Mühendisin Kafasını Karıştırmak
Bu dönem, Sabancı Üniversitesi "Information Technology in Management" lisansüstü programında ITM 533 Technology and Human Organization dersini veriyorum. Benim için oldukça keyifli geçiyor, umarım öğrenciler için de benim için olduğu kadar keyifli ve bir o kadar da öğretici geçiyordur.
Ders boyunca, öğrencilerle örgütsel ortamlarda teknoloji ile ilgili hallerden bahsediyorum. Hayatın, pek de o kadar rasyonel olmadığını, organizasyonlarda teknoloji adaptasyonu meselesi etrafında pek çok politik, sosyal ve teknik meselenin olduğunu kavramaları için çalışıyorum. Yani 2000 yılından bu yana iğne ile akademik literatürden ne toplayıp, ilmek ilmek tezimde ne örmeye çalıştıysam, bunu kararınca öğrencilere aktarmaya çalışıyorum.
Bu çaba sırasında, öğrencilerin meseleye kritik bir perspektiften yaklaşmaları en temel amacım. Yani kendi kabullerinin ve algılarının dışına çıkıp kendilerini keşfetmelerini istiyorum aslında. Günlük hayatta ve önceki eğitimlerinde kabul ettikleri "bilimsellik" kavramını, modernizmi ve ilerlemeci söylemi çözümleyebilmeleri için ipuçları vermeye çalışıyorum. Amacım, elbette bunun sonucunda post-modern veya pre-modern olmaları değil, ama kendi kabullerinin dair bir farkındalık edinmeleri. Bu noktada, tezime çıkış noktasında farklı bir ivme veren, MIT Sloan School of Management'ten Prof. Wanda Orlikowski ile yapılan "Awareness is the First Critical Thing" başlıklı söyleşiye bir link vermeden geçemeyeceğim.
Farkındalık deyince, bir çok şeyin farkında olmayı kastediyorum elbette. Örneğin, etrafımızdaki sosyal düzenin, farklı güç ve kaynaklara sahip çok sayıda aktörün, kendilerinden önce kurulmuş sosyal bir çerçeve içinde verdikleri, muhtemelen rasyonellikten de uzak bir kararlar bütünü olduğunu, bu anlamda çok sayıda kararın bileşkesinden oluşmuş bir tekamül olduğunu, bir aktörün yukarından aşağıya mühendisliği ile ister toplum ister örgüt seviyesinde gerçekliğin kolaylıkla değişemeyeceğini farketmek gerek mesela. Alışılagelmiş, süperkahraman yönetici hikayelerinin aksine, sosyal çevre içinde değişim için de mühendislik değil ancak navigasyon yapmak üzere dümen tutulmaya çalışılabileceğini farketmek. Bunu farkettikten sonra alınabilecek pozisyonlar muhtelif, gücün bir noktada odaklanması ile iktidar odaklarının oluşmasına karşı eşitlikçi bir politik tavır almaktan güç merkezlerinin yanında saf durmaya kadar pek çok alternatif var. Burada da, eğer varsa, kendi etik bilincimiz devreye girmeli.
Derste pek buralara varmıyoruz ama, bu farkındalık sadece, iktidar ve güç ile ilgili bir pozisyon almayı değil, aynı zamanda modernleşme projesi hakkında da bir fikir oluşturmayı gerektirebilir. Örneğin, Türkiye'nin kalkınarak ve modernleşerek, yüzyılların ekonomik sömürgeciliği ve zenginlik birikimine sahip batı ülkeleri arasına girip giremeyeceğini, şapkamızı önümüze koyup düşünmeyi gerektirebilir. Buna göre ülke olarak hedefimizin ne olacağını da tekrar tartışabiliriz. "Muasır medeniyet" ille de kalkınmışlık ve zengilikle ilgili bir şey midir?
Geliştirdiğimiz bu tür bir farkındalık, örneğin bizi modernleşmenin ne anlama geldiğini düşünmek zorunda bırakabilir, umarım. Türkiye dilediğimiz kadar modernleşirse örneğin, İstanbul'un birbirinin tıpkısı aynısı Batı Avrupa şehirlerinden dönüşmesini istiyor muyuz? Geçen yaz İstanbul'da düzenlenen Dünya Mimarlık Kongresi'nde dünyanın dört bir yanından gelen mimarları cezbeden, İstanbul'un düzensizliği içinde farklılığı ve dinamiği olmuştu.
Olası bir depremde şehrin kafamıza yıkılmamasını sağlamak, kafi bir modernleşme hedefi midir, yoksa İstanbul'un herhangi bir dünya şehri olmasını mı istiyoruz, Dubai kuleleri, Maslak keşmekeşi, Gökkafes çirkinliği, Cevahir İş Merkezi felaketi ve üçüncü köprü rant bölgeleri ile, "Yok birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankasıyız" mı diyeceğiz?
Modernleşmeci yaklaşım, sosyal hayatta, rasyonel aklın işaret ettiği bir tek doğru ve bu doğruya yönelik sürekli bir gelişmeden bahsetmiyor mu? İnsan hayatında pek az şeyin rasyonel olduğu, ve hatta pek az şeyin sınırlı rasyonel bir şekilde ele alınabildiğini düşünürsek, modernleşmeci ilerlemeyi sorgulamak gerekmiyor mu?
"Aklın yolu birdir" diye ekranlarda kükreyenler, genellikle o biricik yolu belirleyebilecek güce sahip kimseler oluyor. Aklın yolu birdir diyenler, o yol benim dediğimdir diye bağlıyorlar sözlerini. Rasyonel düşünce bizim için bir araç olacağı yere, biz ona esir olduğumuzda, rasyonel akıl, dış etkilerden uzaklaştırılmış, apolitik, tamamen teknik bir doğru olmuyor. Bilakis, gücü olanın dayattığı tekil "doğru" haline geliyor. Silahı olan kuralı koyuyor. İşte tam da bu nedenle, rasyonel doğru teknik değil güç ilişkilerine dayalı hayli politik bir şey olduğunu anlamak gerekiyor.
Toplumsal olarak kurulu güç dengeleri neticesinde yönlendirilmiş bu doğruyu bilinçli veya bilinçsiz olarak satın alan, eğitilen, hatta doktirine edilen bireyler de, satın aldikları bu paketleri, sanki kendi akıllarıyla ürettikleri doğrular gibi genellikle körü körüne savunuyorlar. İşte o zaman, çoğulculuk, özgürlük, adalet, azınlığın çoğunluk karşısında hakları, güme gidiyor.
Sırtımızdaki bu yükü atıp, toplumsal çoğunluğa dahil oldugumuz anlarda her çeşit farklı varoluş şeklini olgunlukla kabul edebilmeli, toplum karşısında azınlıkta kaldığımız hallerde ise aynı çoğulcu yaklaşımı beklemeyi umabilmeliyiz. Bu da benim hayalim, biraz "Bin çiçek açsın, ..." gibi oldu, kabul ediyorum. :)
Ders boyunca, öğrencilerle örgütsel ortamlarda teknoloji ile ilgili hallerden bahsediyorum. Hayatın, pek de o kadar rasyonel olmadığını, organizasyonlarda teknoloji adaptasyonu meselesi etrafında pek çok politik, sosyal ve teknik meselenin olduğunu kavramaları için çalışıyorum. Yani 2000 yılından bu yana iğne ile akademik literatürden ne toplayıp, ilmek ilmek tezimde ne örmeye çalıştıysam, bunu kararınca öğrencilere aktarmaya çalışıyorum.
Bu çaba sırasında, öğrencilerin meseleye kritik bir perspektiften yaklaşmaları en temel amacım. Yani kendi kabullerinin ve algılarının dışına çıkıp kendilerini keşfetmelerini istiyorum aslında. Günlük hayatta ve önceki eğitimlerinde kabul ettikleri "bilimsellik" kavramını, modernizmi ve ilerlemeci söylemi çözümleyebilmeleri için ipuçları vermeye çalışıyorum. Amacım, elbette bunun sonucunda post-modern veya pre-modern olmaları değil, ama kendi kabullerinin dair bir farkındalık edinmeleri. Bu noktada, tezime çıkış noktasında farklı bir ivme veren, MIT Sloan School of Management'ten Prof. Wanda Orlikowski ile yapılan "Awareness is the First Critical Thing" başlıklı söyleşiye bir link vermeden geçemeyeceğim.
Farkındalık deyince, bir çok şeyin farkında olmayı kastediyorum elbette. Örneğin, etrafımızdaki sosyal düzenin, farklı güç ve kaynaklara sahip çok sayıda aktörün, kendilerinden önce kurulmuş sosyal bir çerçeve içinde verdikleri, muhtemelen rasyonellikten de uzak bir kararlar bütünü olduğunu, bu anlamda çok sayıda kararın bileşkesinden oluşmuş bir tekamül olduğunu, bir aktörün yukarından aşağıya mühendisliği ile ister toplum ister örgüt seviyesinde gerçekliğin kolaylıkla değişemeyeceğini farketmek gerek mesela. Alışılagelmiş, süperkahraman yönetici hikayelerinin aksine, sosyal çevre içinde değişim için de mühendislik değil ancak navigasyon yapmak üzere dümen tutulmaya çalışılabileceğini farketmek. Bunu farkettikten sonra alınabilecek pozisyonlar muhtelif, gücün bir noktada odaklanması ile iktidar odaklarının oluşmasına karşı eşitlikçi bir politik tavır almaktan güç merkezlerinin yanında saf durmaya kadar pek çok alternatif var. Burada da, eğer varsa, kendi etik bilincimiz devreye girmeli.
Derste pek buralara varmıyoruz ama, bu farkındalık sadece, iktidar ve güç ile ilgili bir pozisyon almayı değil, aynı zamanda modernleşme projesi hakkında da bir fikir oluşturmayı gerektirebilir. Örneğin, Türkiye'nin kalkınarak ve modernleşerek, yüzyılların ekonomik sömürgeciliği ve zenginlik birikimine sahip batı ülkeleri arasına girip giremeyeceğini, şapkamızı önümüze koyup düşünmeyi gerektirebilir. Buna göre ülke olarak hedefimizin ne olacağını da tekrar tartışabiliriz. "Muasır medeniyet" ille de kalkınmışlık ve zengilikle ilgili bir şey midir?
Geliştirdiğimiz bu tür bir farkındalık, örneğin bizi modernleşmenin ne anlama geldiğini düşünmek zorunda bırakabilir, umarım. Türkiye dilediğimiz kadar modernleşirse örneğin, İstanbul'un birbirinin tıpkısı aynısı Batı Avrupa şehirlerinden dönüşmesini istiyor muyuz? Geçen yaz İstanbul'da düzenlenen Dünya Mimarlık Kongresi'nde dünyanın dört bir yanından gelen mimarları cezbeden, İstanbul'un düzensizliği içinde farklılığı ve dinamiği olmuştu.
Olası bir depremde şehrin kafamıza yıkılmamasını sağlamak, kafi bir modernleşme hedefi midir, yoksa İstanbul'un herhangi bir dünya şehri olmasını mı istiyoruz, Dubai kuleleri, Maslak keşmekeşi, Gökkafes çirkinliği, Cevahir İş Merkezi felaketi ve üçüncü köprü rant bölgeleri ile, "Yok birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankasıyız" mı diyeceğiz?
Modernleşmeci yaklaşım, sosyal hayatta, rasyonel aklın işaret ettiği bir tek doğru ve bu doğruya yönelik sürekli bir gelişmeden bahsetmiyor mu? İnsan hayatında pek az şeyin rasyonel olduğu, ve hatta pek az şeyin sınırlı rasyonel bir şekilde ele alınabildiğini düşünürsek, modernleşmeci ilerlemeyi sorgulamak gerekmiyor mu?
"Aklın yolu birdir" diye ekranlarda kükreyenler, genellikle o biricik yolu belirleyebilecek güce sahip kimseler oluyor. Aklın yolu birdir diyenler, o yol benim dediğimdir diye bağlıyorlar sözlerini. Rasyonel düşünce bizim için bir araç olacağı yere, biz ona esir olduğumuzda, rasyonel akıl, dış etkilerden uzaklaştırılmış, apolitik, tamamen teknik bir doğru olmuyor. Bilakis, gücü olanın dayattığı tekil "doğru" haline geliyor. Silahı olan kuralı koyuyor. İşte tam da bu nedenle, rasyonel doğru teknik değil güç ilişkilerine dayalı hayli politik bir şey olduğunu anlamak gerekiyor.
Toplumsal olarak kurulu güç dengeleri neticesinde yönlendirilmiş bu doğruyu bilinçli veya bilinçsiz olarak satın alan, eğitilen, hatta doktirine edilen bireyler de, satın aldikları bu paketleri, sanki kendi akıllarıyla ürettikleri doğrular gibi genellikle körü körüne savunuyorlar. İşte o zaman, çoğulculuk, özgürlük, adalet, azınlığın çoğunluk karşısında hakları, güme gidiyor.
Sırtımızdaki bu yükü atıp, toplumsal çoğunluğa dahil oldugumuz anlarda her çeşit farklı varoluş şeklini olgunlukla kabul edebilmeli, toplum karşısında azınlıkta kaldığımız hallerde ise aynı çoğulcu yaklaşımı beklemeyi umabilmeliyiz. Bu da benim hayalim, biraz "Bin çiçek açsın, ..." gibi oldu, kabul ediyorum. :)
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa