20 Aralık 2005

Fatma Romanova Sahiden Var Mıydı?

Ben bu blog işine, birazda kendim için bir yazılı bellek oluşturmak için başladım. Bu belleğin kamuya açık olması da işin bazen keyifli olan bir başka boyutu. Günlük dildeki faşizm ile ilgili kesip sakladığım yazıyı blogda paylaşınca, geçmişte kesip sakladığım ilginç yazıları da bu belleğe eklemeye karar verdim. Zira kesilen kupürler, benim için er geç kaybolmaya mahkum, oysa bu siteye eklenen yazı ve diğer içeriğin, uzun süre kaybolmadan süreceğini umuyorum. Buyurun Suat Taşpınar'ın 12/06/2005 tarihli Radikal'de yayınlanan yazısına.

***

Fatma Romanova Sahiden Var Mıydı?

"Öldü" dedi ahizenin ucundaki kadın sesi, "6 Nisan'da kaybettik." İnce bir sızı yokladı göğsümü, telefona sıkıca sarıldım. Hayatımın kadınını kaybettiğimi anladım. Son yedi yıldır öyle ya da böyle, onsuz yapamadığım kadın... Bir an yüzünü görürüm diye penceresinin dibinde pervane olduğum kadın... Aşkın değilse de iflah olmaz bir tutkunun ateşlediği mektuplarımı muhtemelen hiç açmadan yakan kadın... Telefonda umutsuzca uzatmaya çalıştığım konuşmaları hep ahizeyi suratıma kapatarak bitiren huysuz ve tatsız kadın...

Fatma Baysal öldü. Fatma Romanova öldü. Ve ben artık sırrımı ifşa ediyorum.
Her şey 1935'te Ankara'da başlar. Değil benim, babamın bile henüz doğmadığı bir tarihte! Atatürk'ün emriyle, Türk Kuşu pilotlarını eğitmek için Rus pilotlar davet edilir. Pilotlardan biri Ankara'daki baloların birinde, göz kamaştıran bir Türk kızıyla tanışır. Kızın adı Fatma Baysal'dır. Daha 20'sinde bile değildir. Aşk kapıyı çalar. Birlikte Moskova'ya gider, evlenirler. Adı Fatma Romanova olur. Stalin zulmünün tırmandığı yıllardır. Ama aşk her zorluğa yama vurur. Bir kızları olur. Derken 2. Dünya Savaşı başlar. Kocası cephededir. Kızıyla, yabancı ve yalancı bir dünyada yapayalnız kalır Fatma hanım.
Ve acı haber gelir: Almanya'ya taarruz sırasında uçağı düşürülen kocasının cepheden cenazesi bile gelmez. Türkiye'ye dönmek ister. Ama 'demir perde' inmiştir artık. Dönemez. Ailesiyle tüm bağları kopmuştur. Moskova Radyosu'nun Türkçe yayın bölümünde çalışmaya başlar. Spikerlik yapar. Yaşadıkları onu zor bir insan yapmıştır. Bu yüzden ismi unutulur, 'Nazlı' diye çağrılır. Güzelliğiyle hâlâ göz kamaştırır. Ama bir daha evlenmez.
Yıllar yılları kovalar. Radyodan emekli olur ve 80'lerin sonunda, son nefesini verdiği güne dek inzivaya çekilir. Tek varlığı kızı, bir Rus Yahudisi ile evlenip Amerika'ya göçer. Fatma Romanova, beş katlı Hruşçev apartmanının ikinci katındaki iki odalı dairesinde tek başına yaşar. Yaşı 90'a dayanmıştır artık. Yüzünde yılların çok ağır izleri vardır.
Bir zamanlar erkeklerin peşinde pervane olduğu o güzel kadın, aynalara küstüğü gün, insanlara da küser. Dostu zaten yoktur. Tanıdıklarına da kapıyı açmaz olur. Kızının yolladığı parayla bakıcılığını yapan komşusundan başka kimse yoktur hayatında. Türkiye yüreğinde bir kor da olsa, aklından geçmez. Çünkü hâlâ sokakta Stalin zulmünün sürdüğü, demir perdenin sıkı sıkıya kapalı olduğu vehmiyle yaşamaktadır. Türkiye ile hiçbir bağı yoktur. Ölümü bekleyen, hem sağlığını hem dengesini günbegün yitiren bir ihtiyarın dramıdır gerisi.
Belki Ankara Palas'ta o ilk dansı yaptığı, yüreğini kanatlandıran o geceye lanet ederek ölür yalnız odasında. Belki kocasının silik fotoğrafına son bir buse kondurup, aşkını kendisiyle beraber götürür son nefesinde. Kim bilir?
Ben Fatma Romanova'nın öyküsünü ilk duyduğumda sene 1998'di. Genç bir gazetecinin zapt edilmez heyecanıyla uykusuz günler geçirdim. Onunla röportaj yaptığımı, 'Hayatı Romanova' diye kitabını yazdığımı, ve hatta hayatının filme çekildiğini düşledim. İlk telefon ettiğim günü, berbat bir hattın ucunda "Alo! Alo! Kimsiniz?" diye haykıran tiz ve kotrolsüz sesini hatırlıyorum. Telefonu kapatmasın diye ter döktüğümü, 70 yıl öncenin Ankara Palası'ndan yankılanıp gelen duru Türkçesiyle sık sık, "Lütfen beni rahatsız etmeyiniz, rica ederim" deyişini hatırlıyorum. Sonrasında fasılalarla devam eden kısa telefon görüşmelerimizi, ikna edebilmek için yazdığım mektupları, yolladığım bir kutu lokumu, kimi yaz akşamları belki perdeyi aralar da dışarı bakar diye, arabamın içinde penceresini dikizleyişimi hatırlıyorum.
Gerisi bana ait bir hikâye. Sadece zamanla 'acar gazeteci' reflekslerimi dizginlediğimi, derin ıstıraplar yaşayıp hayatının son demine gelmiş yalnız bir kadının dünyasına onun izni olmadan girmemem gerektiğine kendimi ikna ettiğimi söyleyebilirim. Yani gazetecilikten önce insan olduğumu, aşılmaması gereken sınırlarda zor da olsa durmak gerektiğini anladığımı... Sonrası sadece beklenen haberi 'atlamamak' için birkaç ay arayla çevrilen telefonlardan ve "Alo! Alo!" diye yırtılan sesi duyup ahizeyi indirmekten ibaret birkaç yıl... Cuma günü telefonu açan genç kadın, "Öldü" dedi, "6 Nisan'da. Bu evde artık ben yaşıyorum."

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa