Babam ve Oğlum: Sadık Gitmelidir
Önce İzleyin Sonra Okuyun
İstanbul'un birkaç gündür ezberi bozuldu yine. Her taraf kar olunca, Ankara'nın düzenini biraz üşütecek bir kar, İstanbul'un nutkunu bağlıyor. Dün akşam bütün gün evden çıkamamanın verdiği sıkıntı ile giyinip, sarınıp, hafif tipinin ortasında sokağa atladım. Niyetim bir miktar yürümek, dönüşte de paramatikten para çekip yakındaki Tansaş'tan biraz meyve alıp eve dönmek. Heyhat bilinçaltımın niyeti başkaymış. Kendimi birden yakındaki sinemanın önünde, hakkında çok şeyler duyduğum "Babam ve Oğlum" filminin seanslarını kontrol ederken buldum.
Şansıma, 5 dakika sonra başlayacak olduğunu farkedince, lahanaya benzer kar koruması katmanlarımla, kısa bir kar yürüyüşünden sonra kendimi gişe'nin önünde, bilet kuyruğunda buldum. Bu hava şartlarında ve bu saatte bir bilet kuyruğu olmasına, benim kadar, gişe görevlisi de şaşkındı. Gişe'deki görevli muzip muzip sıradaki insanlara bakıyordu bir yandan. Beklediği pası ben verim "Bu gün, karlı havada 'Babam ve Oğlum' seyretme günü". Kadın gülerek, "Sözleştiniz herhalde" dedi ve sordu "Kaç Kişi?". Benim "Sözleşmedik, bir kişi" dememle, yanındaki kız arkadaşı, çapkın ve kaçamak bir bakışla lafa girdi "Şimdi yalnız yalnız film seyredilir mi? Yalnız ağlayacaksınız". Altta kalır mıyım, yanıt verdim, "Belki tam da o sebepten yalnız izlenir". Yaşı hafif geçkin bu laf cambazını atlatıp, refleks bir film davetinde bulunmadan, salondaki yerimi aldım.
Aslında bir süredir geciktirdiğim bir şeydi bu filme gitmek. Bir şey çok popüler oldu mu, ilk istimini kaybetmesini beklemeyi sevenlerdenim. Kara Kitap'ı bile yıllar sonra okumuştum. Bravehart filmine 50. haftasında gittiğimi hatırlıyorum. Ankara'da bir sinemada neredeyse iki yıl oynamıştı Bravehart. Babam ve Oğlum'un o kadar sürmesini beklemediğim için, kar sıkıntısı ile daha fazla geciktirmedim bu ziyareti.
Bir çok önyargı ile gitmiştim doğrusu filme. Beğenmemeye, bir kulp takmaya, ukalalık yapmaya hazırdım. Mesela, şu "çok ağlatma" hikayesinden kıl kapmıştım bir kere. Yönetmen & senarist, Çağan Irmak'ın izleyici perişan etmek için tekrar tekrar saldırarak "ağğğlaaa sefil seyirci" yapacağından neredeyse emindim. Ama beklediğim gibi olmadı. Hikayesinden, senaryodaki inceliklerden, dramatik örgüsü ve aksiyon filmi olmadığı halde seyirciye kendini sorgulamaya izin verdiği kısımlar dışında düşmeyen temposu ile ve tek kelimeyle muhteşem oyunculuklarla son yıllarda izlediğim, en iyi film, sadece Türk filmi demiyorum, en iyi filmlerden birisi çıktı karşıma.
Kamera kullanımını Organize İşler'de ne kadar sevmediysem, bu filmdeki kullanımı o kadar sevdim. Irmak, filmin örgüsünü, kamera ve dış sesin kullanımı ile seyirciyi annesi onu doğururken ölen, babası işgencehanelerin artığı bir sebeple ömrünün son demlerini yaşayan, minik Deniz'in yerine koydu bizi. Seyirci, Deniz'in hayal dünyasına ortak oldu, dünyaya onun baktığı yükseklikten baktı ve filmin sonunda da hem öksüz hem yetim kaldı. Daha niye ağlamasın?
Organize İşler'le karşılaştırmak istemiyorum bu filmi ama kaçamıyorum da. Bir çok film, senaryosunda fazlalık öğeleri nasıl kambur gibi taşıyorsa, Babam ve Oğlum'un senaryosu da o kadar temiz, çarpıcı ve akıllı bir senaryo olmuş. Karakterleri bize tanıtmak için, lüzumsuz bir sürü sahne ve olay içerisinde vakit kaybetmemiş Çağan Irmak. Bütün problematiği ve temel soruları kafamıza ilk 10 dakikada sokmuş, dramatik sahneleri ve çarpıcı özet giriş görüntüleri ile ne olup ne bittiğine kısa sürede hakim kılmış, çarpmış geçmiş seyirciyi. Ege'nin bir köyündeki aileyi, Deniz'in sesinden, Deniz'e belletir gibi öğretmiş seyirciye. Sadık'ın abisinin gelişme bozukluğundan, dedenin baldızıyla olan zıtlaşmalarına her şey, ana hikayeyi taşımış ve yan hikayeciklerle zenginleştirmiş ve desteklemiş. İnsan sırf bu işe yarayan ayrıntıları tekrar tekrar keşfetmek için yeniden seyretmek istiyor filmi. Sanırım bu sebeple, DVD'sini de alıp, ara sıra iyi filmin nasıl bir şey olduğunu yeniden hatırlamak için seyretmek isteyeceğim.
İyi film tabii çok göreceli bir kavram. Adamına göre değişir. Tarkovski iyi film yapmıyor kim diyebilir? Ama sevmeyebilirsiniz. Benim için iyi film, seyirciyi içinde bulunduğu gerçeklikten koparıp başka bir dünyaya götürebilen, seyirciyi bu anlamda içine alan, perdenin üzerinde bir yere koyan, ona bir hikaye anlatan, hikaye anlatırken seyircinin kendi hikayesi ile ilişki kurmasına izin veren filmdir. Seyirciye yeni sorular sorduran, sorulan soruları peşin peşin kendisi cevaplamayan, seyircinin aklına bu anlamda saygı duyan filmleri seviyorum. Seyirci kendi cevaplarını verirken, ona kendisini ve dünyayı yeniden keşfetme imkanı vermek ne büyük bir kudret. Yani içinde tam bir hikaye olan filmdir bence iyi film, iyi senaryo. Kendi içinde kurduğu gerçekliği, seyirciye kabul ettirirken, açık bir nokta bıraktırmayan, hadi canım dedirtmeyen, tutarsızlık barındırmayan filmler ancak beynimizi açık noktalarla uğraşmaktan kurtarıp ruhumuzu kavrayabiliyor. Babam ve Oğlum işte tam böyle bir film olmuş bana göre. Seyircisiyle kurduğu ilişki, bu anlamda sadece "iyi ağlamak" üzerine dayanmıyor. Eski Yeşilçam filmlerinde de fakir kız verem olup, zengin sevgilisine kavuşup mutlu bir hayat süremeyince ağlıyordu seyirci. Bu anlamda 'Babam ve Oğlum'un ağlatması böyle bir ağlatma değil, seyirci ile kurduğu ilişki de böyle bir ilişki degil. İyi ki de değil, öyle olsaydı bir sürü lafım vardı filme. Böyle olunca laflarım bana kaldı ve ben sadece hayran kaldım. Zaten film sadece ağlatmıyor. Dram ile komedinin arasındaki ince çizgide bir o yana bir bu yana geçerek, seyirciye pek çok duyguyu bir arada yaşatıyor.
Filmi çarpıcı kılan, elbette sadece senaryo degil, filmin güçlü olduğu yanlardan biri de oyunculuklar. Ana rollerdeki oyuncuların hepsi mi harika olur. Hümeyra sen ne büyük bir oyuncuymuşsun. Avrupa Yakası'nda anlamıştım ama bu filmdeki performansın ne kadar harika.
Film hakkında okudğum eleştirilerden birisi, muhtemelen Ege'nin kasabasını köyünü de çok tanımadığı için "traktör kullanan ve telsizle konuşan müthiş bir babaanne" diye tarif etmiş Hümeyra'yı. Ege'yi köyüyle kasabasıyla tanımayan birisi elbette böyle tarif edebilir. Ama Hümeyra TAM bir Ege köylüsü oluvermiş buradaki rolüyle. Sadece o mu? Küs teyze (Şerif Sezer), bileziklerle dolaşan gelin Hanife (Binnur Kaya) ve hafif gelişme bozukluğu olan saf amca (Yetkin Dikinciler) ege köylüsü olmuşlar. Binnur Kaya'nın vurguları ara sıra komedi unsurunu aşıp tırmalar gibi olsa da, gelişme bozukluğu olan oğlanın evlendirildiği köylü kızı böyle bir kız olabilir pekala.
Babam ve Oğlum'daki oyunculuklardan bahsedip, Çetin Tekindor'u anmamak olur mu? Filmin ana karakterlerinden birisi olarak dede rolünü oynayan Çetin Tekindor'un bu kadar harika bir oyuncu olduğunu bilmezdim bu filme gitmeden önce. Özellikle, cenazeyi almaktan dönerken, ev yolunda arabayı durdurup "Kollarımı açaydım da durduraydım oğlumu" diye feryad ettiği sahne, sinema tarihimize geçmesi gereken bir sahne olsa gerek.
Filmin yalın sinema dili ve etkileyici hikayesini destekleyen ana hikayenin etrafındaki hikayeciklerin hiçbiri sırıtmıyor, skeç gibi durmuyor. Bir Türkiye klasiği olan baba ve oğul arasındaki iletişim problemi, sevgisini söyleyememe hali, darbe sonrası politik aktivistlerin dayak yemişliği, dede ile baldız arasındaki mal paylaşım tartışması ama gerektiğinde oluşan aile dayanışması, hep ana hikaye ile bağlantılı ve ana hikaye için bir işe yarıyor Öyle olunca da, sahneler sırıtmıyor, senaryodan dökülmüyor, buram buram parodi kokmuyor.
Çağan Irmak'ın bir fenomen haline gelmiş "Çemberimde Gül Oya" dizisini seyretmedim. Bundan önceki filmlerinden olan "Mustafa Hakkında Herşey" filmini de DVD'si rafta duruyor olmasına rağmen, o filmle ilgili bazı anılardan dolayı elim varıp bir türlü seyredemiyorum. Tek çiçekle bahar olmaz biliyorum ama bu film de rastlantı olamaz. Dünya çapında filmleri gösterilen, "İçimizdeki Deniz" filmi ile en iyi yabancı film Oskar'ını alan Alejandro Amenabar gibi Çağan Irmak'ın filmi de uluslararası film piyasasında dağıtılmalı. Bu film ile umduğunun ötesinde bir başarı ve gelir elde eden Avşar Film de böyle bir çıkışı düşünüyordur diye umuyorum. Çağan Irmak'ın Internet'ten bulduğum biyografisi bu yazının ardından görülebilir.
Filmin ikinci yarısının sonlarına doğru bir ara kızar gibi oldum. Film bana "Sadık köyünden ayrılmasa ve bu işlere karışmasa daha mı iyi olurdu" diye soruyordu ve sorunun yanıtı olarak da "Evet"e eğilim gösteriyordu. Sadık, ben ne gidebildim ne kalabildim diyerek yenilmişliğini de yüklendiği için film böyle bir sonuca varacak diye çekindim. Böyle bir son, oldukça gerici, statükocu, kabullenmeci bir son olurdu. Çağan Irmak'ın böyle bir son getirmeyeceğini düşünsem de filmin politik bir hikayeyi apolitik sayılabilecek naif bir tavırla anlatması bu ihtimali düşündürüyordu. Neyseki böyle bir sona varmadı, "Büyümek, hayallerinin peşinden gitmek ve onları şekillendirebilmektir" ve "Gidenin karşısında dağ olsan duramazsın" diyerek yüreğime su serpti biraz.
Ancak filmle ilgili tek eleştirim, yukarıda bahsettiğim gibi, 12 Eylül darbesine verili bir gerçeklik olarak yaklaşıp seyirciye sorgulatmaması. Veya film karakterlerinin bu darbeyi kabullenmiş haliyle bile bir meselesinin olmaması. Baba, aileye oğlunun durumunu anlatırken ne diyor: "Bunu içeri aldıklarında işkence yapmışlar ya...". Aynen babanın kabullendiği gibi, bu toplum da darbeyi, darbeleri kabulleniyor. Kendisine karşı yapılmış olarak görmüyor, sorgulamıyor. Nasıl olup da anarşi ve terörün bir gecede bittiğini, Susurluk olayları, Mehmet Ali Ağaca'ya bayram şekeri gibi aniden çıkan 8 günlük aflar ve Kemal Yamak gibi etkili kimselerin "Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler" kitabı gibi kitaplardan sonra bile hala soru sorma gereği duymuyor.
Sorgulamıyor ve ne yapıyor? Akın akın, "Babam ve Oğlum"a gidip ağlamaktan helak oluyor ama bu kadının ölmesine kim sebep oldu, bu adam ne yaptı da başına bunlar geldi gibi sorular sormuyor. Şebnem İşigüzel'in geçen hafta Radikal'de yazdığı gibi darbeci paşalara tonton dedeler gibi muamele etmeye devam ediyor. Tamam bu film, "Sis" gibi "Eylül Fırtınası" gibi politik bir 12 Eylül'le hesaplaşma filmi değil. Ama en azından, Çağan Irmak gibi akıllı bir senarist / yönetmenin seyirciye, 12 Eylül hakkında sorular sordurabilmesini beklerdim.
Babam ve Oğlum'un neredeyse hiç reklamı yapılmadan, sadece gidenlerin başkalarına tavsiyesi ile ilk haftadan sonra patlama göstermiş, sinemalarda küçük salonlardan büyük salonlara geçmiş. Ben de size önermiş olayım, filmi izlemeyip bir de bu yazıyı buraya kadar okuduysanız, lütfen mutlaka filme de gidin.
ÇAĞAN IRMAK (YÖNETMEN / SENARİST)
1970 yılında hayata gözlerini açtığı, ilk ve orta eğitimini aldığı yer İzmir’in Seferihisar ilçesidir. 1992 yılında mezuniyet belgesini alacağı yüksek öğrenimini ise Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Radyo Televizyon bölümünde gerçekleştirir. Öğrenim gördüğü yıllarda çektiği “Masal” ve “Kurban” isimli kısa metrajlı filmlerle Sedat Simavi Ödülünü alır. 1992 yılından itibaren çeşitli yönetmenlerin yanında, yönetmen yardımcılığı yaparak sinemaya girdi. Sırasıyla Orhan Oğuz, Mahinur Ergun, Filiz Kaynak, Yusuf Kurçenli ile çalıştı.
1998’de senaryosunu kendi yazdığı “Bana Old And Wise”ı Çal”; isimli kısa metrajlı filmiyle İFSAK’ın birincilik ödülüne lâyık görülür.
1999 yılında hem yazıp hem yönettiği “Günaydın İstanbul Kardeş” isimli TV filminin ardından senaryosunu yazıp yönetmenliğini üstlendiği bir başka proje olan “Çilekli Pasta” gelir.
Aynı dönemlerde Mahinur Ergun’un yazdığı TV dizisi “Şaşıfelek Çıkmazı”nın yönetmeliğini üstlenir. Bu arada “Bir Aşk Hikayesi” adlı TV filminin senaryosunu da yazar. 2001 yılında senaryosunu yazdığı “Bana Şans Dile” adlı ilk filmini çeker. Tüm bunlar onu “Asmalı Konak”a getirir ve ilk bölümünden itibaren New York çekimleri hariç yönetmenliğini üstlendiği “Asmalı Konak”ı son bölümüne kadar devam getirir. “Asmalı Konak” çeşitli kuruluşlardan 20’ye yakın ödül getirir. “Asmalı Konak” ile izlenme rekorları kıran Çağan Irmak, cesaretli çerçeve anlayışı ile günümüzün genç sinemacılarının arasında kariyer sahibidir.
“Karanlıkta Biri Var” ve “Pencereden Kar Geliyor” isimli, filme çekilen 2 senaryosu da olan Çağan Irmak 2000 yılında çekilen “Beni Unutma” ve 2004 yılında çekilen “Gece 11.45” isimli bir filmlerde de oyunculuk yapmıştır.
Aslında bir süredir geciktirdiğim bir şeydi bu filme gitmek. Bir şey çok popüler oldu mu, ilk istimini kaybetmesini beklemeyi sevenlerdenim. Kara Kitap'ı bile yıllar sonra okumuştum. Bravehart filmine 50. haftasında gittiğimi hatırlıyorum. Ankara'da bir sinemada neredeyse iki yıl oynamıştı Bravehart. Babam ve Oğlum'un o kadar sürmesini beklemediğim için, kar sıkıntısı ile daha fazla geciktirmedim bu ziyareti.
Bir çok önyargı ile gitmiştim doğrusu filme. Beğenmemeye, bir kulp takmaya, ukalalık yapmaya hazırdım. Mesela, şu "çok ağlatma" hikayesinden kıl kapmıştım bir kere. Yönetmen & senarist, Çağan Irmak'ın izleyici perişan etmek için tekrar tekrar saldırarak "ağğğlaaa sefil seyirci" yapacağından neredeyse emindim. Ama beklediğim gibi olmadı. Hikayesinden, senaryodaki inceliklerden, dramatik örgüsü ve aksiyon filmi olmadığı halde seyirciye kendini sorgulamaya izin verdiği kısımlar dışında düşmeyen temposu ile ve tek kelimeyle muhteşem oyunculuklarla son yıllarda izlediğim, en iyi film, sadece Türk filmi demiyorum, en iyi filmlerden birisi çıktı karşıma.
Kamera kullanımını Organize İşler'de ne kadar sevmediysem, bu filmdeki kullanımı o kadar sevdim. Irmak, filmin örgüsünü, kamera ve dış sesin kullanımı ile seyirciyi annesi onu doğururken ölen, babası işgencehanelerin artığı bir sebeple ömrünün son demlerini yaşayan, minik Deniz'in yerine koydu bizi. Seyirci, Deniz'in hayal dünyasına ortak oldu, dünyaya onun baktığı yükseklikten baktı ve filmin sonunda da hem öksüz hem yetim kaldı. Daha niye ağlamasın?
Organize İşler'le karşılaştırmak istemiyorum bu filmi ama kaçamıyorum da. Bir çok film, senaryosunda fazlalık öğeleri nasıl kambur gibi taşıyorsa, Babam ve Oğlum'un senaryosu da o kadar temiz, çarpıcı ve akıllı bir senaryo olmuş. Karakterleri bize tanıtmak için, lüzumsuz bir sürü sahne ve olay içerisinde vakit kaybetmemiş Çağan Irmak. Bütün problematiği ve temel soruları kafamıza ilk 10 dakikada sokmuş, dramatik sahneleri ve çarpıcı özet giriş görüntüleri ile ne olup ne bittiğine kısa sürede hakim kılmış, çarpmış geçmiş seyirciyi. Ege'nin bir köyündeki aileyi, Deniz'in sesinden, Deniz'e belletir gibi öğretmiş seyirciye. Sadık'ın abisinin gelişme bozukluğundan, dedenin baldızıyla olan zıtlaşmalarına her şey, ana hikayeyi taşımış ve yan hikayeciklerle zenginleştirmiş ve desteklemiş. İnsan sırf bu işe yarayan ayrıntıları tekrar tekrar keşfetmek için yeniden seyretmek istiyor filmi. Sanırım bu sebeple, DVD'sini de alıp, ara sıra iyi filmin nasıl bir şey olduğunu yeniden hatırlamak için seyretmek isteyeceğim.
İyi film tabii çok göreceli bir kavram. Adamına göre değişir. Tarkovski iyi film yapmıyor kim diyebilir? Ama sevmeyebilirsiniz. Benim için iyi film, seyirciyi içinde bulunduğu gerçeklikten koparıp başka bir dünyaya götürebilen, seyirciyi bu anlamda içine alan, perdenin üzerinde bir yere koyan, ona bir hikaye anlatan, hikaye anlatırken seyircinin kendi hikayesi ile ilişki kurmasına izin veren filmdir. Seyirciye yeni sorular sorduran, sorulan soruları peşin peşin kendisi cevaplamayan, seyircinin aklına bu anlamda saygı duyan filmleri seviyorum. Seyirci kendi cevaplarını verirken, ona kendisini ve dünyayı yeniden keşfetme imkanı vermek ne büyük bir kudret. Yani içinde tam bir hikaye olan filmdir bence iyi film, iyi senaryo. Kendi içinde kurduğu gerçekliği, seyirciye kabul ettirirken, açık bir nokta bıraktırmayan, hadi canım dedirtmeyen, tutarsızlık barındırmayan filmler ancak beynimizi açık noktalarla uğraşmaktan kurtarıp ruhumuzu kavrayabiliyor. Babam ve Oğlum işte tam böyle bir film olmuş bana göre. Seyircisiyle kurduğu ilişki, bu anlamda sadece "iyi ağlamak" üzerine dayanmıyor. Eski Yeşilçam filmlerinde de fakir kız verem olup, zengin sevgilisine kavuşup mutlu bir hayat süremeyince ağlıyordu seyirci. Bu anlamda 'Babam ve Oğlum'un ağlatması böyle bir ağlatma değil, seyirci ile kurduğu ilişki de böyle bir ilişki degil. İyi ki de değil, öyle olsaydı bir sürü lafım vardı filme. Böyle olunca laflarım bana kaldı ve ben sadece hayran kaldım. Zaten film sadece ağlatmıyor. Dram ile komedinin arasındaki ince çizgide bir o yana bir bu yana geçerek, seyirciye pek çok duyguyu bir arada yaşatıyor.
Filmi çarpıcı kılan, elbette sadece senaryo degil, filmin güçlü olduğu yanlardan biri de oyunculuklar. Ana rollerdeki oyuncuların hepsi mi harika olur. Hümeyra sen ne büyük bir oyuncuymuşsun. Avrupa Yakası'nda anlamıştım ama bu filmdeki performansın ne kadar harika.
Film hakkında okudğum eleştirilerden birisi, muhtemelen Ege'nin kasabasını köyünü de çok tanımadığı için "traktör kullanan ve telsizle konuşan müthiş bir babaanne" diye tarif etmiş Hümeyra'yı. Ege'yi köyüyle kasabasıyla tanımayan birisi elbette böyle tarif edebilir. Ama Hümeyra TAM bir Ege köylüsü oluvermiş buradaki rolüyle. Sadece o mu? Küs teyze (Şerif Sezer), bileziklerle dolaşan gelin Hanife (Binnur Kaya) ve hafif gelişme bozukluğu olan saf amca (Yetkin Dikinciler) ege köylüsü olmuşlar. Binnur Kaya'nın vurguları ara sıra komedi unsurunu aşıp tırmalar gibi olsa da, gelişme bozukluğu olan oğlanın evlendirildiği köylü kızı böyle bir kız olabilir pekala.
Babam ve Oğlum'daki oyunculuklardan bahsedip, Çetin Tekindor'u anmamak olur mu? Filmin ana karakterlerinden birisi olarak dede rolünü oynayan Çetin Tekindor'un bu kadar harika bir oyuncu olduğunu bilmezdim bu filme gitmeden önce. Özellikle, cenazeyi almaktan dönerken, ev yolunda arabayı durdurup "Kollarımı açaydım da durduraydım oğlumu" diye feryad ettiği sahne, sinema tarihimize geçmesi gereken bir sahne olsa gerek.
Filmin yalın sinema dili ve etkileyici hikayesini destekleyen ana hikayenin etrafındaki hikayeciklerin hiçbiri sırıtmıyor, skeç gibi durmuyor. Bir Türkiye klasiği olan baba ve oğul arasındaki iletişim problemi, sevgisini söyleyememe hali, darbe sonrası politik aktivistlerin dayak yemişliği, dede ile baldız arasındaki mal paylaşım tartışması ama gerektiğinde oluşan aile dayanışması, hep ana hikaye ile bağlantılı ve ana hikaye için bir işe yarıyor Öyle olunca da, sahneler sırıtmıyor, senaryodan dökülmüyor, buram buram parodi kokmuyor.
Çağan Irmak'ın bir fenomen haline gelmiş "Çemberimde Gül Oya" dizisini seyretmedim. Bundan önceki filmlerinden olan "Mustafa Hakkında Herşey" filmini de DVD'si rafta duruyor olmasına rağmen, o filmle ilgili bazı anılardan dolayı elim varıp bir türlü seyredemiyorum. Tek çiçekle bahar olmaz biliyorum ama bu film de rastlantı olamaz. Dünya çapında filmleri gösterilen, "İçimizdeki Deniz" filmi ile en iyi yabancı film Oskar'ını alan Alejandro Amenabar gibi Çağan Irmak'ın filmi de uluslararası film piyasasında dağıtılmalı. Bu film ile umduğunun ötesinde bir başarı ve gelir elde eden Avşar Film de böyle bir çıkışı düşünüyordur diye umuyorum. Çağan Irmak'ın Internet'ten bulduğum biyografisi bu yazının ardından görülebilir.
Filmin ikinci yarısının sonlarına doğru bir ara kızar gibi oldum. Film bana "Sadık köyünden ayrılmasa ve bu işlere karışmasa daha mı iyi olurdu" diye soruyordu ve sorunun yanıtı olarak da "Evet"e eğilim gösteriyordu. Sadık, ben ne gidebildim ne kalabildim diyerek yenilmişliğini de yüklendiği için film böyle bir sonuca varacak diye çekindim. Böyle bir son, oldukça gerici, statükocu, kabullenmeci bir son olurdu. Çağan Irmak'ın böyle bir son getirmeyeceğini düşünsem de filmin politik bir hikayeyi apolitik sayılabilecek naif bir tavırla anlatması bu ihtimali düşündürüyordu. Neyseki böyle bir sona varmadı, "Büyümek, hayallerinin peşinden gitmek ve onları şekillendirebilmektir" ve "Gidenin karşısında dağ olsan duramazsın" diyerek yüreğime su serpti biraz.
Ancak filmle ilgili tek eleştirim, yukarıda bahsettiğim gibi, 12 Eylül darbesine verili bir gerçeklik olarak yaklaşıp seyirciye sorgulatmaması. Veya film karakterlerinin bu darbeyi kabullenmiş haliyle bile bir meselesinin olmaması. Baba, aileye oğlunun durumunu anlatırken ne diyor: "Bunu içeri aldıklarında işkence yapmışlar ya...". Aynen babanın kabullendiği gibi, bu toplum da darbeyi, darbeleri kabulleniyor. Kendisine karşı yapılmış olarak görmüyor, sorgulamıyor. Nasıl olup da anarşi ve terörün bir gecede bittiğini, Susurluk olayları, Mehmet Ali Ağaca'ya bayram şekeri gibi aniden çıkan 8 günlük aflar ve Kemal Yamak gibi etkili kimselerin "Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler" kitabı gibi kitaplardan sonra bile hala soru sorma gereği duymuyor.
Sorgulamıyor ve ne yapıyor? Akın akın, "Babam ve Oğlum"a gidip ağlamaktan helak oluyor ama bu kadının ölmesine kim sebep oldu, bu adam ne yaptı da başına bunlar geldi gibi sorular sormuyor. Şebnem İşigüzel'in geçen hafta Radikal'de yazdığı gibi darbeci paşalara tonton dedeler gibi muamele etmeye devam ediyor. Tamam bu film, "Sis" gibi "Eylül Fırtınası" gibi politik bir 12 Eylül'le hesaplaşma filmi değil. Ama en azından, Çağan Irmak gibi akıllı bir senarist / yönetmenin seyirciye, 12 Eylül hakkında sorular sordurabilmesini beklerdim.
Babam ve Oğlum'un neredeyse hiç reklamı yapılmadan, sadece gidenlerin başkalarına tavsiyesi ile ilk haftadan sonra patlama göstermiş, sinemalarda küçük salonlardan büyük salonlara geçmiş. Ben de size önermiş olayım, filmi izlemeyip bir de bu yazıyı buraya kadar okuduysanız, lütfen mutlaka filme de gidin.
ÇAĞAN IRMAK (YÖNETMEN / SENARİST)
1970 yılında hayata gözlerini açtığı, ilk ve orta eğitimini aldığı yer İzmir’in Seferihisar ilçesidir. 1992 yılında mezuniyet belgesini alacağı yüksek öğrenimini ise Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Radyo Televizyon bölümünde gerçekleştirir. Öğrenim gördüğü yıllarda çektiği “Masal” ve “Kurban” isimli kısa metrajlı filmlerle Sedat Simavi Ödülünü alır. 1992 yılından itibaren çeşitli yönetmenlerin yanında, yönetmen yardımcılığı yaparak sinemaya girdi. Sırasıyla Orhan Oğuz, Mahinur Ergun, Filiz Kaynak, Yusuf Kurçenli ile çalıştı.
1998’de senaryosunu kendi yazdığı “Bana Old And Wise”ı Çal”; isimli kısa metrajlı filmiyle İFSAK’ın birincilik ödülüne lâyık görülür.
1999 yılında hem yazıp hem yönettiği “Günaydın İstanbul Kardeş” isimli TV filminin ardından senaryosunu yazıp yönetmenliğini üstlendiği bir başka proje olan “Çilekli Pasta” gelir.
Aynı dönemlerde Mahinur Ergun’un yazdığı TV dizisi “Şaşıfelek Çıkmazı”nın yönetmeliğini üstlenir. Bu arada “Bir Aşk Hikayesi” adlı TV filminin senaryosunu da yazar. 2001 yılında senaryosunu yazdığı “Bana Şans Dile” adlı ilk filmini çeker. Tüm bunlar onu “Asmalı Konak”a getirir ve ilk bölümünden itibaren New York çekimleri hariç yönetmenliğini üstlendiği “Asmalı Konak”ı son bölümüne kadar devam getirir. “Asmalı Konak” çeşitli kuruluşlardan 20’ye yakın ödül getirir. “Asmalı Konak” ile izlenme rekorları kıran Çağan Irmak, cesaretli çerçeve anlayışı ile günümüzün genç sinemacılarının arasında kariyer sahibidir.
“Karanlıkta Biri Var” ve “Pencereden Kar Geliyor” isimli, filme çekilen 2 senaryosu da olan Çağan Irmak 2000 yılında çekilen “Beni Unutma” ve 2004 yılında çekilen “Gece 11.45” isimli bir filmlerde de oyunculuk yapmıştır.
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa