3 Kasım 2005

Eğreti Gelin, Eğreti Film

Birkaç gün önce, Atıf Yılmaz'ın son filmi Eğreti Gelin'i izleme imkanı buldum. Film sinemalardan geçip, Nurgün Yeşilçay'ın Antalya'da en iyi kadın oyuncu ödülünü alıp almaması konusundaki anlamsız tartışma durulunca, keyifli bir gecikmişlikle oturdum filmin karşısına.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Denizli belediye başkanı Talat bey (Fikret Hakan)'ın 18 yaşına gelmiş aklı bir karış havada oğlu Ali(Onur Ünsal) ile, ailenin zengin komşularının yaşıt kızı Neşe'nin (Eylem Yıldız) evlendirilmesi planlanmıştır. Böylece kız tarafının parası ile oğlan tarafının politik gücü bir araya gelecek ve aile daha da zenginleşecektir.

Bebekliklerinden beri arkadaş olan bu iki çocuk, evlenme planına itiraz etmemektedir. Ancak mustakbel damat, 18 yaşına gelmiş olmasına karşın, evin dominant annesi İffet(Müjde Ar)'in kanatlarının altında "biricik oğul" olarak yetiştirilmekten belki, odasında kuklalarıyla oynamayı, babasının dokuma atolyesine iş öğrensin diye yollandığında, yeni nakış tasarımları yapmayı ve kasabaya gelen çadır kumpanyasında horoz kılığında oyuna çıkmayı tercih etmektedir.

Evlilik günlerini dört gözle bekleyen kıza karşın, oğlan, pek oralı değildir. Bunun üzerine, Bohçacı Çenoto (Füsun Demirel)'in de tavsiyesiyle oğlana evlenmeden önce cinsellik konusunda "staj" yaptırmak ve yol yordam göstermek üzere, Emine'yi eve eğreti gelin olarak alırlar. Dışarıya karşı, evin yeni hizmetçisi olarak tanıtılan güzel Emine, güzelliği ile hem ev halkını hem de komşu kız tarafını şaşırtsa da, plan devam eder. Bu arada Emine'nin belalı sevgilisi Hasan(Şevket Çoruh), Emine'ye laf atan birisini bıçakladığı için hapistedir. Ali başta Emine'ye yüz vermese de, zamanla cazibesine kapılır ve sonunda beklenmeyen şey olur, Eğreti Gelin'liğin kuralı çiğnenir ve Ali, kendisinden yaşça büyük Emine'ye aşık olur. Üstelik bu aşk karşılıksız da değildir.

Türk sinemasının önemli yönetmenlerinden Atıf Yılmaz'ın filmi olduğu için açıkçası beklentim karşılaştığım filme göre daha yüksekti. Ne yazık ki, film günümüz Türk sinemasının bulunduğu noktadan ve Atıf Yılmaz'ın önceki filmlerinden daha iyi değildi. Filmin en ciddi eksiğinin iyi bir senaryol olduğunu düşünüyorum. Bir söyleşisinde Atıf Yılmaz, filmin sonunu defalarca değiştirdiğini ve sonunda da çıkan sondan pek memnun olmadığını söylemiş. Türk Sineması'nda 10 yönetmen kitabında geçen söyleşisinde de Atıf Yılmaz, filmlerinin senaryosunu çekim sırasında üretmeye ve anlık olarak değiştirmeye çok eğilimli olduğunu söylüyordu. Sanırım burada da benzeri bir yaklaşım gösterdiğinden olsa gerek, en dramatik sahnelerde bile diyaloglar etkileyici olmaktan oldukça uzak, biraz aceleye gelmiş hissi veriyordu.

Filmin bir diğer eksiği ise, kaynak olarak aldığı eğreti gelin kavramıyla ilgili hiçbir şey söylemiyor olması. Netice itibariyle yönetmen, fakir fukara kadınların iş bilmeyen zengin çocuklarıyla zoraki beraberliklerine dair ne diyor, anlamak mümkün değil. Kadın sorunları filmlerinin unutulmaz yönetmeni Atıf Yılmaz için bir gelenek olarak Eğreti Gelinlik hakkında hiçbir tartışma açmıyor veya bir tavır barındırmıyor. İki gencin, ekonomik kaygılarla, para ve güç bölünmesin diye zoraki evliliğe mecbur edilmesine eleştirel anlamda şöyle bir dokunurken, eğreti gelin olgusunun altında yatan gerçekleri hiç irdelemiyor. Hatta belediye başkanının da evlenmeden önce gençliğinde bugün karısının da bildiği bir eğreti gelini olmuş olmasına değinerek, bir anlamda bunu meşrulaştırıyor. Film eğreti gelin geleneğini tartışmadığı gibi, mekanıyla da bir ilişki kurmuyor. Eğreti gelinliği tartışmayınca, Denizli'yi tartışmıyor, Cumhuriyet'in ilk yıllarını tartışmıyor, taşra kültürü hakkında bir şey söylemiyor. Dolayısıyla film neden o tarihte o yerde geçiyor, bir fikrimiz oluşmuyor. Aslında mesela, günümüz Türkiye'sinde de geçebilirdi. Neden o günlerde orada, bilmiyoruz.

Aslında tam da Atıf Yılmaz'ın röportajında dediği gibi filmin en dramatik sahnesi olması gereken final sahnesi pek olmamış. Final, inandırıcılık sorunları da taşıyan averaj bir dizi sahnesi gibiydi. Emine'nin tek başına kalmış kız kardeşi, belalıya sevgilileri niye gammazlar? Öldürsün diye mi? Bir şehirden, arkalarında iki zengin aile, bir eli silahli belalı bırakarak kaçan iki aşık, bir kumpanya ile kaçıyor olsalar da, gösteri kostümlerini kullanarak horoz kılığında trene biner mi? Kaçan insanlar bu kadar mı acelesizdirler? Laf atanı bile bıçaklayan hapise giren belalı, bu ikilinin gitmesine neden izin verir? Hadi aşkın büyüklüğünü gördü de izin verdi diyelim, buna şaşıran aşıklar niye kaçıp gitmek yerine adamın sinirini zorlayacak şekilde alık alık bakarlar? Hadi alık alık bakarlar, hareket eden trenden sarkarak bakmaya niye devam ederler, adam fikir değiştirsin de vursun diye mi? Bir gece önce belalı'yı içeri aldıran etkili ve yetkili belediye başkanı, ailesi, kız tarafı, o dönemin tek uzun mesafe ulaşım aracı tren olduğuna göre tren garına gelmeyi düşünememiş midir? Yoksa kumpanya şehirde kaldığı sürece her gece sahneye çıkan ve gösteri sonunda da selama başlıksız olarak çıkan Ali'yi kimse tanıyıp ailesine haber uçurmamış mıdır? Aile kumpanya ile kaçtıkları bilgisine bu kadar mı uzaktır. Yani her şey bir yana, filmin bu finali hakkaten olmamış. Yönetmen ille de mutlu son istiyorsa, aşıklar kavuşsun diyorsa, bin türlü başka final olabilirdi.

Öte yandan filmdeki oyunculuklar gerçekten iyidi. Zaman zaman abartsa da Bohçacı Çenoto rolünde Füsun Demirel yine harikaydı. Zaten onu her filmde izlemeye bayılıyorum. Gerçekten harika bir oyuncu. Filmin sonlarına doğru, Emine'ye de sarkan belediye başkanı baba rolünde Fikret Hakan'da filmin genelinde yerine oturmayan rolünde fazlasıyla iyiydi. Filmin baş rollerinden birini sırtlayan genç Onur Ünsal'ı sanırım gelecekte de başka filmlerde göreceğiz. Konuk oyuncu Metin Akpınar da Aşkolsun ve Beyoğlu dizilerinden tanıdığımız gayrımüslim sahne sanatçısı tiplemesiyle, sivrilmeyen, sıcak bir oyunculuk gösteriyor. Oyunculukların bu düzeyde iyi olmasını tek tek kişilerden çok, oyuncuları yönetmek konusunda bir üstad olduğunu düşündüğüm Atıf Yılmaz'a bağlamalıyız sanırım.

Emine ile Ali'nin aşk sahnelerinde kamera kullanımınu da sevmediğimi söylemeden geçemeyeceğim. İkili ne kadar iyi onyarsa oynasın, sahne erotik bir enerji taşımıyor. Zira kamerayı yatağın tepesine yerleştirmiş, tepegöz gibi seyrediyoruz seyirci olarak. İkilinin arasındaki ateşi görüp hissedecek daha yakın, daha eşit yükseklikte bir açı dururken, heyecansız, güvenl, fazlasıyla temiz bir üst açı ile durum özetleniyor.

Çok iyi bir buluş, çok dramatik imkanları olan bir hikaye ve zengin görsel ve sosyal zenginliği atlayıp, Nurgün Yeşilçay'ın fakirlikten mecbur kaldığı bir beraberlikte gördüğü naif sevgi ve şevkate tutulması ve "orospu" diye damgalanmaya çalışılması kadar dramatik yerleri es geçerek, aradığımız dramatik öğeyi atmosferi neredeyse tek başına kuran Sezen Aksu'da buluyoruz:

"Ödünç geldim, emanetsin elimde
Yasak döşeklere ömrün serilir
Ali derim, dünya döner dilimde
Çocuk uyur, er uyanır koynumda
Duyulsun ki ibret olsun aşkımız
Eğretiyim, bana yer yok düğünümde
Kırk düğüne bedel bir günahımız"

Etiketler:

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa