25 Ocak 2006

Internet Ne Muazzam Şey

Siteye bırakılan yorumlardan anlıyorum ki, tanımadığım tesadüfi ziyaretçilerden, ODTÜ Endüstri'nin dünyanın dört bir yanındaki mezunlarından, uzun süredir göremediğim eski dostlarıma çok değişik insanlara ulaşmamı sağlıyor bu site. Herkese bir açıkgünlük (blog) yapmasını tavsiye ederim. Bakın bu sitenin son 1000 ziyaretçisi nerelerden gelmiş.

Bu arada "blog" kelimesine Türkçe karşılık bulmak isteyenlere takılmış Serdar Kuzuluoğlu Radikal'deki köşesinde. Diyor ki: Bu kadar blog demişken, şu bloga 'web güncesi' gibi saçma sapan Türkçe karşılıklar yerleştirmeye çalışanlara da "DURUN, siz evlenemezsiniz, çünkü siz kardeşsiniz" demek istiyorum. Bloglar günlük değil; web log. Günlük (ya da yeni Türkçesiyle günce) anlamına gelen 'web diary' olsaydı onlara Wdiary gibi bir şey diyor olurduk; demiyoruz. Blogun karşılığı olsa olsa web kaydı olur diye düşünüyorum." Bu mantığa katılmak mümkün değil.

Buna göre "bilgisayar" yerine "hesaplayıcı" falan dememiz veya "kompüter" gibi bir ucubeye takılı kalmamız lazımdı. Oysa ne güzel Türkçe bir kelimedir "bilgisayar". Aydın Köksal hocamızın aklına sağlık. Günlük illa her gün yazılan bir şey olmadığı gibi, "blog" da kayıt tutmak amacıyla oluşturulmaz. TSE'nin bilgi teknolojileri ile ilgili bazı standartlarında "loglama" dediğimiz şeye "günlükleme" dendiğini de hatırlamak lazım.
Devamı

Cici Amca Kimdir?

Babam ve Oğlum hakkında yazarken, Şebnem İşigüzel'in Radikal'deki bir yazısına bağlantı verdim. Ama beni kesmedi. Yazı o kadar çarpıcı, hikaye o kadar dramatik ve o kadar anlamlı ki, Radikal beni affetsin, sitede başına bir şey gelir, bir gün kaldırırlar vs. diye korkumdan aynen buraya alıyorum. Aynı diğer gazete küpürlerim gibi.

Şebnem İşigüzel, ismini bildiğim bir yazar olmasına karşın, takip ettiğim bir yazar değildi. Radikal'de yazdığı yazılar aracılığı ile ısındım kendisine. Özellikle Radikal yazıları içinde, 10.sunu aşağıya aldığım, Halkın Arasında serisini mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Radikal'deki Şebnem İşigüzel yazıları burada. Yazarın halen satışta olan 10 kitabını görmek ve herhangi birini almak istiyorsanız burada.

HALKIN ARASINDA-10 (Şebnem İşigüzel)

Kızıma hamileyken, 1998 yazında adaya gittiğimde, çiçekli bol bir entari vardı üstümde. Arkamdan başka bir isimle bana seslenen, koşarak peşimden gelen çıplak ayaklı bir kadın. Yeşim'in annesi, yıllarca çiçekli elbiseli genç kadınların arkasından koştu, belki kızıdır diye

Benim cici amcam

Yokuşu tırmanırken, binmemiştim faytona ve unutmadıysanız eğer Galip amcamı almaya gelmiştim Ada'ya. Galip amcama karşı demokratik davranmam gerektiğini düşündüm. Evet, sabırlıdan ziyade demokratik kelimesi bu duruma uyuyor. Çok yaşlı ve hasta olduğu için, ailenin kadınları onu yalnız bırakmaktan dolayı endişe edebilir ama Galip amcanın da kendine ait planları olabilir, yalnız kalmak isteyebilir. Bu hassas dengeyi koruyarak konuşmalıydım. Galip amcamın şenlendirdiği çocukluk anılarımın hürmetine. Hem o, 'Çöplük'ümün 366. sayfasındaki Galip amcam, "Galip Güzel de baksa görebilirdi ama o çok uzaklara bakıyor gibiydi." Galip amcamın romanını yazabilirim, Galip amcamı anlatan makaleler, hadi işin suyunu çıkaralım, akrostişli şiirler. "Herkesin böyle bir amcası olmalı!" Ama Nurettin Ersin için bu yapılamaz!

Hangi Nurettin Ersin?

12 Eylül darbesini yapan beş kişilik konseyin üyesi. Bir gazetenin pazar ekinde, darbenin hemen akabinde Nurettin Ersin'in evinde sekiz gün geçiren bir gazeteci tarafından amca hitabı kullanılarak anlatılmış kendisi. Nurettin Ersin iyi bir baba, eş, tonton bir dede, oğlunun arkadaşları için kafa dengi bir amca olabilir, ama Türkiye'nin yakın tarihinde biz onu bu kimliğiyle tanımadık. Daha doğrusu o kendisini bize öyle tanıtmadı.

1980 Ağustos'unda Ada'daydık ve başımızda Galip amcamız, diğer kuzenlerle birlikte böcek yuvalarını kontrol etmekten dönüyorduk. Gına gelmişti artık şu böcek yuvalarından. Oyalanacak başka şeyler bulmalıydık, acilen! "Deneyler," demişti Galip amcam, "Deneyler yapalım. Bunun için gerekli malzemeleri İstanbul'a giden birisinden isteyelim." Köşeyi döndük ve İstanbul'a giden birisini gördük. Yeşim abla! Yan komşunun biricik kızı. Garipti, bizimkiler, onun anne ve babası ve biz, şimdi tırmandığım yokuşun başında durmuş arkasından bakıyorduk. Neden? Çiçekli bir elbise giydiği için mi şaşırmıştık? Sonradan öğrendik, o da işin şaşırtmacasıymış zaten. Çocukluk hafızamda kalmış ışıklı bir an, Yeşim ablanın dönüp durup hepimize bakması. Öyle çok konuşuldu ki yazmaya elim varmıyor: Onu bir daha göremeyeceğimizi anlamış gibi... Yeşim abla Kadıköy iskelesinde örgüt bildirisiyle dolu küçük bir el valiziyle yakalandı. Şeker hastasıydı. Darbeden sonra 90 güne çıkarılan tutukluluk süresinde fazla hırpalanmamalıydı. Aile kızlarının bu özel durumunu aktaracak en tepelerde birilerini arıyordu. Bir günde saçları beyazlayan Müfit amcaya birileri en tepedekilerin bu konudaki fikrini iletti: "Komünist çocuklar cezalarını çekecekler." Komünist çocuk cezasını çekti, şeker komasına girip öldü. 12 Eylül'ün yüzlerce ölüsünden sadece birisi.

Nurettin Ersin kim? O acılı tarihin tepesinde oturan isimlerden birisi. Karar alan, kararları uygulattıran, uygulanıp uygulanmadığını kontrol eden, asayişi sağlayan. Tatlı bir zaman dilimi miydi 12 Eylül? Kimler öldü, kimler kayboldu, kimler nedensizce içeride yattı, kimlerin hayatı kaydı, gözler neler gördü? Demokratik bir memlekette böyle acılı bir dönemin muhasebesi yapılmaya kalkışılsa kimler sorumlu tutulur?

Darbecilerden paşam ve amca hitablarıyla söz eden haberlerin değeri de tartışılır. Bu haberlerle ortaya çıkan ne? Darbenin akabinde kimin başbakan olacağı mı? 24 Ocak kararlarını sürdürmesi için konsey tarafından jet hızıyla görevlendiren Turgut Özal daha o gün kimin başbakan olacağını yakın çevresine söylemiyor muydu? Tuhaf olan bu tür haberleri "12 Eylül altı ay önceden planlıydı" manşetiyle duyuran haber siteleri! Çala kalem hazırlanmış bir 12 Eylül kitabında bile bulursunuz 80'e girerken Çankaya'ya verilen uyarı mektubunu, yılın ilk aylarında Doğu'daki tatbikatta komutanların bir ağızdan okuduğu Harbiyeli marşının anlamını, Cumhurbaşkanlığı seçimini 15 oyla kaybeden Muhsin Batur'un askerlerin yüreğini nasıl ağzına getirdiğini, 11 Temmuz tarihinin neden ve nasıl ertelendiğini. Anlaşılan 25 yıl saklanan haberi güveler yemiş. Ama bunun, bu haberin haber değerinin vs. hiçbir önemi yok.

Önemli olan şu: Bazen insanların toplum önüne çıkamayacağı durumlar vardır. Kabahatleri vardır. Utançları vardır. Yaşı büyütülüp idam ettirilen çocukların vebali, ailelerinin işkencelerden lime lime aldıkları evlatlar, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlar, tepetaklak olmuş hayatlar. Tarih apaçık ortada. Sorumlular kim, biliniyor. Bari birileri şunu yapmasın: Onlardan tatlılıkla söz etmesin. Kişisel anılarını bizimle paylaşmasın. Bunu yapmaya hakları yok, çünkü onların Nurettin amcaları bu memleketin yakın tarihinde Nurettin Ersin, ve toplumun belirli kesimlerinde bu isim güzel anılara tekabül etmiyor.

Ortada iki nedenden dolayı garip bir şey var: Bir, halk akın akın 'Babam ve Oğlum' filmine gidiyor ve ağlıyor. Filmin neresinde ağlıyor? Baba oğlullarının öleceğini aileye açıklarken. Ne diyor baba, "Bunu içeri aldıklarında işkence yapmışlar ya..." Kim yapmış, kimler izin vermiş, o zaman memleketi kimler idare ediyormuş? Filmdeki o genç adamı kim öldürdü? Film zaten travmatik bir 12 Eylül hikâyesiyle açılıyordu. Peki yakın tarihine sinemada gözyaşı döken halk, o tarihi yazanlardan amca hitaplarıyla söz edilmesini nasıl olağan karşılıyor, sinemadan çıkıp Kenan Evren ile karşılaştığında nasıl sorabiliyor: "Paşam geçmiş olsun, kanseriniz nasıl?"

İki, Nurettin amca haberini veren gazetenin manşetinde aynı gün "İspanya Kara Kuvvetleri Komutanı darbe tehdidinde bulununca sekiz gün ev hapsine çarptırıldı, ordudan da ihracı bekleniyor" haberi vardı. Ellerine sağlık, demokrasi işleyince böyle işler minvalinde bir haber. Bunu ibret olsun haberi olarak yapan, kendi yakın tarihindeki darbecileri niye hürmetle anar ki? Basının da halk gibi 12 Eylül'ü kendisine karşı yapılmış saymamasının, 12 Eylül öncesinin toplumun eseri bir durum olarak algılanmamasının acıklı sonuçlarından birisi! İşte bu sebeble halk yakın tarihindeki bu dönemi önemli bir sorun, konu saymıyor. Bunun üzerine istediğiniz kadar "Benim cici amcam" haberi döşenebilirsiniz, kimsenin kanına dokunmaz.

İşte böyle Nurettin amca!

Kızıma hamileyken 1998 yazında adaya gittiğimde, çiçekli bol bir entari vardı üstümde. Arkamdan başka bir isimle bana seslenen, koşarak peşimden gelen çıplak ayaklı bir kadın. Yeşim'in annesi, yıllarca çiçekli elbiseli genç kadınların arkasından koştu belki kızıdır diye. Salondaki kanepeye uzatmışlardı beni, üzüntüden elim ayağım kesilmişti. Rahmetli babaannem alameti farikası bir şey akıl etmişti: Dört ucundan tutulmuş bir çarşaf başımın üzerinde bir alçalıp bir yükseliyor beni serinletecek rüzgarı yaratıyordu. Ben ve ailem Yeşim ablanın annesini dinliyorduk. Sayıklar gibi anlatıyordu; bir tomar kağıt için o kadar işkence etmeselerdi, efendice yatırıp çıkarsalardı... Kederli annenin anlattıklarına dayanamayıp kütt diye bayılan ben değil, çarşafın bir ucundan tutup havalandıran Galip amcam olmuştu. Diyeceğim o ki, marifetlerinizle benim cici amcamı bayıltmıştınız Nurettin amca!
Devamı

24 Ocak 2006

Babam ve Oğlum: Sadık Gitmelidir
Önce İzleyin Sonra Okuyun

İstanbul'un birkaç gündür ezberi bozuldu yine. Her taraf kar olunca, Ankara'nın düzenini biraz üşütecek bir kar, İstanbul'un nutkunu bağlıyor. Dün akşam bütün gün evden çıkamamanın verdiği sıkıntı ile giyinip, sarınıp, hafif tipinin ortasında sokağa atladım. Niyetim bir miktar yürümek, dönüşte de paramatikten para çekip yakındaki Tansaş'tan biraz meyve alıp eve dönmek. Heyhat bilinçaltımın niyeti başkaymış. Kendimi birden yakındaki sinemanın önünde, hakkında çok şeyler duyduğum "Babam ve Oğlum" filminin seanslarını kontrol ederken buldum.

Şansıma, 5 dakika sonra başlayacak olduğunu farkedince, lahanaya benzer kar koruması katmanlarımla, kısa bir kar yürüyüşünden sonra kendimi gişe'nin önünde, bilet kuyruğunda buldum. Bu hava şartlarında ve bu saatte bir bilet kuyruğu olmasına, benim kadar, gişe görevlisi de şaşkındı. Gişe'deki görevli muzip muzip sıradaki insanlara bakıyordu bir yandan. Beklediği pası ben verim "Bu gün, karlı havada 'Babam ve Oğlum' seyretme günü". Kadın gülerek, "Sözleştiniz herhalde" dedi ve sordu "Kaç Kişi?". Benim "Sözleşmedik, bir kişi" dememle, yanındaki kız arkadaşı, çapkın ve kaçamak bir bakışla lafa girdi "Şimdi yalnız yalnız film seyredilir mi? Yalnız ağlayacaksınız". Altta kalır mıyım, yanıt verdim, "Belki tam da o sebepten yalnız izlenir". Yaşı hafif geçkin bu laf cambazını atlatıp, refleks bir film davetinde bulunmadan, salondaki yerimi aldım.

Aslında bir süredir geciktirdiğim bir şeydi bu filme gitmek. Bir şey çok popüler oldu mu, ilk istimini kaybetmesini beklemeyi sevenlerdenim. Kara Kitap'ı bile yıllar sonra okumuştum. Bravehart filmine 50. haftasında gittiğimi hatırlıyorum. Ankara'da bir sinemada neredeyse iki yıl oynamıştı Bravehart. Babam ve Oğlum'un o kadar sürmesini beklemediğim için, kar sıkıntısı ile daha fazla geciktirmedim bu ziyareti.

Bir çok önyargı ile gitmiştim doğrusu filme. Beğenmemeye, bir kulp takmaya, ukalalık yapmaya hazırdım. Mesela, şu "çok ağlatma" hikayesinden kıl kapmıştım bir kere. Yönetmen & senarist, Çağan Irmak'ın izleyici perişan etmek için tekrar tekrar saldırarak "ağğğlaaa sefil seyirci" yapacağından neredeyse emindim. Ama beklediğim gibi olmadı. Hikayesinden, senaryodaki inceliklerden, dramatik örgüsü ve aksiyon filmi olmadığı halde seyirciye kendini sorgulamaya izin verdiği kısımlar dışında düşmeyen temposu ile ve tek kelimeyle muhteşem oyunculuklarla son yıllarda izlediğim, en iyi film, sadece Türk filmi demiyorum, en iyi filmlerden birisi çıktı karşıma.

Kamera kullanımını Organize İşler'de ne kadar sevmediysem, bu filmdeki kullanımı o kadar sevdim. Irmak, filmin örgüsünü, kamera ve dış sesin kullanımı ile seyirciyi annesi onu doğururken ölen, babası işgencehanelerin artığı bir sebeple ömrünün son demlerini yaşayan, minik Deniz'in yerine koydu bizi. Seyirci, Deniz'in hayal dünyasına ortak oldu, dünyaya onun baktığı yükseklikten baktı ve filmin sonunda da hem öksüz hem yetim kaldı. Daha niye ağlamasın?

Organize İşler'le karşılaştırmak istemiyorum bu filmi ama kaçamıyorum da. Bir çok film, senaryosunda fazlalık öğeleri nasıl kambur gibi taşıyorsa, Babam ve Oğlum'un senaryosu da o kadar temiz, çarpıcı ve akıllı bir senaryo olmuş. Karakterleri bize tanıtmak için, lüzumsuz bir sürü sahne ve olay içerisinde vakit kaybetmemiş Çağan Irmak. Bütün problematiği ve temel soruları kafamıza ilk 10 dakikada sokmuş, dramatik sahneleri ve çarpıcı özet giriş görüntüleri ile ne olup ne bittiğine kısa sürede hakim kılmış, çarpmış geçmiş seyirciyi. Ege'nin bir köyündeki aileyi, Deniz'in sesinden, Deniz'e belletir gibi öğretmiş seyirciye. Sadık'ın abisinin gelişme bozukluğundan, dedenin baldızıyla olan zıtlaşmalarına her şey, ana hikayeyi taşımış ve yan hikayeciklerle zenginleştirmiş ve desteklemiş. İnsan sırf bu işe yarayan ayrıntıları tekrar tekrar keşfetmek için yeniden seyretmek istiyor filmi. Sanırım bu sebeple, DVD'sini de alıp, ara sıra iyi filmin nasıl bir şey olduğunu yeniden hatırlamak için seyretmek isteyeceğim.

İyi film tabii çok göreceli bir kavram. Adamına göre değişir. Tarkovski iyi film yapmıyor kim diyebilir? Ama sevmeyebilirsiniz. Benim için iyi film, seyirciyi içinde bulunduğu gerçeklikten koparıp başka bir dünyaya götürebilen, seyirciyi bu anlamda içine alan, perdenin üzerinde bir yere koyan, ona bir hikaye anlatan, hikaye anlatırken seyircinin kendi hikayesi ile ilişki kurmasına izin veren filmdir. Seyirciye yeni sorular sorduran, sorulan soruları peşin peşin kendisi cevaplamayan, seyircinin aklına bu anlamda saygı duyan filmleri seviyorum. Seyirci kendi cevaplarını verirken, ona kendisini ve dünyayı yeniden keşfetme imkanı vermek ne büyük bir kudret. Yani içinde tam bir hikaye olan filmdir bence iyi film, iyi senaryo. Kendi içinde kurduğu gerçekliği, seyirciye kabul ettirirken, açık bir nokta bıraktırmayan, hadi canım dedirtmeyen, tutarsızlık barındırmayan filmler ancak beynimizi açık noktalarla uğraşmaktan kurtarıp ruhumuzu kavrayabiliyor. Babam ve Oğlum işte tam böyle bir film olmuş bana göre. Seyircisiyle kurduğu ilişki, bu anlamda sadece "iyi ağlamak" üzerine dayanmıyor. Eski Yeşilçam filmlerinde de fakir kız verem olup, zengin sevgilisine kavuşup mutlu bir hayat süremeyince ağlıyordu seyirci. Bu anlamda 'Babam ve Oğlum'un ağlatması böyle bir ağlatma değil, seyirci ile kurduğu ilişki de böyle bir ilişki degil. İyi ki de değil, öyle olsaydı bir sürü lafım vardı filme. Böyle olunca laflarım bana kaldı ve ben sadece hayran kaldım. Zaten film sadece ağlatmıyor. Dram ile komedinin arasındaki ince çizgide bir o yana bir bu yana geçerek, seyirciye pek çok duyguyu bir arada yaşatıyor.

Filmi çarpıcı kılan, elbette sadece senaryo degil, filmin güçlü olduğu yanlardan biri de oyunculuklar. Ana rollerdeki oyuncuların hepsi mi harika olur. Hümeyra sen ne büyük bir oyuncuymuşsun. Avrupa Yakası'nda anlamıştım ama bu filmdeki performansın ne kadar harika.

Film hakkında okudğum eleştirilerden birisi, muhtemelen Ege'nin kasabasını köyünü de çok tanımadığı için "traktör kullanan ve telsizle konuşan müthiş bir babaanne" diye tarif etmiş Hümeyra'yı. Ege'yi köyüyle kasabasıyla tanımayan birisi elbette böyle tarif edebilir. Ama Hümeyra TAM bir Ege köylüsü oluvermiş buradaki rolüyle. Sadece o mu? Küs teyze (Şerif Sezer), bileziklerle dolaşan gelin Hanife (Binnur Kaya) ve hafif gelişme bozukluğu olan saf amca (Yetkin Dikinciler) ege köylüsü olmuşlar. Binnur Kaya'nın vurguları ara sıra komedi unsurunu aşıp tırmalar gibi olsa da, gelişme bozukluğu olan oğlanın evlendirildiği köylü kızı böyle bir kız olabilir pekala.

Babam ve Oğlum'daki oyunculuklardan bahsedip, Çetin Tekindor'u anmamak olur mu? Filmin ana karakterlerinden birisi olarak dede rolünü oynayan Çetin Tekindor'un bu kadar harika bir oyuncu olduğunu bilmezdim bu filme gitmeden önce. Özellikle, cenazeyi almaktan dönerken, ev yolunda arabayı durdurup "Kollarımı açaydım da durduraydım oğlumu" diye feryad ettiği sahne, sinema tarihimize geçmesi gereken bir sahne olsa gerek.

Filmin yalın sinema dili ve etkileyici hikayesini destekleyen ana hikayenin etrafındaki hikayeciklerin hiçbiri sırıtmıyor, skeç gibi durmuyor. Bir Türkiye klasiği olan baba ve oğul arasındaki iletişim problemi, sevgisini söyleyememe hali, darbe sonrası politik aktivistlerin dayak yemişliği, dede ile baldız arasındaki mal paylaşım tartışması ama gerektiğinde oluşan aile dayanışması, hep ana hikaye ile bağlantılı ve ana hikaye için bir işe yarıyor Öyle olunca da, sahneler sırıtmıyor, senaryodan dökülmüyor, buram buram parodi kokmuyor.

Çağan Irmak'ın bir fenomen haline gelmiş "Çemberimde Gül Oya" dizisini seyretmedim. Bundan önceki filmlerinden olan "Mustafa Hakkında Herşey" filmini de DVD'si rafta duruyor olmasına rağmen, o filmle ilgili bazı anılardan dolayı elim varıp bir türlü seyredemiyorum. Tek çiçekle bahar olmaz biliyorum ama bu film de rastlantı olamaz. Dünya çapında filmleri gösterilen, "İçimizdeki Deniz" filmi ile en iyi yabancı film Oskar'ını alan Alejandro Amenabar gibi Çağan Irmak'ın filmi de uluslararası film piyasasında dağıtılmalı. Bu film ile umduğunun ötesinde bir başarı ve gelir elde eden Avşar Film de böyle bir çıkışı düşünüyordur diye umuyorum. Çağan Irmak'ın Internet'ten bulduğum biyografisi bu yazının ardından görülebilir.

Filmin ikinci yarısının sonlarına doğru bir ara kızar gibi oldum. Film bana "Sadık köyünden ayrılmasa ve bu işlere karışmasa daha mı iyi olurdu" diye soruyordu ve sorunun yanıtı olarak da "Evet"e eğilim gösteriyordu. Sadık, ben ne gidebildim ne kalabildim diyerek yenilmişliğini de yüklendiği için film böyle bir sonuca varacak diye çekindim. Böyle bir son, oldukça gerici, statükocu, kabullenmeci bir son olurdu. Çağan Irmak'ın böyle bir son getirmeyeceğini düşünsem de filmin politik bir hikayeyi apolitik sayılabilecek naif bir tavırla anlatması bu ihtimali düşündürüyordu. Neyseki böyle bir sona varmadı, "Büyümek, hayallerinin peşinden gitmek ve onları şekillendirebilmektir" ve "Gidenin karşısında dağ olsan duramazsın" diyerek yüreğime su serpti biraz.

Ancak filmle ilgili tek eleştirim, yukarıda bahsettiğim gibi, 12 Eylül darbesine verili bir gerçeklik olarak yaklaşıp seyirciye sorgulatmaması. Veya film karakterlerinin bu darbeyi kabullenmiş haliyle bile bir meselesinin olmaması. Baba, aileye oğlunun durumunu anlatırken ne diyor: "Bunu içeri aldıklarında işkence yapmışlar ya...". Aynen babanın kabullendiği gibi, bu toplum da darbeyi, darbeleri kabulleniyor. Kendisine karşı yapılmış olarak görmüyor, sorgulamıyor. Nasıl olup da anarşi ve terörün bir gecede bittiğini, Susurluk olayları, Mehmet Ali Ağaca'ya bayram şekeri gibi aniden çıkan 8 günlük aflar ve Kemal Yamak gibi etkili kimselerin "Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler" kitabı gibi kitaplardan sonra bile hala soru sorma gereği duymuyor.

Sorgulamıyor ve ne yapıyor? Akın akın, "Babam ve Oğlum"a gidip ağlamaktan helak oluyor ama bu kadının ölmesine kim sebep oldu, bu adam ne yaptı da başına bunlar geldi gibi sorular sormuyor. Şebnem İşigüzel'in geçen hafta Radikal'de yazdığı gibi darbeci paşalara tonton dedeler gibi muamele etmeye devam ediyor. Tamam bu film, "Sis" gibi "Eylül Fırtınası" gibi politik bir 12 Eylül'le hesaplaşma filmi değil. Ama en azından, Çağan Irmak gibi akıllı bir senarist / yönetmenin seyirciye, 12 Eylül hakkında sorular sordurabilmesini beklerdim.

Babam ve Oğlum'un neredeyse hiç reklamı yapılmadan, sadece gidenlerin başkalarına tavsiyesi ile ilk haftadan sonra patlama göstermiş, sinemalarda küçük salonlardan büyük salonlara geçmiş. Ben de size önermiş olayım, filmi izlemeyip bir de bu yazıyı buraya kadar okuduysanız, lütfen mutlaka filme de gidin.







ÇAĞAN IRMAK (YÖNETMEN / SENARİST)

1970 yılında hayata gözlerini açtığı, ilk ve orta eğitimini aldığı yer İzmir’in Seferihisar ilçesidir. 1992 yılında mezuniyet belgesini alacağı yüksek öğrenimini ise Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Radyo Televizyon bölümünde gerçekleştirir. Öğrenim gördüğü yıllarda çektiği “Masal” ve “Kurban” isimli kısa metrajlı filmlerle Sedat Simavi Ödülünü alır. 1992 yılından itibaren çeşitli yönetmenlerin yanında, yönetmen yardımcılığı yaparak sinemaya girdi. Sırasıyla Orhan Oğuz, Mahinur Ergun, Filiz Kaynak, Yusuf Kurçenli ile çalıştı.

1998’de senaryosunu kendi yazdığı “Bana Old And Wise”ı Çal”; isimli kısa metrajlı filmiyle İFSAK’ın birincilik ödülüne lâyık görülür.

1999 yılında hem yazıp hem yönettiği “Günaydın İstanbul Kardeş” isimli TV filminin ardından senaryosunu yazıp yönetmenliğini üstlendiği bir başka proje olan “Çilekli Pasta” gelir.

Aynı dönemlerde Mahinur Ergun’un yazdığı TV dizisi “Şaşıfelek Çıkmazı”nın yönetmeliğini üstlenir. Bu arada “Bir Aşk Hikayesi” adlı TV filminin senaryosunu da yazar. 2001 yılında senaryosunu yazdığı “Bana Şans Dile” adlı ilk filmini çeker. Tüm bunlar onu “Asmalı Konak”a getirir ve ilk bölümünden itibaren New York çekimleri hariç yönetmenliğini üstlendiği “Asmalı Konak”ı son bölümüne kadar devam getirir. “Asmalı Konak” çeşitli kuruluşlardan 20’ye yakın ödül getirir. “Asmalı Konak” ile izlenme rekorları kıran Çağan Irmak, cesaretli çerçeve anlayışı ile günümüzün genç sinemacılarının arasında kariyer sahibidir.

“Karanlıkta Biri Var” ve “Pencereden Kar Geliyor” isimli, filme çekilen 2 senaryosu da olan Çağan Irmak 2000 yılında çekilen “Beni Unutma” ve 2004 yılında çekilen “Gece 11.45” isimli bir filmlerde de oyunculuk yapmıştır.
Devamı

23 Ocak 2006

Güle Güle Gürkan

Çocukluktan beri tanıyıp sevdiğim, düzgün insan olma özellikleri ve siyaset sahnesindeki varlığı ile diğer politikacılardan açık biçimde ayrılan, solda birleştirici lider olmasını umduğum ama son yıllarda kanser ile mücadele eden Aydın Güven Gürkan, bu gün, gözlerini hayata yummuş. Tanışmak fırsatım olmamıştı. Bir defa, Ankara'da trafikte yandaki arabanın içinde görmüştüm. Sabah haberi duyduğumda, bir yakınımı kaybetmiş gibi üzüldüm.



AYDIN GÜVEN GÜRKAN
10 mayıs 1941 tarihinde Elazğ'ın merkeze bağl Perçenç (Akçakiraz) köyünde dünyaya geldi. Babasının memur olması nedeniyle ilk ve orta öğrenimini Anadolu'nun çeşitli illerinde tamamlayan Gürkan, 1963 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin Maliye ve İktisat bölümünü bitirdi. Ardından Almanya'da Köln Üniversitesi'nde doktorasını tamamladı. Siyasal yaşamında 3 kez milletvekili seçilen Gürkan, Halkçı Parti (HP) ve Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin (SHP) Genel Başkanlığı görevlerinde bulundu.




1970 yılında Gazi Üniversitesi'nde asistan olarak akademik kariyerine başladı. 1973 yılında doçent olan Gürkan, 37 yaşında da profesör ünvanını aldı. Gazi Üniversitesi'ne bağlı Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu'nda müdürlük yapan Aydın Güven Gürkan, uzun yıllar Ekonomik Doktrinler kürsü başkanlığında bulundu ve bir süre rektör vekilliği görevini de sürdürdü. 1981 yılında, YÖK sistemini ve baskıları protesto ederek üniversiteden ayrıldı.


Prof. Gürkan, 1983 yılında politikaya girerek aynı yıl Halkçı Parti'den 17. dönem Antalya milletvekili oldu. 1984’de bu partinin genel sekreterliğine, 1 Temmuz 1985 tarihinde ise partinin genel başkanlığına seçildi. Gürkan, SODEP Genel Başkanı Erdal İnönü ile birlikte 3 Kasım 1985'te gerçekleşen SODEP –HP birleşmesinin baş mimarlarından oldu. Birleşmenin ardından aynı gün oy birliği ile SHP adını alan birleşik partinin ilk kurucu Genel Başkanı olan Gürkan, 1 Haziran 1986'da bu görevi İnönü'ye bıraktı. 1987 genel seçiminde parlamento dışında kalan Gürkan, aktif parti politikasına bir süre ara verdi. Daha sonra 1991 SHP kurultayında Parti Meclisi üyeliğine seçilerek, yeniden aktif göreve döndü.


1991 seçiminde İçel milletvekili olarak parlamentoya girip SHP Grup Başkanvekili olan Gürkan, aynı göreve 1992'de yeniden seçildi. 20. dönemde İzmir’den milletvekili olan Gürkan, 1995’de gerçekleşen SHP-CHP birleşmesine önemli katkılarda bulundu. Aynı yıl DYP – SHP koalisyon hükümetinde Çalşma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yaptı. CHP'den ayrıldıktan sonra bir süre Yeni Türkiye Partisi'ne katıldı. Tüm siyasal çalşmaları bağlamında sol değerleri öne çıkaran bir çizgi izledi.


Bir kızı olan Gürkan, tiyatro ve bale sanatçısı Serap Aksoy ile evliydi. Almanca ve İngilizce bilen Gürkan'ın çeşitli ders notlarının yanısıra yayınlanmş çok sayıda makalesi ve "Kalkınmanın Sosyo-Ekonomik Sorunları" adlı bir kitabı bulunmaktadır.
Devamı

22 Ocak 2006

Çocukluk Kahramanları

TRT'nin tek kanal olduğu yıllarda çocuktum. Avrupa ve Dünya Buz Pateni şampiyonalarını heyecanla takip ederdik o yıllarda. Daha ilkokula gitmezken ve daha sonra ilkokul yıllarında teklerde tek başıma, çiftlerde çocukluk arkadaşım Ayça ile birlikte, kollarımızı açıp evde koşturarak sporcuları taklit ettiğimizi hatırlarım. O günlerde Türkiye'de hiç buz pisti yoktu. Galeria ilk açıldığında, ilk defa, herhangi bir yarışma yapılabilecek ölçüsü olmasa da bir buz pisti olmuştu Türkiye'de. Yıllar sonra Ankara'daki pist ve hemen ardından İzmir'de bir diğer pist açıldığını biliyorum. Sonra takip etmedim zaten, nerede ne var. Kollarımızı açıp koşturduğumuz yıllarda, üst üste şampiyon olmalarıyla ve estetik değerleri bizce bile anlaşılabilen şiirsel gösterileriyle Natalia Bestemianova ve Andrei Bukin benim kahramanlarımdı. Bu gece, televizyonda eski bir dosta, Avrupa Buz Pateni Şampiyonasına rastlayınca, adlarını hiç bir zaman unutmadığım bu eski kahramanlarımı aradım Internette.

Sayfanın en üstünde gördüğünüz resimleri 1984 yılındaki Dünya şampiyonası'nda çekilmiş. Yandaki de 1988 Olimpiyatlarından. Çift 1983, 1985, 1986, 1987 ve 1988 yıllarında Avrupa Şampiyonu ve 1985, 1986, 1987 ve 1988'de Dünya Şampiyonu olmuşlar. 1984 Sarajevo Kış Olimpiyatlarında gümüş ve 1988 Calgary Kış Olimpiyatlarında altın madalya almışlar. Nasıl kahramanım olmasınlar. Yıllarca onların şampiyonluklarına şahit olmuşum. Bizim evde sağa sola uçuştuğumuz yaşlarda, yani 7 yaşında başlamışlar buz patenine. Ünlü Sovyet koç Tatiana Tarasova tarafından yetiştirilmişler. Ömürlerini buz patenine vermişler yani, 7 yaşından başlayarak.

Şimdiki çocukları nasıl etkiliyordur acaba buz pateni gösterileri? Herhalde bir zamanlar Eurovision kadar olay olan ve Türkiye katılmasa da çok önemli bir spor olayı olarak verilen bu estetik spor dalını farketmiyorlardır bile. Bu sene, teklerde iki sporcumuz katılıyormuş, Avrupa şampiyonasına. Umarım iyi sonuç alırlar ama 7 yaşından başlayarak ömrünü bir spor dalına vakfedebilmenin çok zor olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Devamı

19 Ocak 2006

Anadolu Panteri

Bu topraklarda yaşayan son Anadolu Panteri 17 Ocak 1974’te Beypazarı’nda öldürülmüş. O günden sonra da bir daha panter izine rastlanmamış Anadolu'da. Bu yok oluşun öncesinin ve sonrasının tarihini toplayan, bir araya getirenlere saygıyla, bu ibret hikayesini buraya almak istedim. Aşağıdaki linkteki yazıyı mutlaka okuyun. İşte bir paragrafı burada, esas bağlantısı da aşağıda:
"İnsana rastlayıp, canından olduktan, nesli kuruduktan sonra da Benekli’nin başına gelmedik kalmamıştı.

Beyni, Enstitü’de deney farelerine yedirildikten sonra getirildiği MTA’da soğuk hava dolabı olmadığı için, kış şartları da göz önünde bulundurularak, tahnit için İzmir’den eksper gelinceye kadar iki bina arasında geçiş yapmak üzere kullanılan bağlantı köprüsü üstünde bekletilmişti. Müzeye konmak için tahnit işlemi sırasında postu boraksla ovalanmış, kemikleri de ilerideki araştırmalarda kullanılmak üzere gömülmüş, daha sonra gömülen yer unutulmuş, tahmin edilen yerin üzerine de daha sonra bir bina yapılmıştı.1974 şartlarında tahnit için yapay – hele leopar gözü – bulunması mucize gibiyken aranan bir çift göz MTA’dan Ergun Kaptan’ın bireysel çabalarıyla Orman Bakanlığı mühendisi Nihat Turan’dan bulunmuş, gözün teki elden ele dolaşırken düşürülüp lavabonun altında bir yerlerde kaybolmuştu."

Yazının kaynağı
Devamı

Özgür Sinema

Hafta sonu Radikal 2'de okdugum bir haber nefesimi kesti, işte bu dedirtti. İzini kaybetmemeli, akıldan yitirmemeli, hep bir köşede tutmalı ve nefes tutularak izlenmeli. Belki bir gün, günü gelir. Yazı ve asıl bağlantısı aşağıda.
***
Daha demokratik bir sinema Erman Ata Uncu

Teknoloji, amatör sinemacıların işine yaradı. Dijital kamera, 35 mm. egemenliğindeki sinema piyasasında deneylerini gerçekleştiremeyecek birçok genç ismin iştahını kabartıyor. Uygar Asan, Pınar Asan, Anita Sezgener, Nilay Kaçar ve Tolga Çelik'ten oluşan beş kişilik bir çekirdek kadroyla 2004'ün başında yola çıkan, Yeşil Karınca Video Düş Laboratuvarı da bu tür farklı projeleri hayata geçirmek için bir mecra işlevini görmek amacında.


Ekibin büyük bir kısmı kısa filmlerden gelme. Yönetmen Tolga Çelik, Artun Yeres'in yönettiği 'Hiroshige ve Hokusai'den Mevsimler', 'Alain-Robbe Grillet İstanbul'da' gibi deneysel belgesellerin senaryolarını yazmış. TRT'nin Genç Sinemacılar projesi kapsamında gerçekleştirdiği 'Rüzgarın Evi' dahil olmak üzere üç kısa filmi ve besteci İlhan Usmanbaş üstüne bir belgeseli var. Sanat yönetmeni Anita Sezgener, yine Artun Yeres imzalı uzun metrajlı 'Oluşum' dışında, tıpkı ekipteki diğer sanat yönetmeni Nilay Kaçar gibi kısa filmlerde çalışmış. Yönetmen yardımcısı Pınar Asan'la sesçi Tolga Çelik de yine kısa filmlerden gelme. Ne var ki ekibin, 'Yeşil Karınca Video Düş Laboratuvarı' adını aldıktan sonraki ilk ürünü, 99 dakikalık 'Kış Bahçesi'.


Çekimleri Bozcaada'da gerçekleştirilen ve üç hafta süren 'Kış Bahçesi', İstanbul'daki çeşitli kültür merkezlerinde gösterilecek. Ankara, Kars, Diyarbakır'da gösterilmesi için de hazırlıklar sürüyor. Dijital kamerayla çekilen 'Kış Bahçesi'nin özel kılan ise, 35 mm.'ye basılmadan dijital olarak gösterime girecek olması. Bu, hem maliyetleri düşürecek bir strateji hem de Yeşil Karıncacılara göre sinemayı demokratikleştirecek bir adım. Yönetmen Uygar Asan, bu yolla majör dağıtımcılara muhtaç olmadan seyirciye ulaşacağından hareket ediyor. 3 Ocak'tan itibaren de senede üç ile altı arası projeye destek vereceklerini belirtiyor. Şimdilerde içlerinden Pınar Asan'ın 8-9 dakikalık video art projesinin ön çalışmalarını sürdüren ekipten yönetmen Uygar Asan'la, filmi 'Kış Bahçesi'ni ve 'Yeşil Karınca'yı konuştuk.

'Kış Bahçesi' fikri nasıl gelişti?

Belgesel hazırlarken sinema dilimin, öykü anlatma tarzımın yavaş yavaş uzuna yakın olmaya başladığını fark ettim. Ve bir senaryo yazdım; 'Rüzgar ve Tümsek' isminde. Ama bütün o bütçe aşamalarında, yani olayın ekonomik sürecinde anlaşıldı ki, 'Rüzgar ve Tümsek'i çekmek biraz maliyetli. Bu da garip bir şey doğurdu. Bir senaryo yazıyorsunuz çekemiyorsunuz. Kısa film projelerim de vardı, hâlâ gerçekleştireceğim belgesel projelerim var. Ama uzun film yapmak istediğimde ne olacak? Dedim ki kendi kendime, eğer sinema yapmayı düşünmeyi sürdürmek istiyorsam, daha düşük bütçeli bir şeyler yapayım. 'Kış Bahçesi' senaryosu da öyle doğdu.

Genelde kısıtlı bütçenin yaratıcılığı körüklediği söylenir.

Bir eylem anı var. Bunu maliyetleri daha düşük tutabilecek şekilde nasıl çözümlerim sorusu doğduğu zaman asıl o ilginç yaratıcılık serüveni başlıyor. Filmde maliyetten dolayı sıkıntı duyduğum, yani param olsaydı bu sahne şöyle olurdu da daha iyi olurdu diyebileceğim, hiçbir sahne yok.

'Kış Bahçesi'nin hikâyesi?

'Kış Bahçesi', birkaç kavramla ilgili. Bunlardan ilki, şehirden başka bir şehre göç etmek, şehirden kurtulmak. İkincisi, aşkta kötülük. Bir soru sormaya çalışıyoruz. Birine âşıksınız ve o gitmeye hazırlanıyor. O, sizinle kalsın diye onun hayatını değiştirecek ve kalmasını sağlayacak bir kötülük yapar mıydınız? Filmde aşk ve kötülük meseleleri böyle yoğrulmaya çalışıldı. Bir de ilk kısa filmden itibaren yaptıklarıma bakıyorum. Her şeyin yavaş geliştiği, bir şey olmuyormuş gibi göründüğü ama bir süre sonra eyleme kalkışıldığı bir sinema dilinden yana olmuşum. Bu biraz benimle ilgili, beni çok çarpan, şimdiye kadar karşılaştığım sinema filmlerinin bende bir yankı bulmasıyla ilgili. Umarım sevecekler.

Dijital oynatmanın ne gibi bir farkı var?

Dijital çekilip 35'e aktarılıp sinemada gösterime girmek gibi bir yol izlendi şimdiye kadar Türkiye'de. Yeşil Karınca'nın bu anlamdaki esprisi, evet dijital çekilme kısmımız diğer filmlerle ortak, ama biz dijital olarak gösterime gireceğiz. Dijital oynatmak, tek başına Türkiye'de bütün her şeyi demokratikleştirecek bir süreç gibi geldi bize. Maliyetler korkunç derecede düşecek; 35'e aktarmak gibi bir masraftan da kurtulmuş olacağız. Bir de bizde örneğin, çok daha rahat dağıtıma çıkabilecek bir yönetmen. Artık projeksiyon sistemi olan her yer, bizim için sinema salonu. Dolayısıyla majör dağıtımcılarla muhatap olmak zorunda kalmayacaksınız. Maliyeti çok düşürdüğünüz, herkesin yapabileceği bir şeye dönüşecek sinema. Ortaya çıkan ürünün iyi olduğu garantisini vermez ama dağıtımı pratikleştirdiğinden sinemayı da demokratikleştirecek bir adım.

Bu yolla film, izleyicisine ulaşabilecek mi?

Yeşil Karınca'nın attığı bu adım, dramatik yapıda bir uzun sinema filmi anlamında Türkiye'de ilk. Ve bunun bir sancısı var. Bilet meselesinden dağıtım meselesine, kavramlardan sağlıklı bir iletişime kadar çözülmesi gereken sorunlar var. Eğer bunlar aşılabilirse önü çok açık bir yol olduğunu düşünüyorum. Salon sahiplerinden kültür sanat merkezi temsilcilerine kadar herkes heyecanlandı. Çünkü ortaya atılan düşünceler güzel düşünceler. Tüm sorunları netleştirip yolumuza devam etmek ve bununu arkasının gelmesini de çok isterim. Yani sadece kendi adıma veya ikinci filmim için söylemiyorum.

Yeşil Karınca başkalarının projelerine de açık olacak mı?

'Kış Bahçesi' ekibinin tamamı Yeşil karıncanın as elemanları aslında. 'Kış Bahçesi' ekibi içinden kendi projesini gerçekleştirmek isteyenler var. Artı, Ocak 2006 itibarıyla diğer arkadaşların, Yeşil Karınca içinde olmayan, ama adını duymuş, -tabii ki belli ölçülerde ve estetik kaygılarıyla çıkartılmış projelerden bahsediyorum- insanların projelerine açık. Kısa filmler, deneysel çalışmalar, video art, belgeseller ve uzun sinema filmleri... Şu anda kendimize ait, dijital video, montaj, ses sistemlerimiz var.

'Kış Bahçesi', 20-29 Ocak arasında İstanbul Modern, Mezopatamya Kültür Merkezi, Kargart ve Nazım Kültür Merkezi'nde. (0216-550 11 42)
Devamı

14 Ocak 2006

Sigaranın Dumanını Çözmek

Bu bayram, aylar yıllardır ilk defa, ailemle birlikte, rahatça oturabilme lüksünü yaşadım. Sohbetler ettim, birlikte televizyon izledim, aylardır göremediğim uzak yakın akrabaları gördüm, Radikal'i, bulabildiğim zamanlar, satır satır okuma imkanım oldu (Neden, ülkemin başkentinin bazı gazete bayilerine Radikal gazetesi bir kopya gelir veya hiç gelmez?). Oh ya, ne keyifmiş. Hatta, televizyondaki dizilere bile bakma imkanım oldu. Bayram nedeniyle pek bir dizi yoktu sanırım kanallarda, ama kültleşmiş mafya dizimiz Kurtlar Vadisi'nin eski bölümlerinden birini de izleme imkanım oldu. Hiç bir bölümünü başından sonuna izlememiştim daha önce. Ama yıllardır insanlar üzerinde yarattığı etkiyi farketmeyecek kadar kopmamıştım dünyadan.

İzlediğim bu benim için ilk ve muhtemelen de son bölümünde bir şey dikkatimi çekti. Dizide kan gövdeyi götürüyor evet. Dizinin içinde hukuken ve ahlaken suç sayılacağı aşikar bir çok eylem "takır takır" ortada ve hatta övülür durumdayken, sigara içme fiili kanal tarafından karartılıyor. Bu çok "absürd" bir durum. Muhtemelen sigara içmekle ilgili bir RTÜK kararı veya ilgili bir düzenleme nedeniyle yapılıyor olsa da, geçen hafta sonu Radikal 2'de yayınlanan Yıldırım Türker'in bir yazısı ile birleştirince, insanın sorası geliyor, sigara etrafındaki bu toz duman, aslında ne işe yarıyor?


Yıldırım Türker, yazısında soruyor "Sigara karşıtı kampanyaların dili sigara tüketimini azaltıyor mu yoksa artırıyor mu?" ve ekliyor : "Öncelikle sigarayı bırakmanın dünyanın en zorlu çabalarından biri olduğu tanımından yola çıkan kampanyaların ardında sigara sermayesinin olduğundan kuşkulanıyorum. İçen içmeyen herkesin inandığı bu efsane, içene meydan okuyarak onun gözünü korkutup bırakmaya yeltenememesini güvence altına alıyor".


"Bırakana kahraman, bırakamayana iradesiz muamelesinin reva görüldüğü sert bir itişme. Sigarayı bırakmak, yardım gerektiren, çok zorlu bir savaştır. İradenizin çelikten olduğunu gösteriverin dünyaya. He hey, siz neler gördünüz de yenilmediniz. Bunu da yenersiniz. Gazanız mübaret olsun. Bu dilde ruh sağlığına, kişilik bütünlüğüne, özgürlük duygusu ve dayanışmaya dair bir şey buluyor musunuz?".


Buraya iki paragrafını aldığım yazı, her Yıldırım Türker yazısında olduğu gibi tekrar tekrar okunmaya ve üstünde düşünmeye değer. Mutlaka okumalı.
Devamı

10 Ocak 2006

Pegasus ile Havalarda

Bayram tatilinde Ankara'ya gitmeyi planlıyordum. Uzun zamandır yapmadığım birşeyi yapacak ve İstanbul'dan Ankara'ya arabayla gidecektim. Sonra Cuma gecesi kafam bozuldu, yok Bolu'da sis yok TEM'de trafik kuyrukları, 5 saat git, 5 saat gel. Arabayla gitmekten vazgeçtim ve şansımı havayollarından denemeye karar verdim.

Cuma geceresi civarinda önce ilk göz ağrım, AtlasJet'in web sitesinde bakındım, bilet bulmak ne mümkün. Aslında Cuma günü itibariyle otobüslerde bile yer bulmak zordu. Ama şansımı, ESAS Holding'in satın aldığı ve zamanında uçmakla övünen reklamlarıyla, sektörün kalanından ayırdedilen Pegasus'ta denemek istedim. Gecenin o saatinde firmanın web sitesini ziyaret edip, üstelik pek çok alternatif gidiş ve dönüş uçuşundan birini seçerek biletimi aldım. Gerçi web sitesi, kredi kartımı sorsa da, bileti aldım mı rezervasyon mu yaptım, çok net de anlamamıştım doğrusu. Allah kerim deyip, uçuş gününü bekledim.

Uçuş, Pegasus'un merkez havaalanı olarak kullandığı Sabiha Gökçen Havalimanı'ndaydı. Annem yıllarca havaalanları inşaatında çalıştığı için bu sivil havacılık ve havalimanları konularına ilgim fazla. O nedenle de bu konulara sık sık yer veriyorum. Neyse, bir kere Sabiha Gökçen'in giriş yapısındaki isim tabelası bence yanlış. Orası bir havaalanı değil havalimanı. Zira tarifeli dış hat uçuşu yapılıyor. Neyse, daha önce Sabiha Gökçen ile ilgili olarak, otopark problemi olabildiğini duymuştum. Otopark'ın kapasitesi sınırlı olduğu ve otopark bedava olduğu için, çabucak doluyormuş. Bundan çekinerek, Pazar günü havaalanına arabayla gitmeye çekindim. Bunun üzerine Cumartesi günü önce havalimanı'nı arayıp, otopark durumunu sordum. "Bir bilgi veremeyiz efendiiiiim" dedi görevli. "Belli olmaaaaz" buyurdu. Aldığım bu detaylı bilginin verdiği gönül rahatlığı ile bu defa da Pegasus'un çağrı merkezini arayıp, aynı soruyu yönelttim. Pegasus görevlisi kendinen güvenerek, "Pegasus'un kendi ayrı otoparkı var" dedi. Ben üsteledim "Ya orası da dolarsa?". Öyle ya, malum bayram trafiği, Türk kavmi göçebeliğini hatırlıyor, yollara dökülüyor böyle vakitlerde. Çağrı merkezi görevlisi üsteledi "Vale servisimiz var, dolarsa vale'ye anahtarınızı bırakırsınız". Artık bunun üzerine söyleyebileceğim bir şey kalmamıştı. Ama yine de servis saatlerini sordum. Çağrı merkezi görevlisi yanıt verdi "12:25 uçağı için 9:30 servisine binmeniz lazım. Servis Yapı Kredi Plaza önündeki İETT otobüs duraklarından kalkıyor, 9:15'ten itibaren orada oluyor". Arabayla gitmeye üşenir ve risk almayı sevmeyen birisi olarak vale alternatifine olan güvensizliğim ağır basarsa diye bu ihtimali bir kenara not edip telefonu kapattım.

Pazar sabahı, hem yapacak işler, hem de ehlikeyif bir tavırla saatler önce havalimanında olmak sevimsiz göründüğü için yine araba alternatifine kaldım. Zaten Sabancı Üniversitesi'ne gidip gelme pratiğimden, Sabiha Gökçen'e giden yolu biliyordum. Otoyol'un havalimanı çıkışına bir geldim, acaip bir kuyruk. Allah allah, bunların hepsi Sabiha Gökçen'e mi gidiyor hadi bakalım deyip, hala OGS / KGS almamış olmama söylenerek gişe kuyruğuna girdim. Bu sırada, kuyruktan, önden yandan arabalar birbirine, bu arada bana birşeyler soruyorlar. Sonra mesela anlaşıldı. Meğer bu arabalar, arabalı vapur iskelesine gitmeye çalışırken yanlış iskeleden çıkmışlar. Neyse tarif edildi, ve bunların çoğunun aslında nereye gittiği anlaşıldı. Gişeden geçtim, havaalanı kavşağında tam sağa ayrılacağım, adamın biri arabasını yol ayrımına parketmiş, ince ince yağan soğuk yağmurun içinde bana yavaşlamam için işaret ediyor. Şaşırıp, hız kesiyor ve penceremi açıyorum. Beklenen soru geliyor: "Pardon arabalı vapura nereden gidilir".

Neyse kutsal görevimi sonuncu kez yerine getirip, havalimanına yaklaşıyorum ki, ufukta kampusun dışına kadar parkeden arabalar göze çarpmaya başlıyor. Beklendiği gibi otopark fazlasıyla dolu. Neyse, yoluma devam edip, Pegasus otoparkini buluyorum ve dınınınınnnn otopark dolu. Ortalarda da vale falan da olmadığı gibi, otopark görevlileri vale diye birşeyi de duymuş gibi değiller. Dışarıya yolun kıyısına parkedin diyorlar. Benim gibi risk hesaplama delisi bir adamın, öyle bozkırın ortasında yolun kıyısına bir hafta için arabasını bırakması mümkün değil. Görevliye vale male dedim ama pek oralı olmadı. Ben, tipik Türk yaklaşımı ile olmayacak duaya amin deyip, "yav bir şey ayarlayamaz mıyız", sanki otoparkı çok tanırmış gibi "yandaki duvarın önü de dolu mu" gibi sorular soruyorum. Tabii görevli elbette, bu durumlara karşı deneyimli ve şerbetli bir şekilde, yok mümkün değil vs. gibi cevaplar veriyor. Tam ben geri manevra ile derdime yanmak üzereyken bir mucize oluyor ve tamamen dolu otoparktan BİR ARAÇ ÇIKIYOR. Ve otoparkta bana şansıma bir yer açılıyor. Benden önce geri manevra ile çıkıp sağa sola arabasını bırakmış, servisle terminal binasına gitmeyi bekleyenlerin kıskanç bakışları arasında "pıt" diye arabayı parkediyorum. Böylece, ne kadar üstüne düşmüş, planlar yapmış olsam da oluşan bu risk, şansıma çözülüyor.

Neyse, terminale geliyorum. Her zaman olduğu gibi, X-Ray cihazını kullanmayı bilmeyen yurdum güvenlikçileri, cihazı fermuarın demirinden de ötecek şekilde ayarladıkları için, X-Ray'den geçen herkesi tek tek aradıkları için kapının önündeki mahşeri kalabalığı, kaderimi bekleyerek zamanla aşıyorum. Sıra "check-in"e geliyor. Bir kuyruğa giriyorum, sonra Ankara için yeni bir gişe açılınca daha kısa olan bir başkasına, sonra biri daha açılınca daha kısa olan bir başkasına. Ama benim kuyrukta ilerlemem böyle böyle oluyor. Yoksa kuyruklar ilerlemiyor. Aynı işlem sıra bana gelince tık diye gerçekleşiyor. Sanırım insanlar kimlikleri, PNR numaraları vs hazırlamadıklarından.

Havalimanının Pegasus'a ayırılan kısmı neredeyse küçük bir terminal binası boyutunda. "Check-in" yapan görevlilerin yakasında da yanlış hatırlamıyorsam Pegasus yazıyor. Türk Sivil Havacılık sektörünün eski şirketlerinden Pegasus'un el değiştirmesi ile artan ivmesi, bence çok sevinidirici. Düşük fiyat politikası ve zamanında kalkmak gibi bir kalite göstergesini hedefleyen tavırı, sektördeki rekabeti yeniden tanımlayabilir. Ancak bu aynı zamanda Pegasus için çok tehlikeli de olabilir. Zira bir havayolu şirketinin zamanında kalkma başarısı, her zaman kendisi tarafından belirlenmiyor. Örneğin, ben uçuşumu beklerken, Van uçuşu hava şartlarından iptal edildi. Buyurun bakalım. Bu da muhtemelen, Pegasus'un internet sitesinden yayınladığı zamanına kalkma istatistiğinin değerini düşürdü. Diğer havayolları için emsal istatistikler yayınlanmadığı için, hava şartlarının faturası bile şirkete çıkarılabilir. Nitekim, bugunkü Hürriyet'te Van uçağı iptal edince, yolcuların Atatürk havalimanı'nda faturayı AtlasJet'e kesip ortalığı karıştırdıklarını yazıyor.

Neyse, netice itibariyle, Pegasus söz verdiği gibi saatinde tık diye kalktı ve vaktinde de Ankara'ya indi. Ancak, Esenboğa'daki uçuş bilgisi ekranları alakasız iniş kalkış saatleri yazıyorlarmış, daha sonra annem babam söyledi. Pegasus'tan önce başka firma da yapıyor muydu bilmem, uçaktaki yolcuların yarısı inmeyip Diyarbakır'a devam ettiler. Ankara yolcuları indi, yerine yenileri bindi. İlk defa rastladıgım bu metod, bizlere daha konforlu bir hayatı ucuza sürdürecekse, hoş geldi sefa geldi.

Pegasus ile ilgisi olmasa da, Esenboğada ise tam bir karmaşa hakimdi. İç hatlar terminali yeni yandığı için olsa gerek, aksak ve düzensiz bir işleyiş içinde buldum Esenboğa'yı. Bagaj bantlarının olduğu bölüme sokaktan giren çıkan belli değil. Güvenlik kontrolü hak getire. Yani bir hırsız, oradaki bavullardan çalmıyorsa şaşarım. Üstelik bazı bavullar bir kenara yığılmıştı (saçılmış daha doğru bir ifade olabilir). Yanlarına gittim baktım birinin üzerinde ADB yazıyor, İzmir'e gidecekmiş. Dönen bagaj bandında da bir tane VAN bagajı dönüyordu. Sanırım Ankara çıkışlı yolcuların büyük bir kısmı, sadece Pegasus değil, muhtemelen diğer havayollarının da yolcuları, bagajlarında ciddi karışıklıklar yaşadılar bu bayram.

İyi bayramlar. İyi uçuşlar, iyi yolculuklar.
Devamı

6 Ocak 2006

Organize İşler
Görmeyi Düşünen Okumasın, Katil Uşak

Geçen hafta nihayet tezin son kopyasını, okunmak için juri üyelerine dağıtınca, kendime bir ödül verdim ve uzun zamandır ilk defa çıkıp bir filme gidebildim. Sinemaya gitmeyi çok sevdiğim için, yüksek tempo yüzünden fırsat bulamamak çok canımı sıkıyordu zaten. Cuma akşamı, aklımdaki birkaç filmden bir tanesi olan "Organize İşler" filmine, İstanbul'daki en sevdiğim sinema "Emek Sineması"nda gittim. Kolayca bilet buldum ve oldukça boş bir salonda izledim filmi.

Açıkçası, Vizontele ve Vizontele Tuba'yı sevmiş birisi olarak Yılmaz Erdoğan ve BKM'den daha iyi bir film bekleyenlerdendim. Tabii burada filmi nelerle karşılaştırdığımız önemli. Filmi, ortalama Holywood filmleri ile karşılaştırıyorsak mesele yok denebilir ama dramatik yapısı kuvvetli, başarılı, akılda kalan, sözü olan filmlerle karşılaştırınca izlenimlerim pek olumlu değil malesef.

Senaryo Yazarları derneğinde, senaristlerden birisi "Bir kişi ile başka birisi karşılaşır, VE OLAYLAR GELİŞİR" diye bir senaryo olmaz demişti. Ümit Ünal'ın defalarca senaryonuz ne anlatıyor, "Ana hikayeniz ne anlatiyorsa, dramatik yapısını ona göre iyi kurmak, fazlalıklardan kurtulmak lazım" deyişi geliyor aklıma. Malesef, Organize İşler'de ana hikaye üçkağıtçı "Asım Noyan" ile başarısız saf komedyen "Süpermen Samet" karşılaşırlar VE OLAYLAR GELİŞİR gibi olmuş. Karakter ve tipleri tanıtmak için giriş bölümü çok uzun tutulduğu için, asıl hikaye olduğunu tahmin ettiğim, "Eğitimli, kültürlü, namuslu Ocak ailesi, araba satın alırken kandırılıp paralarını ufak bir mafyaya kaptırınca ne yaparlar" hikayesi arkada kalmış. Ayrıca eğer ana hikaye buysa, o zaman entellektüel küçük burjuva Ocak ailesinin etrafında daha fazla geçmeliydi film. Hırsızın hikayesi değil de ortalama ailenin hikayesi olsaydı, hırsızlığa övgü olarak değerlendirme tehlikesinden uzaklaşıp, hepimizin kendinden birşeyler bulduğu bir hikaye olmaya daha çok yaklaşırdı.

Film ilgili bir metinde şöyle tarif edilmiş: "‘Organize İşler’ araklayanlarla araklananların hikayesi ... Kimin kimi kurtardığının, kimin kimden arakladığının tam belli olmadığı dünya şahanesi İstanbul’da tüm işler organizedir ve ‘organize’ her zaman işler. Hâl böyle olunca Süpermen bile İstanbul’a gelince hayatının dayağını yer. Dara düştüğünüzde sizi birileri kurtarabilir. Asıl sorun o birilerinden bizi kim kurtaracak?". Dert edindiği hikaye buysa filmin, "O birilerinden bizi kim kurtaracak" kısmına hiç değinmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Yılmaz Erdoğan filmi bir yerlerde "'Şehri bu durumdan yerli bir süpermen gelse kurtarabilir mi?' diye düşündük." diye tarif ediyor. Açıkçası ben filmden böyle bir tad da almadım.

Film, filmi yapanlar tarafından "komedi - aksiyon" olarak tarif edilmiş. Dolayısıyla, Internet sitelerinde gördüğüm, filmde yeterince gülmediğini söyleyenlere, film komedi filmi değil ki diye yorumla cevap vermek abes kaçıyor. Evet bu bir komedi filmi. Ancak, araya serpiştirilen, "Tabut üçkağıdı" gibi kesitler, ana hikaye güçlü oluşturulmadığı için "Bir Demet Tiyatro"daki parodiler gibi kalıyor ve anlatım bütünlüğünü bozuyor, konuyu dağıtıyor. Zeki ve yaratıcı birisi olduğunu düşündüğüm Yılmaz Erdoğan'ın sponsor'a ait ürün yerleştirmesi yapacağım derken, filmin ortasına nal gibi oturttuğu Bonus - Kasiyer kız espirisi ise hiç olmamış.

Üstelik "Tabut Üçkağıdı" sonrasında, "Asım" ın yaptığı, "Ya tabutun içinde olacaksın, ya tabutu taşıyanların ya da bu işleri organize edenlerin arasında" yorumunu, filmin esas mesajını oluşturduğunu ve ahlaken de oldukça problemli olduğunu düşünüyorum. Bütün bu parçalar bir araya geldiğinde film, izleyici karşısında üçkağıtçılığı olumlayıp, mafya ile başı derde girenin daha büyük mafya bulmasını makul ve meşru gösterir bir tutuma düşüyor. Türk sinemasının delikanlılığı öveyim derken, "anti-sosyal" olmayı övme merakından sonra şimdi de hırsız ve üçkağıtçılığı övmesi dönemine mi giriyoruz? Filmin sonunda küçük hırsız büyük hırsızdan bir şekilde intikam alsaydı, yine de bir delikanlılık övgüsü yapılmış sayıp geçebilirdik, ama bu haliyle büyük hırsızların kabullenilmesi ve kurumsallaşması gibi bir mesaja takılıp kaldık.

Gelelim, "Filmin Jönü İstanbul Şehri" meselesine. Film boyunca, Erdoğan çok miktarda havadan İstanbul görüntüsü kullanmış ve İstanbul'un güzelliklerini filmin içine serpiştirmiş. Bu kareleri çekebilmek için yurt dışından, daha önce Türkiye'de kullanılmamış bir teknolojiyi Türkiye'ye getirmiş ve bolca kullanmış. Teknik gelişmişlik ve çıtayı yükseltmek açısından, ayrıca İstanbul'un güzel görüntülerini bize ulaştırmak açısından başarılı olsa da, filmin zaten zayıf olan dramatik yapısını ve anlatım bütünlüğünü iyice bozmuş. Okuduğuma göre, yapılan hava çekimlerinin neredeyse hepsini, muhtemelen maliyeti ve estetik değeri nedeniyle kesmeden filmin içinde kullanmış, öyle olunca da biraz fazla kaçmış. Hava çekimlerinin ve şehir fonunun dramatik bir öğe olarak kullanılmasına bir çok örnek bulabiliriz dünya sinemasından. Benim aklıma yakınlarda izlediğimiz ve beni çok etkileyen Alejandro Amenábar'ın Ramon Sampedro'nun yaşamı anlattığı "İçimdeki Deniz / Mar Adentro" filmindeki hava çekimleri ve muziğin birarada kullanımı geliyor. "İçimdeki Deniz" filminde Ramon Sampedro'nun sahile gittiğini hayal ettiği ve mahkeme için Madrid'e götürüldüğü, filmin en vurucu sahnelerinde, anlatımı destekleyen bir unsur olarak kullanılmıştı hava çekimleri. Gözüm açıkçası "Organize İşler"de de böyle bir kullanım aradı.

Ukalalıkta sınırları aştık gidiyoruz ama açıkçası filmin kurgusunu da beğenmedim doğrusu. Filmin daha ilk sahnelerinde büyük mafya Müslüm'ün (Cem Yılmaz), Asım ve ekibini dövdüğünü öğrendik de elimize ne geçti? Filmin sonunu öğrendik de arada neyi merak ettik? Umut Ocak'ın (Özgür Namal) büyük mafyayı nasıl organize ettiğini ve hatta Büyük Mafya'nın içinde ne gibi bir iş yaptığını, ailesinin bu çalışmayı ve işverenin kimliği hakkında ne düşündüğünü, hatta büyük mafya organizasyonu sırasında anne Nuran Ocak (Demet Akbağ)'ın neler düşündüğü ve nasıl çelişkiler yaşadığını da görmüş değiliz. Peki filmi bu şekilde kurgulamak ne işimize yaradı?

Ayrıca, senaryonun dramatik derinliği yeterli olmayınca da karakterler tipleme seviyesinde kalıyor. Örneğin, Süpermen Samet öldüresiye dayak yediği halde Umut'a olan aşkı ile bu durumu nasıl değerlendirdi, nasıl bir muhasebe yaptı. Aralarında geçen basit diyalog (özür dilerim, olsun canım) bu soruları seyircinin kafasından silmek için yeterli midir? Veya çok iyi bir oyuncu olduğunu düşündüğüm Altan Erkekli'nin anlattığı "Yusuf Ziya Ocak" karakteri "başarısız ve toplumdan kopuk aydın" tiplemesinden öteye geçemiyor. Bunun suçu da kuşkusuz, oyuncudan değil, senaryonun ona biçtiği derinlikten olsa gerek.

Medyatik olmak amacıyla belki, filmde hikayeye katkısı olmayan ama figuran da olmayan bir çok oyuncu eklenmiş. Asım'ın sevgilisi rolünü oynayan Ebru Akel (Nilüfer), hatta Müslüm'ün manken sevgilisi rolünde Berrak Tüzünataç (Ebru) hikayeye katılmamış. (Berrak'ın tarifsiz güzelliğini söylemeden geçemeyeceğim). Ayrıca filmin sonu da bu anlamda havada kalmış. Karısı, Asım'a niye döndü, anlayan beri gelsin.

Bence filmin en başarılı unsurları Cem Yılmaz ve Tolga Çevik'ın oyunculukları. Cem Yılmaz bu filmdeki oyunculuğu ile gel geç ve Mehmet Ali Erbil gibi giderek kendi karakterine hapsolup her filmde aynılaşan bir yetenek olmadığını gösteriyor. Alışıldık Cem Yılmaz hareketlerinden hiçbirini yapmadan, açıkça güldürmeye oynamadan, çok zorlu bir rolü çok başarılı oynuyor. Tabi biz seyirciler, Cem Yılmaz'ı görünce gülmeye başlama şartlanmasını nasıl aşacağız, o da başka bir sorun. Cem Yılmaz'ın oldukça kısa süren rolüne karşı, filmin tanıtımlarında başrollerden biri gibi öne çıkmasını da çok doğru bulmadım. Tanıtımlara bakarak, bol bol Cem Yılmaz göreceğim sanarak gelen seyirciler, tadı damaklarında kalan sahnelerle, biraz aldanmış olarak çıkıyorlar salondan. Tolga Çevik de keyifle izlenen, filmleri aranacak, takip edilecek bir oyuncu olarak sinemamızın önemli oyuncularından birisi haline gelebilir. Rolünde çok başarılıydı doğrusu.

Golf topu ile dayak atma motifini başka bir filmde gördüğüme neredeyse eminim ama malesef hatırlayabilmiş değilim. Sinemada gülenlerin aksine, oldukça vahşi geldiği için, ve kamera kullanımı ile uçan golf topu bizim üzerimize geldiği için, yani bir anlamda golf topu ile seyirci dayak yediği için, bana pek komik gelmedi. Zaten film, seyirci kendisini Ocak ailesi ile özdeş mi görsün, hırsızdan yana mı olsun konusunda oldukça net. Kendimizi küçük hırsızdan yanda buluyoruz ve onunla birlikte dayak yiyoruz. Ama sahnenin dramatik olduğuna şüphe yok. Yine de seyirci neye güldü anlamadım. MTV'deki "Jackass" tipi programlara da ben pek gülmüyorum. Sanırım ona benzer bir durum.

Filmi izlerken, bir yandan saf iyi yürekli anadolu delikanlısı karakteriyle Süpermen Samet, bir yandan da delikanlı, kıvrak zekalı, bu sokakların adamı, mini-mafya çapkın Asım rollerinin her ikisinin de Yılmaz Erdoğan'ın kendi kimliğini okumasının parçaları olduğunu düşünmüştüm. Yani bu karakterler bir nevi Yılmaz Erdoğan'ın ego'sı ve alter-ego'su diyebiliriz. Yılmaz Erdoğan neredeyse eminim, tepki çekmeyeceğini bilse iki rolü de kendisi oynamak isterdi. Bence bu durum, deniz kıyısında Samet ile Asım'ın ilişkilerinin muhasebesini yaptıkları karede, Asım'ın Samet'e "Evreşe'lisin, Evreşe'nin yolları aslında dar değil ve komedi malzemesini Süpermen'de arıyorsun. Ben sizin işinizden anlamam ama, bu malzemeyi kullansana" dediği karede iyice su yüzüne vuruyor.

5 Milyon dolar mertebesinde para harcanıp 70'i profesyonel oyuncu 1700 kişinin rol aldığı, kamera arkasında 150 kişinin çalıştığı bir film, elbette eleştirilecek. Filmi beğenmeyenler de elbette neden beğenmediklerini söyleyecek. Bu eleştirilere Yılmaz Erdoğan'ın verdiği tepkiler de çok sağlıklı görünmüyor doğrusu. 5 milyon dolar harcadıktan sonra, eleştirenlere "5 YTL'lerini geri verelim" diye dayılanmak, bir içgörü eksikliğine işaret etmiyordur umarım.

Yukarıda kendi penceremden özetlemeye çalıştığım eksiklikler bence senaryonun sağlam olmamasından kaynaklanıyor. Elbette çekim aşamasında değişiklikler olur ama "1.5 yıllık bir sürede" 7 kez değişen senaryo çekimler sırasında da hız kesmeden değişmeye devam edince, işte böyle bazı şeyler havada kalıyor.
Devamı

4 Ocak 2006

Sevgili Beşikdüzü. Bir tanesin malesef

İnsan bazen güzel bir haber alınca içine bir sıcaklık, yüzüne tatlı bir gülümseme gelir, gelecekten umutlanır, mutlu olursun. Bugün bana bu duyguları Trabzon'un Beşikdüzü ilçesinin kaymakamı'nın yaptığı bir icraatı anlatan bir gazete haberi yaşattı. Beşikdüzü'nün geçen seneki kampanyasının da katkılarıyla Wikipedia'nın Türkçe bölümündeki başlık sayısı 10.000 başlık kadar artmış. Beşikdüzü de hedef büyütmüş, hedef "100.000" yeni Türkçe başlık. Bilgi çağına girmek, Türkiye'nin vizyonunun Beşikdüzü'nün vizyonuna erişmesi ile ancak mümkün olabilir. Sağol Beşikdüzü ve açık fikirli kaymakamı, iyi ki varsınız, keşke daha çok olsanız.

Bahsettiğim haberi aşağıda bulabilirsiniz. Okuması, yazması, eklemesi, çıkarması herkese açık özgür ansiklopedi Wikipedia'nın Türkçe'si Wikipedi'de sağdaki logo'nun arkasındaki bağlantıda, bunu daha da geliştirip bilgiye ulaşmak isteyen Internet üzerindeki tüm Türkçe okur yazarlarına sunmak da hepimizin elinde.

***

Bugün wikipedia için ne yaptın? (haber kaynağı)

DHA - TRABZON - Siz bu satırları okurken, Trabzon'un Beşikdüzü ilçesi dünyanın en büyük sanal kütüphanesine 100 bin yeni Türkçe madde katmak için çalışıyor olacak! Beşikdüzü Kaymakamı Eyüp Sabri Kartal, ayda 2.5 milyon kişi tarafından ziyaret edilen 'www.wikipedia.org'a 100 bin yeni Türkçe madde için ikinci bir kampanya başlattı. Buna göre yıl boyu ilçedeki her öğrenci 10, her öğretmen ise 100 Türkçe madde hazırlayarak gönderecek.
200 dilde, 4 milyon madde içeren sanal ansiklopedi, en çok ziyaret edilen 37'nci site. Maddeler kullanıcılarca ekleniyor, diğer kullanıcılar ve araştırmalarla denetleniyor. Sitede 3 bin olan Türkçe madde sayısı, Beşikdüzü'nde geçen yıl başlatılan ilk kampanyanın ardından 13 bine çıktı. 'Wikipedia' adı Hawaii dilinde 'çabuk' olan 'Wiki' ve ansiklopedi kelimelerinin birleşiminden türetilmiş.
Devamı

EasyJet Geliyor

İngiliz Independent "Ryanair ve EasyJet havayolları Türkiye seferi yapmaya başlarsa Türkiye'de mülk fiyatları fırlayacak..." derken haber geldi, EasyJet, Sabiha Gökçen'e uçuş başlatmak isiyormuş ama karşı çıkanlar da var. Buyurun haberler burada.

İngiliz firma ucuz seferle geliyor havada rekabet kızışacak

Dünyanın en büyük "low cost carrier" (düşük maliyetli havayolu taşımacılığı) şirketlerinden Easy Jet, uzun süredir takip ettiği Türkiye pazarına girmeye hazırlanıyor.

Bilet satışının yüzde 90’ını internet üzerinden yapan İngiliz firması, önümüzdeki aylardan itibaren Türkiye seferlerine başlayacak. Uçuşlar için Savunma Sanayii Müsteşarlığı uhdesindeki İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’nın kullanılacağı belirtiliyor. 19 Euro’dan başlayan fiyatlarla yolcu taşıyan firma, Londra-Atina uçuşları için 50-55 Euro, Paris-Londra için de 16-42 Euro alıyor.

Sektörde Easy Jet’le ilgili öne çıkan diğer unsurlar ise, uçuş düzenlediği her havaalanına büyük paralar kazandırması ve rakiplerini piyasadan silmesi olarak gösteriliyor. Bu özelliğine dikkat çeken havacılık uzmanları, konunun Türk Hava Yolları ve özel firmalar açısından büyük tehlike oluşturduğunu düşünüyor. Türkiye Özel Sektör Havacılık İşletmeleri Derneği Başkanı ve Onur Air Genel Müdürü Şahabettin Bolukçu, İngiliz firmasının uçuşlara başlamasının havayolu şirketleri için büyük bir yıkım olacağını savunuyor. Ulaştırma Bakanlığı’ndan uçuşları engellemesini isteyen Bolukçu, “Firmaya tanınan şartlarla uçuş gerçekleştirilirse kapasite kısılır, küçülme trendine geçeriz.” diyor.

İngiliz şirketiyle görüşmeleri yürüten Sabiha Gökçen Havaalanı işletmecisi HEAŞ yetkilileri, henüz kesin bir anlaşma yapılmadığını ifade ediyor. Ancak alınan bilgilere göre, ‘nisanda günlük 5, temmuzdan itibaren de 15 sefer yapılması’ yönünde uzlaşmaya varıldı. İşletme ücretlerindeki pürüzler ile bazı ayrıntıların giderilmesi durumunda uçuşların zamanında başlatılması planlanıyor. Ancak HEAŞ yönetimini, THY’nin ardından, Pegasus Havayolları’nın da seferlere başlamasıyla gündeme gelen kapasite sorunu düşündürüyor. Nitekim, nisanda her gün 15 seferle uçuş düzenlemek isteyen Easy Jet’in talebi, kapasitenin en fazla 5 uçuşu kaldırabileceği dikkate alınarak reddedildi. Türkiye’ye yapılacak seferlerin, iki ülke arasındaki esnek sivil havacılık anlaşmaları sebebiyle Almanya’dan başlatılacağı kaydediliyor.

HEAŞ yetkilileri, Easy Jet ile yapılan görüşmelerin olumlu geçtiğini, şirketi uçuşa ikna etmeye çalıştıklarını söyledi. Kurban Bayramı sonrası, bir kez daha görüşeceklerini belirten yetkililer, “Easy Jet, Avrupa’da 29 merkeze uçuyor. Uçuş ağı ve altyapısı çok kuvvetli. Havaalanımıza da sefer düzenlemelerini istiyoruz, onlar da kapıyı aralık tutuyor. 10 gün içinde durum netleşecek.” dedi.

Yetkililer, Sabiha Gökçen Hava Limanı’nın daha çok kâr etmesi için birçok proje geliştirdiklerini belirterek, bu çerçevede Easy Jet’in yanı sıra Ryan Air ve Hindistan’daki bazı charter firmaları gibi şirketlerle görüşmeler gerçekleştirdiklerini bildirdi. 6 yıl önce kurulan havaalanının uçak inmediği için geçen yıla kadar zarar ettiğine dikkat çeken yetkililer, “Geçen yıl, THY’nin ardından Fly Air ve Pegasus sefer düzenlemeye başlayınca, havaalanı kâra geçti. Alman Germanwings’in uçuşlarından da çok memnunuz. Easy Jet’in uçuş düzenlemesiyle çok iyi bir konuma geleceğiz.” bilgisini verdi.

Easy Jet’in önemli özelliği, uçuş düzenlediği merkezlerdeki charter firmalarını kısa sürede pazardan çekilmeye zorlaması. Geçtiğimiz yıllarda Fransa’nın Lyon kentine uçuş düzenleyen şirket, kısa süre içinde 9’a yakın charter firmasının pazardan silinmesine yol açmıştı. Girdiği pazarda, günlük 15 uçuş gibi yüksek performansla boy gösteren firma, daha sonraki dönemde uçuş sayısını katlayarak artırıyor. İngiliz şirket, Türkiye pazarına ilk etapta 5 uçuşla girmeye hazırlanıyor. Şirketin 2007’de sefer sayısını 50’ye çıkarabileceği ifade ediliyor. THY’nin halen Avrupa’ya günlük 50-55 sefer yaptığı ve seferlerin Türk şirketleri açısından büyük yıkım olacağı belirtiliyor. THY’nin de, Easy Jet gibi charter firmaların oluşturduğu ‘öldürücü rekabet’ olarak nitelendirilen ortamda ikinci bir marka ile boy göstererek varolma savaşı vereceğine dikkat çekiliyor.

Ulaştırma Bakanlığı Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü (SHGM) yetkilileri ise, İngiliz havayolu şirketinin Almanya’dan uçuş düzenlemesinin mümkün olmadığını ifade ederek, konunun uçuş talebinin ardından yapılacak incelemeyle netlik kazanabileceğini söyledi. Türkiye dışında iki ayrı noktaya uçuş yapamayan özel havayolu şirketleri de Easy Jet’in İngiltere dışındaki kentlerden İstanbul’a uçamayacağı görüşünde. Türkiye Özel Sektör Havacılık İşletmeleri Derneği Başkanı Şahabettin Bolukçu, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün uluslararası havacılık kuralları gereği Easy Jet uçuşlarına izin vermemesi gerektiğini belirtti. Bolukçu, uçuşların sadece Türk şirketlerine de aynı hakkın tanınmasıyla gerçekleşebileceğini söyledi. Uçuşların durdurulması amacıyla Ulaştırma Bakanlığı nezdinde girişimde bulunacaklarını ifade eden Bolukçu, “Easy Jet’in Türkiye uçuşları için çalışma yürüttüğünü ben de duydum. Ancak, bunun 2007’den sonra gerçekleşeceğini tahmin ediyorum. Bize aynı hak tanınmadan İngiliz şirketine böyle bir imkan sunulacak olursa, hiçbir şirket bunu kabullenmez.” şeklinde konuştu.

Avrupa’da low-cost havayolları şirketleri arasında Easy Jet’in yanı sıra, Virgin Airlines, Germanwings ve Ryanair bulunuyor. Bu havayolları charter uçuşlarıyla birlikte iç hatlarda 19 Euro’dan başlayan çok uygun fiyatlarla yolcu taşıyor. Low-cost Havayolları, ikram, servis gibi bazı maliyetleri kısarak uçuşları en ucuz fiyatlara yapıyor. Avrupa’daki birçok uygulamada ikramlar, birinci sınıf uçak içindeki ikramlar gibi değil.

04.01.2006
Mustafa Gün
İstanbul
Devamı

3 Ocak 2006

Memleketimin Kurbağaları ve Mühendisleri

Karadeniz sahiline otoyol, Amasra'ya termik santral, Çeşme'ye RO-RO limanı (dolayısıyla Çeşme sahillerine sintine pisliği), İzmir Kordon'a otoyol, Gökova'ya yine termik santralların uygun görüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Bergama'daki altın madeninin, bu madenin işletilmesini istemeyen bölge halkına rağmen zaman zaman hukuk kurallarını da önemsemeden, özel izinlerle, ufak değişikliklerle, siyanür barajına bakan turistik seyir düzlükleri de içeren ÇED raporlarıyla zamanla kitabına uydurulduğu bir ülkede... RAMSAR sulak alanlar sözleşmesine rağmen, esince tarım arazisi açmak için göl ve bataklıkları kurutan ve doğanın su dengesini bozup çevredeki mevcut tarımı da bitiren veya tarım topraklarının gelişi güzel sulanmasına göz yumarak çölleşmeyi önemsemeyen Devlet Su İşleri'ni hiç saymıyorum.

Bergama'daki altın madenini orada istemeyen bölge halkının, uluslararası anlaşma ve sözleşmelere dayanan referandum isteği reddedilmişti. Türkiye'nin kurbağalarından önce insanlarına kulak vermesi lazım. Deniz kıyısına dolgu otoyol yapıp, koskoca ülkenin bir bölgesinin denizle ilişkisini, tüm sahillerini, kumsallarını koylarını yoketmek, Karadeniz'le yoğurulan Karadeniz insanının denizle ilişkisini kesebilmek nasıl bir cesaret ve vurdumduymazlık gerektirir?

Bir projenin fizibilitesini hesaplarken, siz bütün çevresel maliyetleri dışsal maliyet olarak alıp göz ardı ederseniz, bölge insanlarının söz hakkını ve süreçlere katılımını güvence altına almazsanız, istendiği kadar "Yerel Gündem 21"ler "Habitat" lar yapılsın, netice aynı.

Herşeyin başı eğitim klişesine düşmek istemiyorum ama bütün bu konularda bir mühendislik etiği sorunu yok mu? Mühendis, hangi projede çalışırsa çalışsın, sonuç olarak yaptığı işin neye ve kime hizmet ettiğine, problemleri modellerken neleri göz önüne alıp, neleri göz ardı ettiğine ne kadar bakıyor? Etik, ahlak denince aklımıza önce bunlar gelmeli.


Mühendislik fakültelerine "Mühendislik Etiği" zorunlu ders olarak konsa, belki birkaç kişinin aklına girmek mümkün olabilir, ama yine yeterli değil. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), mühendislik etiğini ön plana almalı, hatta batı ülkelerindeki gibi lisanslı mühendisler için bir imza yeterlilik sınavı olacak ise mesleki bilgilerin yanı sıra, mühendisin etik anlayışı da sorgulanmalı. Bu konunun gündelik politikalar hakkında görüş bildirmekten daha önemli olduğunu düşünüyorum, zira mühendislik mesleğinin nasıl icra edilmekte olduğu konusu aslında gündelik politikadan çok daha politik bir konu. İşte bana bunları düşündüren eski ve yeni yazılar burada

Kurbağalarını sevmediğiniz bir vatanı sevebilir misiniz?
Mehmet Y. Yılmaz - Hürriyet 03/01/2006


TRABZON İdare Mahkemesi, Karadeniz Otoyolu’nun kıyı dolgusu yöntemiyle yapılmasına ilişkin Fındıklı Belediye Meclisi’nin ve Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun kararlarını iptal etti. Böylece ilginç bir durum ortaya çıkıyor: Mahkeme kararları iptal etti, ancak aradan geçen bu süre içinde de sahilin önemli bir bölümü doldurulmuş oldu.

Mahkemenin daha önce verdiği "yürütmeyi durdurma kararlarını uygulamayanlar" hakkında ne gibi işlemler yapılacak, merak ediyorum. Aslında hiçbir şey yapılmayacağını biliyorum da lafın gelişi soruyorum!

Bütün Karadeniz kıyısını, çevrede yaşayanlara kapatan bu uygulamanın gerekçesi çok ilginçti: Yolu yukarıdan geçirmek pahalıya mal oluyor! Bu arada kıyı halka kapatılmış, bir sürü canlının yaşam alanı yok edilmiş, kimsenin umurunda bile değil. "Vatanını sevmek" bizde çok kolay bir şey? Çünkü bu sevgi, herhangi bir sorumluluk duymayı gerektirmiyor. Öyle söylüyorsunuz, öyle oluyor: Ben vatanımı seviyorum! Oysa vatanını sevmek, vatanının ağaçlarını, kuşlarını, böceklerini, vahşi hayvanlarını da sevmeyi gerektiriyor.

O toprak parçasının onlarla birlikte değerli olduğunu, onlara yaşam hakkı tanımadan vatanı sevmenin eksik kalacağını bilmeyi gerektiriyor.

Bugün Hürriyet’te bir haber var (burada). İngiltere’de çiftleşme dönemine giren "kara kurbağaları"nı korumak için bir karayolu üç ay süreyle trafiğe kapatılmış.

Geçen yıl "kara kurbağalarını koruma devriyeleri" bölgede bin kadar kurbağanın yolu güvenle geçebilmesini sağlamış; ama yine de yeterli olmamış. Bunun üzerine bu sene yol tamamen trafiğe kapatılmış.

Yolu trafiğe kapatmak şu kadar sterline mal oluyor gibi bir hesap yapmamışlar; çünkü biliyorlar ki o toprak parçası insanlara olduğu kadar orada yaşayan başka canlılara da ait. Ve o toprak parçası ancak ona ve üzerinde yaşayan tüm canlılara duyduğunuz saygı kadar değerli.
***


Karadeniz halkı denizini kaybetti
Şükran Özçakmak - Milliyet 19/07/2005

Samsun - Sarp otoyolu, Karadeniz halkıyla sahil ve denizin arasını açtı. Yol inşaatı nedeniyle, neredeyse tüm sahil boyu iş makinelerine kaldı.Otoyol adı altında yapılan Samsun - Sarp sahil yolu, Karadeniz sahilinin haritasını daha şimdiden görünüm olarak değiştirdi.

Projelendirilmeden denize düz çizgi çizilerek oluşturulmaya çalışılan yol inşaatı nedeniyle, sahil kordonunda yer alan parklar neredeyse bomboş. Deniz dolgusunun tamamlanamadığı yerlerde ise halk iş makineleri ile yarışırcasına denizden mümkün olduğunca yararlanmaya çalışıyor.

Trabzon - Rize Karayolu üzerinde bulunan 100. Yıl Havuzbaşı Lokantası da yolun sıkıntılarını yaşayanlardan. Yaklaşık 10 yıl önce inşa edilen 100. Yıl Havuzbaşı Balıkçı Lokantası'nın önü artık deniz değil, yol manzaralı. 'Kamyoncu dövdük' Lokanta sahibi Muzaffer Bektaşoğlu, dertlerini şöyle anlatıyor: "Lokantaya onca yatırım yaptık. Sözde, havuzuyla deniz manzarasıyla turistik bir tesis inşa edildi. Yol inşaatı bizi toza buladı. Ne balık yeniyor ne havuza giriliyor. Maddi manevi sıkıntılıyız. Tozun önlenmesi için valiliğe, emniyete, karayollarına başvurduk. Yanıt alamayınca kamyoncuları dövdük, yine sonuç alamadık. Şimdi savcılığa suç duyurusunda bulunacağız."
Devamı

2 Ocak 2006

Düşünce ve İfade Özgürlüğü

Düşünce ve İfade özgürlüğü son yıllarda ülkemizde yoğunlukla tartışılan ancak çeşitli rezervasyonlar konularak en aydın sayılacak kesimler tarafından bile rahatlıkla kabullenilemeyen bir konu. Tabi durum böyle olunca, yani herhangi bir şekilde şiddete bulaşmadan bir düşünceyi ifade edebilmek konusunda, "aydınlanma"dan payını en fazla alanlarımız bile bu kadar isteksiz olunca, almayanlarımız elinde taş ve sopayla yollara dökülüp, kendi ifade özgürlüğü sınırlarını aşıp, birilerine, mesela Orhan Pamuk'a sopa çekmeye, veya insanları yakmaya, linç etmeye niyetlenebiliyorlar.

Amerika Birleşik Devletleri'nde ise bireylerin düşünce ve ifade özgürlükleri, 11 Eylül sonrasında yaşanan gerilemeleri bir kenara bırakırsak, kutsallık derecesinde önem verilen ve korunmsı için çeşitli toplum kesimlerinin mücadele verdiği bir konu. O kadar kutsal ki, çok muhafazakar bir toplum olan ABD'de Hustler dergisini yayınlayan Larry Flynt müstehcen içeriğe rağmen dergisini yayınlama özgürlüğünü ifade özgürlüğü kapsamında mahkemelerde savunmuş ve koruyabilmişti. Kuzey İtalya'nın bağımsızlığını savunan partilerin yıllardır İtalya'da, teröre bulaşmadan fikirlerini ifade edebildiklerini biliyoruz. Oysa, Türkiye'nin yakın ve uzak geçmişinin ve bulunduğu ortamın, düşünce ve ifade özgürlüğünü tamamen yerleştirmeyi zorlaştırdığı ortada olan net bir durum.

Bu düşünceler ara sıra aklımda uçuşurken, bugün Hürriyet'te okuduğum Mehmet Yılmaz'a ait bir yazıda verdiği bir örneğin çapıcılığı konuyu kafamda netleştirdi. Aslında bu örneğe vereceğiniz tepki bence turnusol kağıdı gibi bir ayraç. Örnekte bahsedilen Hans Haacke'ye ait enstallasyonun bir kısmının resmini, Internet'ten buldum. Haacke'nin resmini yanda, söz konusu sanat eserinin bir kısmını da sayfanın üst köşesinde görebilirsiniz.
Mehmet Y. Yılmaz'ın yazısını aşağıda paylaşmak ve buraya bir not düşmek istedim. Özgürlük kolay bir şey olsaydı, herkes zaten özgür olurdu. Bunun için tek tek ve hep birlikte ciddi emek vermek ve sindirip özümlemek gerekiyor.




Bu sergiyi Orhan Pamuk açsaydı?
Mehmet Y. Yılmaz - 02.01.2006 Hürriyet

BUGÜNLERDE yolunuz New York’a düşecek olursa sizlere Chalsea galerilerinden birinde sürmekte olan bir sergiyi gezmenizi önereceğim. Bu sergiyi gezerken, Orhan Pamuk ve Hırant Dink davalarıyla birlikte yeniden gündemimize giren çok eski bir tartışmayı düşünme olanağı bulacaksınız:

Eleştiri nerede başlar, nerede biter? Hakaret nedir, ne değildir? Sanatçının kendini ifade özgürlüğünün sınırları nereden geçer?

Sergiyi görme olanağı olmayanlar için anlatmaya çalışayım.

Galeride sergilenen eser Almanya Köln doğumlu ancak çok uzun yıllardır New York’ta yaşayan sanatçı Hans Haacke’nin bir "enstalasyonu".

Tavanı altı-yedi metre yüksekliğinde boş bir salon gözünüzün önüne getirin. Tavana diklemesine bir ABD bayrağı asılmış. Bayrağın ortalarından itibaren kumaşı lime lime doğranmış, bir yarısı da koparak aşağıya düşmüş. Yerdeki kumaş parçası bir çöp yığını gibi öylece duruyor, gelen geçen üzerinden geçip gitsin diye.

Salonun giriş kapısının hemen yanında Başkan Bush’un bir fotoğrafı asılı. Bush’un zeká düzeyinin düşüklüğünü vurgulayacak şekilde bilgisayarla deforme edilmiş bir fotoğraf bu.

Haacke, bu eseriyle Amerika’nın Irak’a müdahalesini protesto ediyor. O da kendi sanat anlayışı doğrultusunda böylece "Amerika’ya müdahale etmiş oluyor".

Bu Haacke’nin savaş karşıtı ilk uygulaması değil. Daha önce de Almanya’da, Prusya’nın kazandığı savaşlar anısına dikilmiş Münster’deki bir anıta da böyle "müdahale" etmişti.

Haacke bu "eserleri" nedeniyle ne Almanya’da, ne de Amerika’da kovuşturmaya uğradı. Elbette oralarda da bir düşüncenin bu şekilde ifade edilmesinden rahatsızlık duyanlar oldu. Ama kimse kimseyi savcılığa şikáyet etmedi, sanatçının hapse girmesini istemedi.

Haacke’nin düşüncesini beğenmeyenler de kendi düşüncelerini özgürce ifade edebildiler, bu düşünceleri nedeniyle de "aydın" çevrelerce aşağılanmadılar, alaylara maruz kalmadılar.

Haacke’nin bu eserini ben de çok "ilginç" bulmadım, rahatsız olduğumu bile söyleyebilirim.

Ama onun kendisini ifade etme özgürlüğüne sahip olduğuna da inanıyorum.

Bütün mesele de bir demokraside bundan ibarettir zaten: Kendin için istediğin fikir açıklama özgürlüğünü, herkes için isteyebilmek!
Devamı

1 Ocak 2006

Açıkgünlükçünün Hakları

Bilgi Teknolojileri hayatımızın bir parçası oldukça, insan hayatının daha da özgürleşmesi için bir mücadele alanı olarak ortaya çıktı. İnsanların teknoloji ile olan ilişkisini düzenlemede belirleyici olarak insan hayat üzerinde belirleyici olmak mümkün.

Internet'ten iPod'a kadar pek çok teknolojiyi kullanarak, sıradan vatandaşın daha önceki dönemlerin hiçbirinde olmadığı kadar sesini duyurması mümkün. Ancak bu teknolojiler, güce ve kaynaklara erişimde eşitsizliğe dayalı ilişki şekillerini sürdürmeyi hedefleyenlerin saldırısı altında.

Bir mücadele alanı olarak teknolojilerin, insan özgürlüğü yararına kurgulanması ve korunması için mücadele eden oluşumların başında, büyük şirketler, Amerikan hükümeti ve yasama sürecini bir ilgi grubu olarak etkilemek ve çıkarılmış Amerikan kanunlarını yüksek mahkemelere götürmek gibi eylemler yapan Elektronik Öncülük Vakfı (Electronic Frontier Foundation - EFF) geliyor. Ben de EFF'nin çeşitli programlarını İnternet'ten takip ediyorum, bunlardan biri de doğal olarak "Blogger Hakları" konusu. Birkaç gündür açıkggünlüğümün sağ menüsüne bununla ilgili bir bağlantıyı da ekledim. EFF bağışla yaşayan, kar amacı gütmeyen bir sivil toplum örgütü ve bütçesinin 2/3'ünü bağışlar oluşturuyor. EFF'nin bildirisine göre oluşturulmaya ve korunmaya çalışılan açıkgünlükçü (blogger) hakları şöyle.
  • Anonim olarak "bloglama" hakkı. EFF. İnternet üzerinde anonim kalarak konuşma hakkını savunuyor. Bu amaçla, EFF bazı Amerikan eyaletleri ve federal mahkemelerde konuyu takip ediyor kişisel mahremiyetin korunmasını sağlayan teknolojilerin geliştirilmesine destek veriyormuş.
  • Kaynaklarını gizli tutma hakkı. EFF Kaliforniya mahkemelerinde "blogger"a açılan bir davanın online gazeteci olarak değerlendirilerek, gazetecilere sağlanan yasal hakların kullanılması için savaşıyormuş.
  • Fikri/Sınai hakları adil kullanma hakkı. Elektronik oyverme sistemlerini üreten Diebold firmasının ürünlerindeki sorunları içeren bir dokümanın Internette yayınlanması üzerine açılan davada, EFF yayının fikri/sınai mülkiyet haklarının adil bir kullanımı olduğuna mahkemeyi ikna etmiş durumdaymış.
  • Kullanıcı yorumlarına korkmadan izin verme hakkı. Amerika'da "online" yayıncılığa verilen ziyaretçi ve diğer üçüncü tarafların yorumlarından sorumlu olmama hakkının blogger'lar için de kullanılması için uğraşıyormuş.
  • Sunucunuza El Konulmaması Hakkı. Yasal soruşturmalar sırasında sunuculara el konulmasının yayına engel olması nedeniyle EFF, bir soruşturma için Rackspace firmasında Indymedia websitelerine hizmet veren 20 sunucuya el konulmasına karşı karar çıkartmış.
  • Seçimler hakkında özgürce "bloglama" hakkı. EFF, Amerikan seçim komisyonunun açıkgünlüklerin politik kampanyalar üzerine yorumlarına ilişkin anlayışlı tavrını destekliyormuş.
  • İşyerin hakkında "bloglama" hakkı. EFF'nin desteklediği haklardan belki de en fazla tartışmaya açık olanı bu hak olsa gerek. EFF, kişilerin iş yerleri hakkında anonim açıkgünlük tutabilmelerini savunuyor ve yasama ve yargı sürecinin buna uygun gelişmesi için çaba gösteriyormuş.
  • Medya olarak erişim hakkı. EFF, açıkgünlük tutanların kamusal bilgiye erişim hakları olduğunu ve ana akım medya ile aynı haklarla kamusal etkinliklere katılma hakları olduğunu savunuyormuş.
  • Kanuni hakların bilinmesi ve savunulması. EFF açıkgünlük tutanların hukuki haklarını korumak ve kanuni bir biçimde açıkgünlük tutabilmeleri için bir rehber hazırlamış.

Peki acaba Türkiye'deki durum nedir? Malesef Türk Bilişim Derneği veya diğer sivil toplum kuruluşlarımız böyle bir sivil baskı grubu olma niteliğini henüz kazanamadılar. Geçtiğimiz yıl yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu ve diğer kanun ve yönetmeliklerdeki bireyleri etkileyen bilişme ilişkin yasal düzenlemeler ve oluşan emsal içtihat ve davalarla ilgili birçok bilgi kaynağı bulunsa da sıradan vatandaş tarafından anlaşılır kapsayıcı bir rehbere ihtiyacımız var. Teknoloji ile ilgili bireysel hakları geliştirmeden önce ne haklarımız olduğunu bilmeliyiz.

Devamı