moved around from device to device, with all the subscriber's billing data intact. So when it becomes common for people to own multiple devices that communicate wirelessly, Europe will have an advantage, said Negroponte, who maintains homes in Greece and Switzerland as well as the United States.

"Each person may have, within around five years, 5 or 10 SIM cards - one in the dog collar, one in the refrigerator, one in this device and that device," said Negroponte, who spoke last week at a technology conference in Paris. "I think that's a perfectly reasonable way to go. "GSM is perfect for this," Negroponte added, confessing that he already carried about 20 SIM cards when he travels, each a prepaid card for use in a different country.

He said some phones were now coming with an easily accessible pop-up SIM slot, where you push a button and the card automatically comes out without having to open up the case and fiddle with the battery.

Innovation will also affect other design elements. For instance, he said, "Everything is getting smaller and smaller and smaller. Pretty soon, we're going to have to start putting notices on phones saying 'Do not swallow' for liability reasons."

Then again, he said, maybe we should swallow phones. "Edible computers" already exist in the form of tiny electronic "pills" that are swallowed in order to capture and transmit information about the body.

But Negroponte has other ideas. "I hate carrying my cellphone," he admitted, "and if you told me I had to swallow it every morning, and that's how my cellphone would work, I would be very happy to in order to not to carry it. And believe me, the manufacturers of cellphones would love to have them become 'consumables' in the next few years."

As far as what mobile phones look like, he said, "It's embarrassing how little innovation there is." He applauded one effort to build a cellphone into a walking cane. "It's certainly something that could be very helpful for senior citizens," he said.

"I've tried to get people to build a phone in the design of a pen," he said. "You carry it with you; it's about the right size from ear to mouth; it's shaped right for the antennae."

How would you dial the number? Write it down; the pen would have handwriting recognition built into it.

In the car industry, design is king - the designers call the shots, and the engineers have to make it work. In the handset industry, technology is king - you call in the designers afterward, Negroponte said. The result is that simplicity has disappeared, he said. "Almost everything from a phone to a camera has gotten much too complex and difficult to use." His recommendation is to engineer simplicity from the outset through good design.

Self-explanation is another way to enhance simplicity: Today's phones in theory could explain how they work through their screens and speakers, not just through paper manuals that come in the box with them, he said.

Negroponte sees other advances coming out of creative power-management. Parasitic power, for example, is power that can be harnessed from the use of a device. Pushing the keys for a phone number could generate enough power to charge the mobile phone for that call. Or, if you're making a phone call and it runs out of power, you should be able to shake the phone for a few seconds and continue talking, he said.

Some of Negroponte's ideas may sound a bit "out there," but it's useful to quote from his 1995 book "Being Digital:" "The next decade will see cases of intellectual-property abuse and invasion of our privacy. We will experience digital vandalism, software piracy and data thievery."

Kaynak: http://web.archive.org/web/20031006163738/ www.iht.com/articles/112485.htm
Devamı

24 Aralık 2005

Yobazlıkla Yüzleşmek

Ahmet İnam'ın söyleşisini koyunca açıkgünlüğüme, alıp okumadığım, uzun zamandır rafta bekleyen "Hayatımızdaki İnce Şeylere Dair" kitabını da elime aldım. Tezime son şeklini vermeye çalışırken, ki bu çalışma hali aylardır devam ediyor, arada da nefes almak için birkaç sayfa okuyorum. İşte o okumaların birinde, aşağıdaki metin, yazım şekli ve içeriği ile çok ilgimi çekti, paylaşmak, not düşmek istedim.

Hepimiz, faşist olduğumuz gibi yobaz mıyız da yoksa? Kabullerimizi sorgulamaya, yeni şeyler öğrenmeye, hatalarımızla yüzleşmeye hazır mıyız? En son ne zaman, temel bir konu ile ilgili hatalı olabileceğinizi düşündünüz?

Yobazlar - Ahmet İnam

Her insan içinde yobazlık çekirdeği taşır. Kolaycılığın, tembelliğin, rahatlatıcı alışkanlıkların, korkaklığın, ufuksuzluğun çekiciliğine direnmenin ne denli zor olduğu bilinir.

Yobazlık ruh tembelliğinden kaynaklanıyor. Araştırmaya, aramaya kapalı olmaktan. Farklı olanı, ayrıyı görememekten. Yobaz, kördür. Ruh körü. Gerek körü. İnsan körü. Bellerler ve vazgeçmezler. Düşüncelerinin daracık alanı dikenli tellerle çevrilidir. Ne dışarı çıkmak isterler, ne de "farklı" olanı içeri almak isterler.

Yobazlığın sosyo-biyolojik (sürü güdüsü), biyo-genetik kökenleri olsa gerek. Elbet tarhten, gelenekten gelen sosyolojik, sosyo-ekonomik temelleri de vardır. Psikolojiyi unutmadım. Yobaz toplumsal ya da bireysel açıdan ilginç, düşündürücü bir ruh yapısı taşır. Tek tek insanlar yobaz olabildikleri gibi, toplumlar da yobazlaşabilirler.

Yobaz kavramının bizim kültürümüzde yerleşmiş anlamları vardır. Toplumla birlikte "yobaz" kavramı da değişiyor. Değişmediğini söyleyen yobazlar olacaktır. Yobazlığın ne olduğunu, yobazın kimliğini çok iyi tanıdığını sanan "karşı-yobazlar", yobazlık karşıtları vardır. Ben yobazlığın öylesine kolay anlaşılır, sınırları zahmetsizce çizilebilir bir kavram olduğunu sanmıyorum. Yobazı tanımayan bu çağı tanıyamaz, bu toplumu. Bu insanı.

Hemen dikkat çekici özelliklerini sayalım: Sığ ve dar görüşlüdür. Tembeldir. (İş yapmaz anlamında değil, yaptığı işin, bulunduğu yerin ne olduğu, neresi olduğunu anlamaya üşenir anlamında.) Direngendir. Bellemiş olduğunda ayak diretir. Çok az şey öğrenir. Öğrenmeye kapalıdır. Kendi sınırlı dünyasının ötesinden korkar. Bu korkusu onu saldırgan kılar. Kendini dünyanın sahibi sanır. Gerçek onundur. Bulmuştur. Bulmayanı karalamaya, öldürmeye hazırdır.

Yobazın dünyasında zaman tek boyutludur: Geçmiş. Dünyası kendi görüşü doğrultusunda bir düzenin egemen olduğu bir dünya haline geldiğinde sorunları bitecektir. Derdi çok açıktır yobazın: Düşmanları, farklı olanlardır. Çözümü de açıktır: Kendi görüşü.

Yobaz her yerde. Her görüşte. Zaman zaman derin bir yürek sarsıntısıyla duyuyorum: Karanlık bir hücrede, ayaklarım kirli suya batmış, Çevremde yüzlerce fare: Yobazlar, fareler... Konuşurken karşımdakine bakıyorum, birdenbire yüzü fareye dönüşüyor. Yolda, çarşıda, pazarda fareler. (Okur hemen kızmasın aynaya baktığımda, kimi zaman aynı fareyi görmüyor değilim!)

Yobaz bağışlamıyor: Dünyayı boydan boya ikiye ayırıyor: Bizimkiler ve onlar. Sizi görür görmez iki yandan birine yerleştiriverirler. Yobazdan yana mısınız, değil misiniz? Yobazda üçüncü şık yoktur. Gergindir. Gençler çabuk kızar. Ustaları daha sakin, daha donanımlıdır.

Yobazlık bilgisizlikten çıkmıyor. Bilgiyi nasıl kullandığımız önemli oluyor.

Uzman yobazlar vardır, sürekli okuyanlar. Ne için okurlar bilir misiniz? Kendilerini haklı kılmak için.

Sözlüklerinde "kuşku" sözcüğü yoktur.

Yobazlığa yobazca bakmamak nasıl olanaklıdır? Bizim gibi düşünmeyene, bu düşüncesinde direnene "yobaz" mı diyeceğiz? Sanatla, bilimle uğraşanlar yobaz olamaz mı? Ben, nice "anarşist"im diyen yobaz tanıdım tarihte. İnanan yobaz, inanmayan yobaz. Bana sık sık sorarlar: "Hoca, o yobazlarlr işin ne? Ne arıyorsun aralarında?" Hoca sizin aranızda ne arıyorsa onların arasında da onu arıyor. Yobaz olmayanı. Nice farelerle muhabbetimde yüzleri günbegün insana dönüştü.

Değişen, koşullara uyan yobaz olamaz diyemeyiz. "Ayran gönüllü" yobazlarımız vardır. Değişip dururlar. Öylesine sık değiştikleri için değişmezler. Görünüşleri hamarat, ruhları hantaldır.

İnadığı bir dünya görüşü içinde coşkuyla yaşayan, arayan, araştıran yobaz mıdır? Ödün vermeyeceği ilkeleri olduğu için? Kime yobaz dediğinizi söyleyin, size yobaz olup olmadığınızı söyleyeyim.

- İnandığım değerlerim var: Onurum, hak yemezliğim. Sevgim var insana, cümle mahlukata.

- Yobaz olup olmadığını söyleyebilmem için nasıl inandığına bakmalıyım.

- Neye inandığım önemli değil mi? Fala inanıyorsam, büyücülüğe örneğin?

- Neden inandığını biliyor musun? İnancının seçeneklerinin farkında mısın? Başka türlü inanma olanağın varken bir seçme sonucu mu geldin o yere?

- Seçme diye bir şey yok. Hayat senin sandığın biçimde test sınavları gibi "alternatifler" sunmuyor ki her zaman bize. Anamın ninnilerinden, masallarından devşirdim görüşlerimi. Öğretmenleri öğrettiler. Okumam için kitaplar önerdiler, okudum. Okumaktayım. Yobaz mıyım? Ben yobazsam yobaz olmayanı göster de görelim. Hiç bir görüşü olmayan renksiz, kişiliksiz biri mi?

- Konuyu saptırma. Sana bir ölçet (kriter) vereyim. Mahsun insan yobaz değildir. Hüzün yobazlığa aykırıdır. Acı çeken, gerçek karşısında duyarlılığını yitirmemiştir, duygularını aklıyla yaşayabilen insan, yobaz değildir. Gönlü olan, gönülleyen insan. Yobazın gönlü yoktu. Yunus yobaz değildir. Mizah duygusunu kendine yöneltebilmiş, kendisiyle dalga geçebilen...

- Yetmez. Nice mizahçı yobaz bilirim.

- Mizahı başkalarına değil, kendi iç derinliklerine yöneltmiş insanlardan söz ediyorum.

- Sana bir şey söyleyeyim mi: Boşuna araştırıyorsun ölçütü. Yobazlık, bizim dünya görüşümüzü nasıl yaşadığımıza bağlıdır. Ben bir adama "yobaz" damgası vurayım da sen tersini göster bakalım. Yani, iş sonunda bizim iki dudağımızın arasındadır.

- Olmadı, geniş görüşlü, kendini sürekli yenileyen, dünyadaki bulgulardan, gelişmelerden haberli, eleştiriye açık olan bir insan nasıl yobaz olur ki?

- Ne demek "geniş görüşlü"? Fırsatçı mı demek istiyorsun? Her görüşten insanla düşüp kalkan, belli konularda belli fikirleri olmayan insan?

- Başkalarını dinleyen, dinlemeye hazır, muhabet erbabı.

- Bunlar hoş traşlar dostum. Herkes kendisi gibi düşünmeyene yobaz demeye hazır, bekliyor.

- Öyleyse bizim kültürümüzde yobazlık eksik olmayacaktır. Damgalama hep sürecektir. Yobazlığı yobazca ele almamayı ne zaman öğreneceğiz?

- Hiç bir zaman. Bu dünya bir kavga yeridir. Kavga varsa, yobaz vardır. Ama gizli, ama açık.

- Kavga edenler, yobaz olmak zorunda mıdır? İnanan, yobaz olmak zorunda mıdır? İnsan eninde sonunda fareye mi dönüşüyor?

- Neden fareleri küçük görüyorsun? Bu bir yobazlık değil mi?

- Sadece masum bir benzetme. Yoksa farenin dünyası kendi içinde bizim değerler düzenimizden apayrıdır.

- Sen sen ol, kimseye, hiç bir canlıya yobaz deme. Yobazlık kılıçla, topla, tüfekle önlenemez. Saygı ve sevgi. Her şeyin başı o.

- Nasıl diyemem? Olgulara saygım var. Olgular bu dünyada yobazların olduğunu gösteriyor. Olgulara yobazca bakmadığım için yobaza yobaz diyorum.

- Öyleyse yobazı anlayalım. Kimdir o? Neden böyledir?

- Yobaz olmamak için bu gerekiyor.

- Yetmiyor ama. Sahi yobaz olsak ne olur ki?

- Peki öyleyse, söyle bakalım dünyaya bakışının nerelerinde yobazsın?

- Sen de söyle, dostum. İki yobaz olarak çaresiz yobazlığımızı tartışalım.

* * *

Ahmet İnam, Hayatımızdaki İnce Şeylere Dair, Pan yayınevi, s.20-23
Devamı

Açıkgünlük Ne Ola Ki?

Bu blog lafına da bir Türkçe karşılık bulmak lazım. Blog kelimesi ingilzce "web log" olarak açıklandığına göre biz de ağgünlüğü diyebilir miyiz acaba? "Ağ" kelime olarak hem "network" hem "web"in karşılığı olarak kullanılıyor. "Web" vurgusu işin ağ üzerinde olmasından çok herkese açık olmasını karşılıyor diye düşünüyorum. "Logging" kelimesi için de birçok Türkçe dokümanda "günlükleme" ifadesi ile karşılaştım. O nedenle, belki de açıkgünlük, en güzel Türkçe karşılık olabilir. Ben de bundan sonra blog karşılığı olarak açıkgünlük kelimesini kullanmayı düşünüyorum. Bakalım, önce kendimi alıştırabilecek miyim?

Aslında bu açıkgünlük işi benim yaptıgım gibi yapılmıyor çoğu kimse tarafından, ama olsun, zaten doğası gereği bence bu işin bir kuralı da yok. Açıkgünlük yazan pek çok insan, günlük deneyimlerini günü gününe yazıyor. Oysa ben açıkgülüğüme daha düzensiz yazabiliyorum gördüğünüz gibi. Bazen haftalarca bir şey yazamıyorum, sonra üst üste birkaç gün, kısa kısa da olsa birşeyler yazmaya, eklemeye fırsatım oluyor.

Dün, çok saygı duydum bir abim ile Internet üzerinde açıkgünlük meselesini tartışma imkanı bulduk. Kavramı tartışırken ben onun yönelttiği soruları daha varoluşsal sorular olarak algıladığım için kendimce "nedir, ne değildir" sorusuna yanıt vermeye çalıştıgımı sonradan farkettim. Oysa ki daha sonra kavradığım üzere onun sorusu aslında giderek genişleyen bu bilgi okyanusunda bilgiye ulaşabilmek ve kasten yerleştirilmiş veya oluşmuş hatalı bilgiden kendimizi koruyarak bir öğrenmenin nasıl gerçekleşebileceği üzerine. Tabii ilk grup soru, cevap vermesi görece kolay sorularken, ikinci soru grubu, altından kalkması pek kolay olmayan bir nitelik arzediyor.

Açıkgünlük bence bir üretim ortamı değil. Dolayısıyla bir verimlilik veya verimsizlik gibi bir problematik de taşımıyor. Fiziksel dünyaya paralel olarak kurulan ve kurgulanan sanal dünyada, bireylerin kendi yansımaları olarak varoldukları yüzler olarak düşünüyorum açıkgünlükleri. Hatta fiziksel hayatta pek çok kimliğimiz olduğu için, sanal hayatta da farklı kimliklerimizi taşıyan farklı açıkgünlüklerimiz olabilir. Dolayısıyla, açıkgünlük meselesi bence öncelikle kimlik kurgularımızla ilgili olmalı. Yani açıkgünlük siteleri sayesinde İnternet illa Yahoo'ların Hürriyet'lerin ve diğer büyük şirketlerin ve iktidar sahiplerinin ortamı olmuyor, aynı zamanda söyleyecek sözü olan bireylerin, aktivistlerin, canı sıkılanların, uydurdukları yemek tariflerini paylaşmak isteyen annelerin İnterneti oluveriyor.

Açıkgünlükler üzerinden paylaşılan bireysel içerik, artık İnternet üzerinde öyle bir boyuta geldi ki, bunun için ayrı arama motorları çıkıyor. Örneğin Google'ın açıkgünlük arama motoru http://blogsearch.google.com'u kesinlikle tavsiye ederim. Muhtemelen ilgilenenler biliyordur, aynı anda pek çok açıkgünlüğü takip edebilmek için bu içerikleri konsolide ederek kullanıcının önüne getiren bir takım araçlar var, henüz o konuda çok üstünkörü bilgi olduğıu için detayına girmeyeyim şimdilik.

Bu açıkgülük hareketi, aynen açık kaynak kodlu yazılım projeleri ve Wikipedia gibi kollektif bilgi üretim formlarının bir başka çeşidi olarak beni heyecanlandırıyor. İnternet'in devletler ve uluslararası güçler tarafından kontrol edilmesi girşimlerine karşı süren mücadelenin bir parçası olarak oldukça özgürlükçü ve hümanist buluyorum açıkgünlükleri.

Açıkgünlük yaratma imkanı sağlayan siteler sayesinde, insanlar, neredeyse hiç teknik bilgi gerektirmeden, hemen bir açıkgünlük yapabiliyor ve bu sitelerde sunulan içerik yönetimi araçlarını kullanarak, sözünü ilgilisine, İnternet sitesi güncelleme derdi yaşamadan rahatlıkla söyleyebiliyorlar. Aslında İnternet siteleri yıllardır var, açıkgünlük hareketini mümkün kılan da biraz bu içerik yönetimi teknolojilerinin bir imkan olarak herhangi bir bireyin kullanımına kadar yayılması.

Zor soruya geri dönersek, bilgi çağında karşımızdaki dev ve yer yer kirli bilgi okyanusunda nasıl yüzer, nasıl ayırdeder ve nasıl öğreniriz diye sorarsak, onu bilmiyorum. Bilsem, Google'a rakip bir tane de ben kurardım bu okyanusu süzecek.

ODTÜ'den hocam Erol Sayın geçen gün mezun listesine, endüstri mühendisliği dördüncü sınıf öğrencisi Gözde Akyol'un ödevinden bir paragraf yollamıştı. İlginç diye saklamıştım, konuyla ilgili olduğu için Türkçe'ye çevirerek buraya aldım, bakın Google ismi nereden geliyormuş.:

"..."Googol" bir 1 rakamının arkasına 100 sıfır eklenmesi ile oluşan sayıyı tarif eden bir matematiksel terim. Terim Amerikalı matematikçi Edward Kasner'in yeğeni Milton Sirotta tarafından ortaya atılmış ve Kasner ve Newman'ın kitabı "Matematik ve Hayalgücü" ile popülerleşmiştir. Google'da bu terim üzerinde oynayarak ismini oluştururması, şirketin varolan sınırsız bilgiyi organize etme misyonunu ifade ediyor".

Açıkgünlük nedir, nasıldır gibi sorulara cevaplar okumaya devam etmek için http://en.wikipedia.org/wiki/Blog.
Devamı

23 Aralık 2005

Toyota Bireysel Ulaşımda Bir Paradigma Değişikliği Başlatabilir Mi?

Toyota 3 Aralık günü, EXPO 2005 AICHI'de Japonya pavyonu gösterisinde sunacağı teknolojileri açıkladı. "21. yüzyılda mobilite rüyası, eğlencesi ve ilhamı" olarak açıklanan gösterinin konusu kapsamında sunulacak teknolojilerden bir tanesi olan i-unit, birseysel ulaşımın paradigmasını değiştirebilme potansiyeli olan bir teknoloji olarak göze çarpıyor.

"İnsan Yeteneklerini Geliştirmek" kavramını hedefleyen i-unit bireysel erişim imkanları ile, özellikle şehir ortamlarında, bisiklet ve araba arasında bir yerlerde durarak, ulaşım amaçlı olarak her ikisinin de pazarından çalabilecek bir yenilik olabilir. Bir an için hayal edelim, arabalarımızın yerine i-unit'lerimiz olsa, hayatımızda neler değişir?

i-Unit'in yukarıda resmini gördüğünüz düşük hız modelinin yanı sıra, daha yüksek hızlarda seyahat için, yanda gördüğünüz ayrı bir modelini daha yapmışlar. Açıklandığı günden bu yana dünyada gördüğü yakın ilgiye, ve Toyota'nın i-Unit'i "2005 New York International Auto Show" etkinliğine getirme kararı almasına bakarsak, hayal etmemek için bir sebep yok.
Devamı

22 Aralık 2005

Sait Faik, İnglizce'ye Neden Çevirilir?

Hani bazı insanlar vardır, tanımış olmak bile hayatınızda çok şeyi değiştirir. Hani bazı öğretmenler vardır, sadece bir yıl bir konuda birşeyler öğrenseniz bile, hayata dair çok şey öğrenirsiniz. Bu şekilde, beni en derinden etkileyen öğretmenlerimden birisi, üniversiteye hazırlık sırasında gittiğim dershanede Türkçe ve Edebiyat Bilgisi dersleri alma şansını bulduğum, öykü okumayı bana sevdiren, dersleri ve öyküleri ile hayata dair pek çok önemli inceliği kavramamı sağlayan Feyza Hepçilingirler olmuştur. Bakın Feyza hocam, İnternette elime geçen bir yazısında neler diyor, Türkçe ve İngilizce hallerimiz hakkında.

MÜJDELER VAR YURDUMUN ŞAİRİNE, YAZARINA

Burgazada’da yapılan Sait Faik Öykü Yarışması ödül törenine katılamadım bu yıl. Ancak daha sonra, katılan dostlarımdan, törenle ilgili izlenimlerini dinledim. Her şey pek iyiymiş, pek güzelmiş. Özellikle bir yazarımızın (!) verdiği müjde (izninizle, buraya bir ünlem daha) (!) beni çok etkiledi. Sarstı, coşturdu. Bu müjdeyi sizinle paylaşmalıyım. Heyecandan içim içime sığmıyor. Müjde! MÜJDE! Sait Faik’in öyküleri İngilizce’ye çevriliyormuş. Yurtdışında tanıtılmak için değil, hayır! Anadolu Liseleri’nde okutulmak için. Bundan sonra Anadolu Liseleri’yle, kolejlerde okuyan çocuklarımız, Sait Faik’i okuyacaklar. İngilizce’sinden. Ne güzel değil mi? Gençlerimize Sait Faik’i okutamıyoruz, diye üzülüyorduk; bakın, çaresi varmış. İngilizce'ye çevrilecek ki herkes okuyabilsin. Bu herkes kim? Türkiyeli çocuklar, Türk, Rum, Ermeni çocukları, kendilerini anlatan Sait Faik’i okuyabilecekler artık, İngilizce.

Yok, sinirlenmiyorum. Kendimi sakin tutmaya çalışıyorum. Hatta bu yeni oluşumdan umutlar yeşertebilir miyim, diye düşünüyorum.Demek, kendi çocuklarımıza ulaşmak o kadar da olanaksız değil. Belki bizim gibi daha ufak tefek yazarları da çevirirler günün birinde. Bunu neden daha önce düşünmedim? Türkçe elden gidiyor, diye Türkçe yırtınmanın ne anlamı var? Şunu İngilizce söyle! Söyleyemiyorsan çevirttir İngilizce'ye, level lara böl; bak, gör etkisini o zaman! Sait Faik’in öyküleri gibi... O güzelim öyküler, öğrencilerin İngilizce düzeylerine ( level dedikleri) göre, yeniden düzenlenecek! Ne olacak böyle? Türkiyeli öğrenci Sait Faik’i tanıyacak. Sesini duymadan, Türkçesinin kokusunu almadan, Burgazada’nın koylarında, koyaklarında İngilizce İngilizce dolaşacak. Ermeni balıkçı, topal martısıyla İngilizce dertleşecek; balıktan dönen Rum dostları, kalinkhta demeyecek Sait Faik’e, good night diye selamlayacaklar onu. Çağdaş Türk Edebiyatının babası, Türkçe'nin zengin ve renkli sesi Sait Faik, level lara uydurup basitleştirildikçe Çıkmıştım evden erken o gün gibi tümceler kuruyor olacak.

Sait Faik’i böyle tanımış gençlerimizin aklında, Sait Faik denince anımsanan birkaç İngilizce söz kalacak. Yazmasam deli olacaktım, tümcesinin bile kimi sözcüklerinin İngilizce'si anımsanacak. Yazmasam mad olacaktım, denecek sözgelimi. Şimdi olabilite , yapabilite dendiği gibi, kim bilir daha ne hoş, ne şirin buluşlar yapılacak! Faik Free diyenler bile olacak.

Şimdi bu duruma dilde kirlenme denirse kirlenme ye ayıp olmaz mı? Deterjanlarımıza, çamaşır sularımıza, temizleyicilerimize, aklayıcılarımıza, paklayıcılarımıza, hele her türlü pisliği paklamak için canını dişine takmış uğraşan siyasilerimize ayıp olmaz mı?

Bu kirlenme değil; çürüme, kokuşma! Leş kokuları geliyor, durmadan, artarak, çoğalarak...

Bir topluluğu halk yapan, dilden daha önemli ne var? Din mi? Örf, âdet, gelenek mi? Dilini yitiren toplum, yaşamaya devam eder mi? Ederse nasıl eder. Ona hâlâ bağımsız bir devlet gözüyle bakılabilir mi?

Devletler, ülkeler, milletler böyle siliniyorlar tarih sahnesinden. Bir Hitit ile tanışmışlığınız var mı? Oysa onlar da yaşamışlardı bir zaman. Nerede Hititler şimdi?

Rastlantıya bakın, tam bunları yazdığım sırada TRT 4’te türküler bitmiş, tarih dersi başlamış. Ne anlatılıyor dersiniz? Tarihteki Türk devletleri. Sırasıyla. On altı tane kurmuşuz ya, işte onlar! Tam şu anda Kubilay Hanlığı anlatılıyor. Bu devletin nasıl yıkıldığına herkes için kulak veriyorum. Nasıl yıkılmış biliyor musunuz? Kubilay Han gidip Çin’e yerleşmiş. Demek, ülkesinden de vazgeçmiş dilinden de.

Dilinden vazgeçince ya sen gidip yabancı bir devlete yerleşiyorsun ya da o yabancı devlet gelip sana yerleşiyor. Biz de vazgeçmiş görünüyoruz, hiçbir yere gitmeden, kendi ülkemizde oturup dururken hem de. En büyük, en çok satan ulusal gazetelerimizde İngilizce başlıktan geçilmiyor. Hürriyet We are coming diye başlık atıyor, bir yazarı I am not coming bir başka yazarı To be continued diye arka çıkıyor. Fanatik, Bye bye Leeds derken; Milliyet Shut up diye bağırıyor. Radikal geri kalır mı? O da Game Over diye duyuruyor, Demirel’e Cumhurbaşkanlığı yolunun kapandığını.

Bütün cankurtaranlar ambulans oldu; yetmedi ambulance oldu. Hastane kalmadı, bütün hastaneler hospital oldu. Carousel , Capitol , Galleria , Carrefour ve kim bilir başka nelerden sonra Zeytinburnu’nda yeni açılan alışveriş merkezinin adı Olivium . Ortalık showroom dan, center dan, hatta centroom dan (ne demekse?) geçilmiyor. Haute Couture ve Hair Dresser yan yana, omuz omuza... Televizyonlarımızda talk show lar bitmedi; ama yakında hard talk lar başlayacak. Benden söylemesi. Her yerde yeni alışveriş merkezleri, yeni dükkanlar açılıyor ardı ardına. Kimi shoes center , kimi shoes shop olan ayakkabııcılar, büyüdükçe süper den hiper e, mega ya, vega ya ad değiştiren marketler... Yabancı ad taşımayan işyeri neredeyse yok. Adını bile söyleyemediğimiz dükkanlarla dolu sokak ve caddelerimiz. Okuma yazmayı unuttuk. Hangi sözcüğü, hangi dilin kuralına göre okuyacağız? Kepaze bir gazete, manşetinde, Taksim’de Türk holiganlarınca öldürülen iki kişiye tükürüklü bir gönderme yapmıştı. Two size . Bunu bir bölümümüz tu size diiye, bir bölümümüz tu sayz diye okudu. Özel radyolarımızdan biri halkın dilini İngilizce'ye döndürmekte görevli sayıyor kendisini; yeni açılan, acaip bir adı olan pizacının bu acaip adını doğru söyleyenlere oradan bedava piza dağıtıyor. Hani Türkan Şoray’lı reklamda bahçıvana Profilo Eurolux demenin öğretilmesi gibi.

Her gün, o zamana dek duymadığımız yeni İngilizce sözcüklerle karşılaşıyoruz. Nasıl da kültürlü olduğumuzu en ucuz yoldan gösterme sevdasından hiç vazgeçmiyoruz. Biri, kimselerin bilmediği bir İngilizce sözcük sokmuşsa dile, başka biri ondan geri kalmamak için, bir başkasını sokuyor. Hatta o başka sözcüğü bilmiyorsa uyduruyor; çünkü hiç kimse İngilizce'yi sanıldığı kadar iyi bilmiyor.
Hemen tümümüz garip bir çeviri diliyle konuşuyoruz. Kendimize iyi bakıyoruz. Kendimizi evimizde hissediyoruz. Kafaları tokuştuğu zaman, şaşkınlığını Ops ünlemiyle bildirenler bile çıkıyor aramızdan. Bütün bunlar bilmediğiniz şeyler değil, bunları size niye anlatıyorum? Şundan ki Sait Faik’in durumu içimi yaktı.

Bir Amerikalı’nın öyküsünü dinlemiştim bir zaman önce. Adam, Amerika’da kütüphane görevlisiyken Nâzım Hikmet’in şiiriyle tanışmış. Öyle beğenmiş ki bu şiiri salt Nâzım Hikmet’i kendi dilinde okumak için Türkçe öğrenmeye karar vermiş ve kalkıp Türkiye’ye gelmiş. Bana bu öyküyü aktaran kişi, o Amerikalı’nın Türkçe'yi mükemmel öğrendiğini, yalnız Nâzım Hikmet’i değil, başka pek çok şair ve yazarı da kendi dillerinde okuyabildiğini ve bundan çok mutlu olduğunu da anlattı.

İngilizler bunu yapıyor; yazarlarının kimi yapıtlarını sadeleştirip İngilizce'nin yaygınlaştırılmasını sağlamaya çalışıyorlar. Ama nerede? Türkiye gibi, var gücüyle İngilizce öğrenmeye çalışan ülkelerde.Kendi ülkelerinde, lise öğrencilerine, bizim Türkçe'yi öğrettiğimiz gibi öğretmiyorlar İngilizce'yi. O yazarın ya da şairin kitabını okutuyorlar aylarca, didik didik ederek, dilinin bütün incelikleri kavramasını sağlıyorlar öğrencinin. Oysa bizim edebiyat kitaplarımız içler acısıdır. Bir romandan, hatta öyküden bir paragraf alınıp başına sonuna özet eklenir. Öğrenci, vitrinde görse tanımayacağı bir kitap hakkında, sözde bilgi sahibi olur, o yapıtı okumuş sayar kendisini.

Türk edebiyatını bu kadarcık bilen bir insana siz şimdi kalkıp Sait Faik’i İngilizce okutacaksınız. İngilizce’ye çevirin Sait Faik’i ama Türkiye’de, Türkiyeli gençlere okutmak için değil. Gücünüz varsa ve yeterse, Avrupa’ya, Asya’ya, Amerika’ya ulaştırın onu; anadilinde okuma şansına sahip olmayanlara tanıtın. Yoksa, bırakın, ona ulaşmak isteyenlerin kolayca bulabileceği yerde kalsın; yıpranmadan, hırpalanmadan, küçük ve gülünç düşürülmeden.
Devamı

21 Aralık 2005

Mübadele Hikayeleri

Daha önce burada da yazdığım gibi Mübadele süreci'nde yaşananlar çok çeşitli nedenlerle ilgimi çekiyor. Bu da, arşive o nedenle giren haberlerden. 13 Ocak 1999, Çarşamba günü Hürriyet gazetesi'nden Osman Nuri Boyacı'nın yazısı.

***
78 yıllık emanet çeyiz - Osman Nuri BOYACI

1920 Eylülü. Mübadele günleri... Denizli'nin Honaz ilçesinde, Rum aileler Türk komşularıyla vedalaşıyor. Minoğlu ailesinin kızları Sofiya ve Eleni, yıllarca el emeği, göz nuru döktükleri çeyizlerini yanlarına alamazlar. İki çuvalar koyar ve komşuları Gacaroğlu ailesine bırakırlar: ‘‘Bir şey olur dönersek alırız. Dönmezsek ihtiyacı olan birine verirsiniz’’ derler. Bir daha da dönemezler.

Bundan tam 78 yıl sonra, Gacaroğlu Ayşe'nin torunu Kemal Yalçın, Yunanistan'da beş yıl süren bir araştırma yaparak Sofiya ve Eleni'nin torunlarını bulur ve emaneti teslim eder. Bu emanet çeyizin öyküsünü kitaplaştıran Yalçın, iki ülke halkının dostluğuna katkıda bulunduğu için Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü'ne aday gösterilir. İşte 78 yıllık emanetin öyküsü...

Honazlı öğretmen Kemal Yalçın, Rum komşuları Minoğlu ailesinin mübadeleyle Yunanistan'a giderken, babaannesi Gaçaroğlu Ayşe'ye emaneten bıraktığı çeyiz bohçasını, tam 78 yıl sonra sahiplerine iade etti. Çeyizin sahibi Minoğlu ailesinin kızları Sofiya ve Eleni'nin izini bulmak için Yunanistan'da beş yıl süren bir araştırma yapan Kemal Yalçın, sonunda onların torunlarını Volos kentinde buldu. Emanet Çeyiz'in öyküsünü bir kitapla da ölümsüzleştiren Yalçın, iki ülke halkının dostluğuna katkıda bulunduğu için Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü'ne aday gösterildi.

Denizli'nin Honaz ilçesinden, Yunanistan'ın Volos kentine uzanan gerçek yaşam hikayesi, Kurtuluş Savaşı yıllarında başladı. Honaz'da yaşayan Rum Minoğlu ailesi, 1920 yılının eylül ayında mübadele anlaşmasıyla Yunanistan'a gönderildi. Ailenin kızları Sofiya ve Eleni, giderken yanlarına alamadıkları çeyizlerini iki çuvala koydu, ‘‘Bir şey olur dönersek alırız. Dönmezsek ihtiyacı olan birine verirsiniz’’ diyerek komşuları Gacaroğlu ailesine bıraktı.

BÜYÜKANNENİN VASİYETİ

İki Rum kızın yıllarca el emeği, göz nuru dökerek hazırladıkları çeyiz bohçası, bir şitare yorgan, dört ipek dokuma havlu, iki kuşak, iki döşek çarşafı, bir yatak örtüsü, dört işlemeli yorgan çarşafı, 10 para kesesi, bir el dokuması gömlek, iki işlemeli sofra peşkiri, bir işlemeli sofra altı, iki peştemal, tığ oyaları, iki işlemeli ipek mendil, iki buldan işi işlemeli örtü ve altı asmalı çemberden oluşuyordu. İsmet İnönü'nün emirerlerinden Kemal'le evli olan, soyadı kanununun çıkmasından sonra 'Yalçın' soyadını alan Gacaroğlu Ayşe, bu emaneti evlerinin en güvenli yerine koydu.

Ayşe ve Kemal Yalçın çifti, Rum komşuları belki döner diye sakladıkları çeyizin bir bölümünü, mübadele anlaşmasıyla Yunanistan'dan gelenler arasından evlatlık aldıkları Fatma'ya verdi. Rum komşularının çeyiz çuvallarını yıllarca büyük bir itinayla saklayan Ayşe ve Kemal Yalçın ölmeden önce oğuları Ramazan Yalçın'a teslim ederek, Rum ailenin bulunup emanetin iadesini vasiyet etti.

BEŞ YIL ARAŞTIRDI

Yıllarca Kafkas cephesinde savaşan, Kurtuluş Savaşı sırasında da İsmet İnönü'nün emireri olan Kemal Yalçın ve eşi Ayşe'nin bu vasiyetini, oğulları Ramazan değil, dedesiyle aynı adı taşıyan öğretmen Kemal Yalçın gerçekleştirdi. Almanya'da 16 yıldır Türkçe öğretmenliği yapan oğulları Kemal Yalçın'ı ziyarete giden baba Ramazan ve anne Ümmühan Yalçın, ona bu emanet çeyizden söz etti. Sonra da Yunanistan'a giderek Rum Minoğlu ailesini arayıp bulmasını ve emaneti teslim etmesini istedi. Bunu dedesi ve ninesinden kalan yerine getirmesi gerekli bir görev sayan Kemal Yalçın, 1994 yılı başlarında Yunanistan'a giderek çeyizin sahibi Minoğlu ailesini araştırmaya başladı.

Buradaki araştırmaları sonuçsuz kalınca Türkiye'ye dönen Kemal Yalçın, Yunanistan'dan Türkiye'ye mübadele anlaşması kapsamında yerleşen ailelerle görüştü. Ayvalık'tan Rize'ye kadar geniş bir alanı dolaşıp araştırmasını sürdüren Yalçın, iki yıl önce yeniden Yunanistan'a gidip çeyizin sahibi Minoğlu ailesinin kızlarının torunlarını bulmayı başardı. Yalçın, emanet çeyizi, Volos kentinde Sofiya'nın torunu İrini ve akrabaları Yannis Minoğlu'na teslim etti.

Kemal Yalçın, emanet çeyizin sahibini bulmak için verdiği mücadeleyi ve mübadele edilen insanların dramını, bir kitapta topladı. 'Emanet Çeyiz Mübadele İnsanları' adlı kitabı Yalçın'a ödül de kazandırdı. Kemal Yalçın, bu kitapla, Kültür Bakanlığı'nın 14 dalda düzenlediği Cumhuriyet'in 75'nci Kuruluş Yıldönümü ve Atatürk'ün 60'ıncı Ölüm Yıldönümü Yarışması'nda roman dalında ikinci oldu, ödülünü geçen ay Kültür Bakanı İstemihan Talay'dan aldı.

Sahiplerine teslim edilen 78 yıllık emanet çeyizin öyküsü, Yunanistan'da da büyük yankı uyandırdı. Gazeteler ve televizyonlar olayı birinci haber olarak verirken Kemal Yalçın, hem Yunanistan, hem de Türkiye komitesi tarafından 'Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü'ne aday gösterildi.

YURT ÖZLEMİ

Kitabın Yunanca ve Almanca'ya çeviri çalışmaları da başlarken, Alman WDR Televizyonu, belgesel film yapmak için Kemal Yalçın'a teklif götürdü. Honaz'da babaannesi Ayşe'ye teslim edilen emanet çeyizi, Yunanistan'ın Volos kentinde Rum aileye iade etmek için beş yılını verdiğini söyleyen 46 yaşındaki Kemal Yalçın, yıllarca birarada kardeşçe yaşayan insanların birbirinden koparıldığını, Yunanistan'a gitmek zorunda kalan Rumların ve Türkiye'ye gelenlerin hala eski yurtlarının özlemini yaşadığını belirterek şunları söyledi: ‘‘Honaz'da oturan 92 yaşındaki Sabiha Yavuz, Yunanistan'daki evini bulmamı istedi. Tek endişesi, o güzel çiçeklerinin kurumamasıydı. Sulanıp sulanmadığına bakmamı istedi. Ben de çiçeklerin kurumamasını istiyorum. Evlerinden, komşularından koparılan insanlar şimdi yaşadıkları yerlere aynı isimleri koymuşlar. Bana kapılarını değil, yüreklerini açtılar. Tek kötü söz duymadım. Mübadele Anlaşması kapsamında Türkiye'den 1.5 milyon Rum Yunanistan'a gönderildi. Bunlardan 1 milyon 100 bini ulaştı. Türkiye'ye 485 bin Türk geldi. Araştırmam ve kitabım Türkiye'de yeterli ilgiyi görmedi. Türkiye'de yaptığım araştırmalar sırasında sivil polisler tarafından izlendim. 'Kardeşin duymaz, eloğlu duyar' deyişini yakından yaşadım. Kitabım evlerinden, yurtlarından koparılan yüzbinlerce insanın duygularını yansıtıyor.’’

KİTAPTAN

Babam Sofiya'yı ölünceye kadar unutmadı

Bizim bahçe komşumuz Minoğlu'nun karısını, kızlarını da Katırcı Ali'nin ahırına kapatmışlar. Aç susuz! Yunan'ı Sarayköy'e Minoğlu'nun karısı kızı çağırmadı ya! Ben bildim bileli onlar Karaköprü'de bahçe komşumuzdu. Bir kötü söz demedik birbirimize. Yediğimiz içtiğimiz birdi. Aynı suyla suladık bahçelerimizi. Kardeşten öte ana baba gibiydik. Sen götür ekmekleri oğlum, verip gel onlara, dedi. Her sabah beline ekmek bohçası sarıyor, ben de götürüp anamın selamıyla birlikte, ahırın koca kapısından veriyordum. Sevinirlerdi. ‘Anana selam söyle’ derlerdi...

...Sonra bir sabah, bir bağırış, bir çığırış koptu! Cavırlar gidiyormuş! dediler. Korktum! Koşup evimize geldim. Daha sonra Minoğlu'nun karısıyla iki kızı evimize geldi. Küçük kızı benden üç yaş daha büyüktü. Adı Sofiya idi. Biz ‘‘Safiye’’ derdik. Ablasının adı Eleni idi. Safiye ve Eleni'nin ellerinde birer çuval, annelerinin kucağında şitare ipek yorgan vardı. Kızların buğday sarısı saçlarının örgüleri bileğim gibiydi. İkisi de yeşil gözlü, uzun uzun boylu, dünya güzeli kızlardı... Eleni tam gelinlik çağındaydı... Safiye, birlikte evcilik oynadığımız Safiye ağlıyordu...

...Yunanistan'da köyden köye geçtim, Minoğlu'nun kızlarını ararken, aslında kendimi aradığımı hissettim. Gide gide Minoğlu'nun kızlarının beni aradıklarını hissettim... Babam aramayı sürdürmemi istiyordu... Sanki ben değil, babamdı Minoğlu'nun kızlarını arayan! Telefonun öte ucundan şevk veriyordu: ‘‘Ara oğlum ara! Yunanistan küçük yer. Devam et aramaya, bulursun.’’
... Yohannis Dimitoğlu'nun verdiği adreste Denizlili Minoğlu soyundan Yannis Minoğlu ile eşini yapı malzemesi satan dükkanlarında bulduk. Birkaç kelime dışında Türkçe bilmiyorlardı... Aleco amca beni tanıttı. Yannis kalkıp sarıldı boynuma. ‘‘Demek sen bizi aradın! Demek sen Minoğlu'nu aradın?’’ diyor, bir yüzüme bakıyor, bir boynuma sarılıyordu... Dedesi Denizli'den gelmiş. Soyadının Rumcaya çevrilmesini istememiş. ‘‘Ben Denizlili Minoğlu olarak geldim, Denizlili Minoğlu olarak gideceğim!’’ demiş...

... İrini ile sarıldık birbirimize. Deniz mavisi gözlerinden akan damlalar, ağaçların özsuyu gibi saf ve berraktı... Sofiya'yı bulmuşçasına sevindim. Kulaklarımda babamın sözleri çınlıyordu... ‘‘Senin anneannen Sofiya babamı Karaköprü Savağı'nda suya batırmış. Babam bunu hiç unutmamış. Bulursan Sofiya'ya söyle bunu!’’ demişti ölmeden önce... Size söylüyorum İrini, Babam Safiye'yi ölünceye kadar hiç unutmamıştı!
Devamı

Şeytanla Muhabbet

Bu kamuya açık bellek kavramını daha da seveceğim sanırım. Tezimi bitirmeye çalışırken bir yandan da bu siteye yeni içerik koyabilmemi sağlıyor, ben de iki tez bölümü arası bir nefes alıyorum.

Kesip sakladıklarımdan bir parça daha. Emrah Serbes'in ODTÜ Felsefe Bölüm Başkanı Ahmet İnam ile yaptığı ve 5 Şubat 2005'te BİRGÜN gazetesinde yayınlanan "Felsefe Şeytanla Muhabbettir" söyleşisine buyurun.
***
Felsefe Şeytanla Muhabbettir - Pof. Dr. Ahmet İNAM
Emrah SERBES

Mantık, bilim felsefesi, bilgi teorisi başta olmak üzere, felsefe tarihi, kültür felsefesi ve ahlak felsefesi alanlarında çalışmalarını sürdüren Prof.Dr. Ahmet İnam, Türkiye Felsefe Derneği Başkan Yardımcılığı'nın yanı sıra, ODTÜ Felsefe Bölümünün başkanlığını yürütüyor... İnam ile hayat üzerine konuştuk...

- Sevgili hocam, memleketin durumunu nasıl görüyorsunuz?

Feci şekilde kokuşmuş bir şeyler var. Şimdi tabi bu lafı 1500 sene önce Platon da söylüyormuş, 500 sene önce Hamlet de söylüyordu, otuz yıldır da ben söylüyorum. Hayatımız kokuşuyor, güzel bir söz değil ama böyle. İnsanların seyrettiği televizyon dizileri kötü, okuduğu kitaplar kötü, ama benim şikayetim bunların kötü olduğunu söyleyen insanlardan. Sürekli şikayet edene entel diyoruz. Ne kadar çok şikayet ederseniz o kadar entelektüel oluyorsunuz. Oysa Entelektüel mutlu bir adamdır, burada mutlu demek memnun anlamında değil. Mutludur, yaşanan çirkinlikleri görür fakat bunları kabul etmez. Çirkinlikleri nasıl düzeltebileceğini düşünür, yolunu yordamını bulur. Kokuşmuşluk, önce kendimizle olan ilişkimizde başlıyor. Kendimizi çok fazla değerli gördüğümüzü sanmıyorum. İşin beteri kendimizi adam yerine de koymuyoruz. Yemek yemiyor artık çağımız insanı. Tıkınıyor. Yemeğin tıkınmaya döndüğü, sevişmenin düzüşmeye döndüğü bir çağda yaşıyoruz. Bütün bunlar yozlaşmış bir hayatı gösteriyor, çünkü ortada zevk yok. Zevkin hançerlendiği bir yaşam var.

- Kendimizi nasıl kurtarırız bu hançerden?

Hazların peşinden koşarak değil tabi. O da hayatımızı sürdürmek için, sabah sekiz akşam beş çalıştığımız işler kadar kokuşma belirtisi. Eğlenmek için yaptığımız şeyler de otomatikleşiyor. Çünkü şu film seyredilecek deniliyor, herkes o filmi seyrediyor, şu yazar okunacak diye emir geliyor, herkes o yazara çullanıyor. Fakat herkes o yazardan ne anlıyor? Madem ki farklıyız, herkes o farkı yaşamalı. Ama fark da bize giydirilen bir şeye dönüşüyor. Beymen'den giyinince farklı oluyorsun. Kendimizden kaynaklanmıyor. Yani diplomalar, nasıl yaşayacağımız, her şey bize dışarıdan giydiriliyor. Ama kim giydiriyor derseniz, kimse giydirmiyor aslında, birbirimize giydiriyoruz. Böyle olunca yaşama sevinci kayboluyor, bu çok büyük bir tehlike.

- Öğrencilerinizin yarısının anti-depresan kullandığı doğru mu?
Doğrudur. Bizim ODTÜ civarında hayat bir beladır diye algılanıyor herhalde. Sürekli şişiriliyor gençler, sen akıllısın diye. Ailelerin de beklentisi büyüyor. Ama küçük bir başarısızlıkla karşılaştıklarında hemen bunalıma giriyorlar. O kadar el bebek gül bebek yaşamaya alıştırılmışlar ki, acılara tahammülü olmayan insanlar yetişmeye başlıyor. Yaralar almaya başlayınca, bir çıkış noktası bulamayınca ya ilaçlarla tahammül etmeye çalışılıyor ya da savunma mekanizmaları aşırı gelişiyor.

- Bu durum başarıya koşullanmaktan mı kaynaklanıyor?

Başarılı olsan, başarının hiçbir ölçütü olmadığı için, nerede duracağını bilemiyorsun ve başarı dangalağı oluyorsun. Sürekli önüne havuç konmuş eşek gibi koş Allah koş. İşkolik oluyorsun. Başarısız olsan geride durmaya tahammül edemiyorsun. O yüzden başarı ve başarısızlığın dışında bir hayatı seçmiş olabilirsin, yani serseri olmak çok daha iyidir bence. Başarısızlık ve büyük beklentiler bir aradaysa o zaman anti- depresancı oluyorsunuz. Bunların dışında üçüncü bir yaşamın peşindeyseniz yaratıcı olmak zorundasınız. Yani dünyaya posta atmış, egemen değerlerin dışında bir insan olmak gerekir. Dünyaya posta atabilmeniz için de önce kendi değerlerinizin olması gerekir.

- Mutsuzluk bulaşıcı mı?

Pısırık, güvensiz insanların bu kokuşmuşluktan çıkma şansı yok. Mutsuz ve sinirliysen bol bol sigara içersin ve kısa bir süre sonra ölürsün. Mutsuzluk uzun sürmez. Trafikte kavga edersin, bir araba sopa yersin. Sevgilinle sevişemezsin, iktidarsız olursun. Onun için rahat olmak lazım. On derste rahat olma kitapları şimdi çok satıyor. Orada yazanların tam tersini yaparsan belki biraz rahatlarsın.

- Hayvan dergisine verdiğiniz beyanatta: "Bilge dediğin fırlama olur demişsiniz. " Bu görüşünüzde ısrarlı mısınız?

Gayet ısrarlıyım, hatta bu görüşümü daha da ileri götürdüm, bilge dediğin hem fırlama olur, hem de puşt olur diyorum. Bilge, hayatın bütün hazlarının ardından koşar ama o hazların hiçbirinin dangalağı olmaz. Serserilerle konuşur, berduşlarla arkadaşlık eder, bir sürü dedikodunun farkındadır, magazinleri izler ama bulaşmaz. Günde on beş dakika televizyon izler ama sonra genellikle evleri iki katlı olduğundan yukarı çıkar, Mevlana'yı Farsça'sından okur, yatmadan önce iki bardak şarap içer.

Bilge adamda hem sokakta süren hayatı yaşayabilme yeteneği ve gücü vardır hem de o hayatın dışına çıkabilme cesareti. Yani bilge insan, hayatın içindedir. Leman'ı, Penguen'i okuduğu zaman esprileri anlar, mel mel bakmaz. Yani ben bilgeyim, bu adamlar ne biçim espri yapıyor, çok ayıp demez. Son çıkan küfürleri bilir. Yeni küfürler üretir. Yaşamdan tat almayı bilir ama bunu hiçbir zaman ayağa düşürmez. Ayağıyla yaşadığı yaşamı, yukarı çeker. O küfür ettiği zaman, küfür onda besmele gibi bir şey olur.

Bizde bilge, yerinden kalkmaz, ak sakallı, yemek yemez, çişi gelmez biri olarak bilinir. Oysa bilge dediğin doğal gaz kuyruğuna girer, sırasını kapan olursa kavga eder, gerekirse karakolluk olur. Bu tanıma göre bilgelik, akademisyenlikle pek örtüşmüyor.

Akademisyenlik kötü bir iş. Bilgeliğe aykırı, otuz yıldır millete not veriyorum, kusturucu bir şey, bıktım anasını satayım, hepinize sıfır diyeceğim bir gün. Ya da hepinize yüz, ne fark eder. Bilgelikle akademisyenlik arasında bir ilişki olabilir, o da yaşı 18-20 olanlarla sürekli bir arada olmaktan kaynaklanan bir şey. Bu avantajı kullanırsanız, yeni kalabilirsiniz.

- Biraz da aşktan konuşalım mı?

Aşkta benim teorim şu; aşk doğuştan hormonlarla ilgilidir ama aynı zamanda kazanılması, edinilmesi gereken de bir şeydir. Emek ister. Hormonu iyi salgılayan aşık olduğunu sanabilir, çıldırabilir, azabilir ama aşk ayrı bir şey. Bir sanat, bir güzellik yaratmaktır aşk. Hıyarların, hamhalat heriflerin işi değildir. Diyelim ki kızın birini görüyorum, içime bir ateş düşüyor ve aşık oluyorum. Yok öyle yağma, böyle beleş bir şey olabilir mi? Ateş düştükten sonra ne halt yediğine bağlı olarak aşk olur ya da olmaz. Ateş düştükten sonra o ateşi düşüren kişiye gidip onu söndüreyim hemen diyorsan, orada aşk yoktur. Ama aşk düştüğünde; kendimizi, hayatı, yaşadığımız kültürü anlamaya ve dönüştürmeye çalışıyorsak, işte aşk odur. Bize insan olduğumuzu hatırlatır ve büyük bir sorumluluk yükler.

Aşık olduğum zaman aklıma şu gelmeli, aşığım, demek ki yapacak çok iş var. Yani sevgilimle pastanede buluşacağım veya bir arkadaşın evine gidip yiyişeceğiz... Bu da yapılmalı tabi de yalnız bunu yapıyorsanız aşk falan yoktur. Yani burada, arkadaşın evine gittik, yiyiştik. Aşka giriş bile yok burada yiyiş var. Yani aşk, o yemekten aldığımız enerjiyle bir yere bir ağaç dikebiliyorsak, bir insana yardım edebiliyorsak, farklı kitaplar okuyabiliyorsak, gereğini yerine getirdiğimiz şeydir.
Aşk eşittir sevgili değil, iki kişilik de değil çok kişiliktir aşk. Bütün dünyayı düşman belleyip Leyla'yı sevmek değildir. Leyla'da bütün insanlığı sevmektir.

- Bir entelektüel olarak mutlu musunuz?

Yalnız kaldığım zaman, genellikle gece ikiyle dört arasında mutlu olurum. Televizyonu açarım ama seyretmem. Sesini dinlerim, duvarlara bakıp öyle düşünürüm, belki yazasım gelir bir şeyler karalarım. Uykum gelince, "bu dünya düzelmez arkadaş" deyip yatarım." Bugün de kurtaramadık dünyayı ne yapalım" derim. Hesabi duruş, mutluluğu öldüren şeydir. Örneğin Nietzsche, hayatı boyunca bunu anlattı. Ama Nietzsche'yi okuyup karamsar olan adamlar var, onlara sopayla girişmek istiyorum bazen. Adam demiş ki, ben bir enerji kaynağıyım. Benim insan gibi insan olabilmem, içimdekilerin olabildiğince bastırılmadan ortaya çıkabilmesidir. Oysa yaşam buna izin vermiyor, birbirimizi maskelemek zorunda kalıyoruz. Gerçi Freud medeniyetin temelinin bu olduğunu söylemiş. Biz de içimizdeki hayvanlığı bastıracağız diye, içimizdeki insanlığı da bastırmışız. Hâlâ içimizdeki erotik enerjiyle ilişkimizde sakatlık var. Erotik yanımız ortaya çıktıktan sonra ayıp bir şey yaptığımızı düşünüyoruz. Onun için vatan millet sakarya, ilim aşkı, sanki hiç eros yokmuş gibi davranıyoruz, dava adamı kalıbına sığınıyoruz.
Bütün bu kalıpların dışında felsefe; çözüm arayanların değil, soru soranların yeridir, şeytanla muhabbettir. Ne zaman ki şeytan sizi alt eder, o zaman insan olduğunuzu anlarsınız
Devamı

20 Aralık 2005

Eski Gazete Kupürleri

ADIM FATMA DEĞİL, VASİLİKİ - Yorgo Kırbaki 13/03/2005

ATİNA - Doğan Mustafa, 45 yaşında Kıbrıslı bir Türk. KKTC'nin giriş çıkışı serbest bırakmasından sonra, Rum Yönetimi'nden 'Kıbrıs' pasaportu almak için başvuran on binlerce Türk'ten biri. Ama bir türlü Kıbrıs vatandaşı olduğunu kanıtlayamadı ve başvuruları reddedildi. Rum makamlarına göre, annesi Fatma'ya dair kütüklerde hiçbir nüfus kaydı yoktu.

Doğan, Rumların kendisine niçin Kıbrıs pasaportu vermediğini 75 yaşındaki Limasollu annesinden öğrendi. Fatma hanım, beş çocuğu dahil herkesten gizlediği 50 yıllık sırrı sonunda açıkladı: "Oğlum, adım Fatma değil, Vasiliki. Ben Kıbrıslı Rumum. İşte bu yüzden kütüklerde kaydımı bulamıyorsun. Babana âşık oldum. Evlendik ve yeni bir isimle yeni bir dinle yeni bir hayata başladım".

1963 olayları acı sonu getirdi

Politis'in manşet yaptığı bayan Vasiliki'nin öyküsü şöyle: Mustafa ile Vasiliki, 1953'te tanışır. Aynı mahalle çocuklarıdır. Evlenmeye karar verdiklerinde Vasiliki'nin ailesi büyük tepki gösterir. Vasiliki Mustafa'yla birlikte olmak uğruna ailesiyle çarpışır. Lefkoşa'ya göç eder genç çift. Türk mahallesinde herkes Fatma diye tanır Vasiliki'yi. 1963 olaylarında Mustafa bir Rum tarafından öldürülür. Fatma Hanım, beş çocuğunu büyütebilmek için terzilik yapar. Çocuklarından bile gerçek kimliğini gizler.

Annesinin kökenini öğrendiğinde hayrete düşen Doğan Mustafa, artık Rum akrabalarını arıyor. Eşi Ulviye ise "Kocamın annesinin geçmişi için bazı şüphelerim vardı. Ama Doğan'ı evlatlık edindiğini sanıyordum" dedi.

Haberin Kaynağı
Devamı

Fatma Romanova Sahiden Var Mıydı?

Ben bu blog işine, birazda kendim için bir yazılı bellek oluşturmak için başladım. Bu belleğin kamuya açık olması da işin bazen keyifli olan bir başka boyutu. Günlük dildeki faşizm ile ilgili kesip sakladığım yazıyı blogda paylaşınca, geçmişte kesip sakladığım ilginç yazıları da bu belleğe eklemeye karar verdim. Zira kesilen kupürler, benim için er geç kaybolmaya mahkum, oysa bu siteye eklenen yazı ve diğer içeriğin, uzun süre kaybolmadan süreceğini umuyorum. Buyurun Suat Taşpınar'ın 12/06/2005 tarihli Radikal'de yayınlanan yazısına.

***

Fatma Romanova Sahiden Var Mıydı?

"Öldü" dedi ahizenin ucundaki kadın sesi, "6 Nisan'da kaybettik." İnce bir sızı yokladı göğsümü, telefona sıkıca sarıldım. Hayatımın kadınını kaybettiğimi anladım. Son yedi yıldır öyle ya da böyle, onsuz yapamadığım kadın... Bir an yüzünü görürüm diye penceresinin dibinde pervane olduğum kadın... Aşkın değilse de iflah olmaz bir tutkunun ateşlediği mektuplarımı muhtemelen hiç açmadan yakan kadın... Telefonda umutsuzca uzatmaya çalıştığım konuşmaları hep ahizeyi suratıma kapatarak bitiren huysuz ve tatsız kadın...

Fatma Baysal öldü. Fatma Romanova öldü. Ve ben artık sırrımı ifşa ediyorum.
Her şey 1935'te Ankara'da başlar. Değil benim, babamın bile henüz doğmadığı bir tarihte! Atatürk'ün emriyle, Türk Kuşu pilotlarını eğitmek için Rus pilotlar davet edilir. Pilotlardan biri Ankara'daki baloların birinde, göz kamaştıran bir Türk kızıyla tanışır. Kızın adı Fatma Baysal'dır. Daha 20'sinde bile değildir. Aşk kapıyı çalar. Birlikte Moskova'ya gider, evlenirler. Adı Fatma Romanova olur. Stalin zulmünün tırmandığı yıllardır. Ama aşk her zorluğa yama vurur. Bir kızları olur. Derken 2. Dünya Savaşı başlar. Kocası cephededir. Kızıyla, yabancı ve yalancı bir dünyada yapayalnız kalır Fatma hanım.
Ve acı haber gelir: Almanya'ya taarruz sırasında uçağı düşürülen kocasının cepheden cenazesi bile gelmez. Türkiye'ye dönmek ister. Ama 'demir perde' inmiştir artık. Dönemez. Ailesiyle tüm bağları kopmuştur. Moskova Radyosu'nun Türkçe yayın bölümünde çalışmaya başlar. Spikerlik yapar. Yaşadıkları onu zor bir insan yapmıştır. Bu yüzden ismi unutulur, 'Nazlı' diye çağrılır. Güzelliğiyle hâlâ göz kamaştırır. Ama bir daha evlenmez.
Yıllar yılları kovalar. Radyodan emekli olur ve 80'lerin sonunda, son nefesini verdiği güne dek inzivaya çekilir. Tek varlığı kızı, bir Rus Yahudisi ile evlenip Amerika'ya göçer. Fatma Romanova, beş katlı Hruşçev apartmanının ikinci katındaki iki odalı dairesinde tek başına yaşar. Yaşı 90'a dayanmıştır artık. Yüzünde yılların çok ağır izleri vardır.
Bir zamanlar erkeklerin peşinde pervane olduğu o güzel kadın, aynalara küstüğü gün, insanlara da küser. Dostu zaten yoktur. Tanıdıklarına da kapıyı açmaz olur. Kızının yolladığı parayla bakıcılığını yapan komşusundan başka kimse yoktur hayatında. Türkiye yüreğinde bir kor da olsa, aklından geçmez. Çünkü hâlâ sokakta Stalin zulmünün sürdüğü, demir perdenin sıkı sıkıya kapalı olduğu vehmiyle yaşamaktadır. Türkiye ile hiçbir bağı yoktur. Ölümü bekleyen, hem sağlığını hem dengesini günbegün yitiren bir ihtiyarın dramıdır gerisi.
Belki Ankara Palas'ta o ilk dansı yaptığı, yüreğini kanatlandıran o geceye lanet ederek ölür yalnız odasında. Belki kocasının silik fotoğrafına son bir buse kondurup, aşkını kendisiyle beraber götürür son nefesinde. Kim bilir?
Ben Fatma Romanova'nın öyküsünü ilk duyduğumda sene 1998'di. Genç bir gazetecinin zapt edilmez heyecanıyla uykusuz günler geçirdim. Onunla röportaj yaptığımı, 'Hayatı Romanova' diye kitabını yazdığımı, ve hatta hayatının filme çekildiğini düşledim. İlk telefon ettiğim günü, berbat bir hattın ucunda "Alo! Alo! Kimsiniz?" diye haykıran tiz ve kotrolsüz sesini hatırlıyorum. Telefonu kapatmasın diye ter döktüğümü, 70 yıl öncenin Ankara Palası'ndan yankılanıp gelen duru Türkçesiyle sık sık, "Lütfen beni rahatsız etmeyiniz, rica ederim" deyişini hatırlıyorum. Sonrasında fasılalarla devam eden kısa telefon görüşmelerimizi, ikna edebilmek için yazdığım mektupları, yolladığım bir kutu lokumu, kimi yaz akşamları belki perdeyi aralar da dışarı bakar diye, arabamın içinde penceresini dikizleyişimi hatırlıyorum.
Gerisi bana ait bir hikâye. Sadece zamanla 'acar gazeteci' reflekslerimi dizginlediğimi, derin ıstıraplar yaşayıp hayatının son demine gelmiş yalnız bir kadının dünyasına onun izni olmadan girmemem gerektiğine kendimi ikna ettiğimi söyleyebilirim. Yani gazetecilikten önce insan olduğumu, aşılmaması gereken sınırlarda zor da olsa durmak gerektiğini anladığımı... Sonrası sadece beklenen haberi 'atlamamak' için birkaç ay arayla çevrilen telefonlardan ve "Alo! Alo!" diye yırtılan sesi duyup ahizeyi indirmekten ibaret birkaç yıl... Cuma günü telefonu açan genç kadın, "Öldü" dedi, "6 Nisan'da. Bu evde artık ben yaşıyorum."
Devamı

19 Aralık 2005

Mühendisin Kafasını Karıştırmak

Bu dönem, Sabancı Üniversitesi "Information Technology in Management" lisansüstü programında ITM 533 Technology and Human Organization dersini veriyorum. Benim için oldukça keyifli geçiyor, umarım öğrenciler için de benim için olduğu kadar keyifli ve bir o kadar da öğretici geçiyordur.

Ders boyunca, öğrencilerle örgütsel ortamlarda teknoloji ile ilgili hallerden bahsediyorum. Hayatın, pek de o kadar rasyonel olmadığını, organizasyonlarda teknoloji adaptasyonu meselesi etrafında pek çok politik, sosyal ve teknik meselenin olduğunu kavramaları için çalışıyorum. Yani 2000 yılından bu yana iğne ile akademik literatürden ne toplayıp, ilmek ilmek tezimde ne örmeye çalıştıysam, bunu kararınca öğrencilere aktarmaya çalışıyorum.

Bu çaba sırasında, öğrencilerin meseleye kritik bir perspektiften yaklaşmaları en temel amacım. Yani kendi kabullerinin ve algılarının dışına çıkıp kendilerini keşfetmelerini istiyorum aslında. Günlük hayatta ve önceki eğitimlerinde kabul ettikleri "bilimsellik" kavramını, modernizmi ve ilerlemeci söylemi çözümleyebilmeleri için ipuçları vermeye çalışıyorum. Amacım, elbette bunun sonucunda post-modern veya pre-modern olmaları değil, ama kendi kabullerinin dair bir farkındalık edinmeleri. Bu noktada, tezime çıkış noktasında farklı bir ivme veren, MIT Sloan School of Management'ten Prof. Wanda Orlikowski ile yapılan "Awareness is the First Critical Thing" başlıklı söyleşiye bir link vermeden geçemeyeceğim.

Farkındalık deyince, bir çok şeyin farkında olmayı kastediyorum elbette. Örneğin, etrafımızdaki sosyal düzenin, farklı güç ve kaynaklara sahip çok sayıda aktörün, kendilerinden önce kurulmuş sosyal bir çerçeve içinde verdikleri, muhtemelen rasyonellikten de uzak bir kararlar bütünü olduğunu, bu anlamda çok sayıda kararın bileşkesinden oluşmuş bir tekamül olduğunu, bir aktörün yukarından aşağıya mühendisliği ile ister toplum ister örgüt seviyesinde gerçekliğin kolaylıkla değişemeyeceğini farketmek gerek mesela. Alışılagelmiş, süperkahraman yönetici hikayelerinin aksine, sosyal çevre içinde değişim için de mühendislik değil ancak navigasyon yapmak üzere dümen tutulmaya çalışılabileceğini farketmek. Bunu farkettikten sonra alınabilecek pozisyonlar muhtelif, gücün bir noktada odaklanması ile iktidar odaklarının oluşmasına karşı eşitlikçi bir politik tavır almaktan güç merkezlerinin yanında saf durmaya kadar pek çok alternatif var. Burada da, eğer varsa, kendi etik bilincimiz devreye girmeli.

Derste pek buralara varmıyoruz ama, bu farkındalık sadece, iktidar ve güç ile ilgili bir pozisyon almayı değil, aynı zamanda modernleşme projesi hakkında da bir fikir oluşturmayı gerektirebilir. Örneğin, Türkiye'nin kalkınarak ve modernleşerek, yüzyılların ekonomik sömürgeciliği ve zenginlik birikimine sahip batı ülkeleri arasına girip giremeyeceğini, şapkamızı önümüze koyup düşünmeyi gerektirebilir. Buna göre ülke olarak hedefimizin ne olacağını da tekrar tartışabiliriz. "Muasır medeniyet" ille de kalkınmışlık ve zengilikle ilgili bir şey midir?

Geliştirdiğimiz bu tür bir farkındalık, örneğin bizi modernleşmenin ne anlama geldiğini düşünmek zorunda bırakabilir, umarım. Türkiye dilediğimiz kadar modernleşirse örneğin, İstanbul'un birbirinin tıpkısı aynısı Batı Avrupa şehirlerinden dönüşmesini istiyor muyuz? Geçen yaz İstanbul'da düzenlenen Dünya Mimarlık Kongresi'nde dünyanın dört bir yanından gelen mimarları cezbeden, İstanbul'un düzensizliği içinde farklılığı ve dinamiği olmuştu.

Olası bir depremde şehrin kafamıza yıkılmamasını sağlamak, kafi bir modernleşme hedefi midir, yoksa İstanbul'un herhangi bir dünya şehri olmasını mı istiyoruz, Dubai kuleleri, Maslak keşmekeşi, Gökkafes çirkinliği, Cevahir İş Merkezi felaketi ve üçüncü köprü rant bölgeleri ile, "Yok birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankasıyız" mı diyeceğiz?

Modernleşmeci yaklaşım, sosyal hayatta, rasyonel aklın işaret ettiği bir tek doğru ve bu doğruya yönelik sürekli bir gelişmeden bahsetmiyor mu? İnsan hayatında pek az şeyin rasyonel olduğu, ve hatta pek az şeyin sınırlı rasyonel bir şekilde ele alınabildiğini düşünürsek, modernleşmeci ilerlemeyi sorgulamak gerekmiyor mu?

"Aklın yolu birdir" diye ekranlarda kükreyenler, genellikle o biricik yolu belirleyebilecek güce sahip kimseler oluyor. Aklın yolu birdir diyenler, o yol benim dediğimdir diye bağlıyorlar sözlerini. Rasyonel düşünce bizim için bir araç olacağı yere, biz ona esir olduğumuzda, rasyonel akıl, dış etkilerden uzaklaştırılmış, apolitik, tamamen teknik bir doğru olmuyor. Bilakis, gücü olanın dayattığı tekil "doğru" haline geliyor. Silahı olan kuralı koyuyor. İşte tam da bu nedenle, rasyonel doğru teknik değil güç ilişkilerine dayalı hayli politik bir şey olduğunu anlamak gerekiyor.

Toplumsal olarak kurulu güç dengeleri neticesinde yönlendirilmiş bu doğruyu bilinçli veya bilinçsiz olarak satın alan, eğitilen, hatta doktirine edilen bireyler de, satın aldikları bu paketleri, sanki kendi akıllarıyla ürettikleri doğrular gibi genellikle körü körüne savunuyorlar. İşte o zaman, çoğulculuk, özgürlük, adalet, azınlığın çoğunluk karşısında hakları, güme gidiyor.

Sırtımızdaki bu yükü atıp, toplumsal çoğunluğa dahil oldugumuz anlarda her çeşit farklı varoluş şeklini olgunlukla kabul edebilmeli, toplum karşısında azınlıkta kaldığımız hallerde ise aynı çoğulcu yaklaşımı beklemeyi umabilmeliyiz. Bu da benim hayalim, biraz "Bin çiçek açsın, ..." gibi oldu, kabul ediyorum. :)
Devamı

Günlük Dildeki Faşizm

Yakın arkadaşlarım bilir, günlük dilde ağzımızdan kaçıveren, buram buram faşizm ve ırkçılık kokan yargılara, bir etnik kimliği, kötü yargılar taşıyan yüklerle beraber kullanıvermeye, dudak bükerek "çingene", "kürt", "ermeni", "rum" deyivermelere, bizden farklı olanı, "ötekini" farkında olarak veya olmadan yerin dibine batırmalara çok takılırım. Bu konunun maskesini düşürmekle, kişileri aslında basit bir cümle ile ne yaptıklarını farkettirmekle ilgili kişisel bir meselem olduğunu düşünmüşümdür. İşte tam bu nedenle, Haydar Ergülen'in 27 Nisan 2005 tarihli Radikal gazetesinde yazdığı bir köşe yazısını, kesip masama asmış, defalarca okumuştum. Bugünden sonra, bu yazıyı sizlerle de paylaşmak istedim.
***
Hepimiz Faşistiz - Haydar Ergülen

Son aylarda Hitler'in 'Kavgam' kitabının çok satmasından memleketteki linç girişimlerine, kitap imhasından Beşiktaş Teknik Direktörü Rıza Çalımbay'ın 'kapıcının oğlu' diye aşağılanmasına kadar, her biri şiddet içeren çok sayıda gelişmeye tanık olduk. Köşe yazarları da milliyetçilikten faşizme, kimi 'yükseliş'lerin altını çiziyor, durum tespitinde bulunuyorlar. Görebildiğim kadarıyla da bu konuda en çok Thomas Mann'ın 'Faşizm bir ideoloji değil, bir kötülüktür' sözüne vurgu yapıldı, görmedim ama, muhtemelen Ingeborg Bachmann'ın 'Faşizm iki insan arasında başlar' sözü de bu vurgulardan nasibini almış olmalı.

Faşizm üzerine bir özlü sözler antolojisi yapılsa, o da şu özel baskı ilk 100 bin kategorisinde ucuz fiyatla basılsa, eminim çoksatanlar listesinin en başına otururdu. Merak bu ya! Yalnızca merak değil elbette, içinde faşist olmadığımızı kanıtlamaya yarayacak bir çok özlü söz bulacağımız inancıyla alırız o antolojiyi. Çünkü biz faşist olamayız! Faşist olmak kara gömlek giymektir, Nazi selamı verip "Heil Hitler" diye bağırmaktır. Öyleyse içimiz rahat, hançeremizden kopan sözlerle yedi düvele duyuracak bir şiddetle bağırabiliriz: Biz faşist değiliz!

Öğretmenlerin öğrencileri, polislerin gençleri, anne babaların çocuklarını, büyüklerin küçüklerini, erkeklerin karılarını dövmesi, iki sürücünün en olmadık sebeplerle araçlarından tahta ve demir çubuklarla fırlayıp birbirlerine saldırması, sokak çocuklarını, evsizleri tekmelemesek bile görmezden gelmemiz, kedilerin, köpeklerin soğuktan, açlık ve susuzluktan ölmelerine göz yummamız, bunların hiçbiri faşizm sayılmaz çünkü. En solcu , demokrat geçinen edebiyat, sanat ve kültür insanlarının 'seçkinci' ve 'soylu' bir tavırla, aynı camiada yer aldıkları 'meslektaş'larını küçümseyici, aşağılayıcı bir dil ve üslupla, şiddetle, sözümona 'eleştirme'si de olsa olsa nesnel eleştirinin gereğidir, faşizmin değil.

Fenerbahçe taraftarlarının, Rıza Çalımbay için 'Rıza Efendi, iki ekmek bir süt' pankartını açmaları bana bir şey hatırlattı. İki yıl önce, ömrünün son günlerindeki babamın yanındaydım, hastane odasında ordan burdan konuşuyorduk. Söz yazarlara, gazetecilere geldi, pek sevmediğim bir gazeteci- yazardan söz ederken, ağzımdan 'Kamyoncunun oğlu' sözleri dökülüverdi. Benim de babamın da beklemediği bir sözdü bu. Tüm ömrünü, ütopik de olsa sonsuz bir adalet duygusuyla yaşayan babam 'Sen de tamircinin oğlusun!' dedi. Evet, ben de bir oto tamircisinin oğluydum ve yazı yazıyordum, tıpkı kamyoncunun oğlu olan o gazeteci-yazar gibi.

Benim futbolla pek ilgim yoktur, bizim Kansu'nun deyişiyle 'Eskişehirspor'un en vefalı taraftarı' olan babam Kel Hasan Usta ise futbolu severdi, Rıza'yı da futbolculuğundan beri sevip takdir ettiğini biliyorum, bu sevgide Rıza'nın 'kapıcının oğlu' olmasının da özel bir önemi vardı. Faşist olmak için iktidar olmak gerekmiyor elbette, iki kişi arasındaki ilişkiden başlayarak aileye, okula, sokağa, hayatın her alanına kök salmış ve yaygınlaşmış bir kötülük faşizm. En çok da dilde ortaya çıkıyor, dil sürçmesi deyip geçiştirdiğimiz cümlelerde. Kara gömlek giymiyorum, kendimi bildim bileli sosyalistim, ama bir insanı 'kamyoncunun oğlu' diye aşağıladıktan sonra bunların ne önemi olabilir ki? Bu da dildeki faşizm değil midir? Evet, ben de faşistim, hepimiz gibi. Dilimi ne kadar iktidar söyleminden uzak tutmaya çalışsam da, içimdeki faşist zaman zaman dil sürçmesiyle de olsa ortaya çıkıveriyor işte! Galiba hepimiz gizliden gizliye faşist olduğumuzu biliyoruz, içimizdeki faşisti susturmaya çalışıyoruz. Ömrümüz de bu yerleşik faşistten uzaklaşmaya, görmezden gelmeye, onu yok etmeye çalışarak geçiyor. Faşizme karşı mücadeleye de bu yüzden önce kendimizden, içimizden başlamak gerekiyor.
Devamı

18 Aralık 2005

Özgün - Elveda

Biraz arabesk sayılabilir ama yine de güzel...

Zaman değilmiş geçen ömürmüş anlamadık
Tükendik bizde yıllar gibi yaralandık
Bana bıraktığın yüzümdeki bu çizgiler
Alıp götürdüğün ömrümün baharları

Suçumuz neydi bizim
Feryadım Tanrı'ya
Sana son sözüm gülüm
Elveda

Her şey biter
Herkes unutulur
Ben seni kaç kere sevdiğimi unuttum
Haram olsun
Yıllarım olmuş ziyan
Sende unut beni yok yere sevdiğini

Zaman değilmiş geçen ömürmüş anlamadık
Yenildik bizde aşklar gibi karalandık
Bana bıraktığın yüzümdeki bu çizgiler
Alıp götürdüğün ömrümün baharları

Bir sabah boş evinde üşüyerek uyanacaksın
Titrek kalbini eski mektuplara saracaksın
Ben senle bir günü bir ömre kıyaslarken
Sen benden bir haber başka kollarda uyuyormuşsun
Olsun, avuçlarında ben burnunda benim kokum
Ben seni çoktan unuttum
Sen beni unutamayacaksın

Dinlemek için tıklayın
Devamı