26 Şubat 2006

Üzgünüm Madonna :)

DreamTV'de sevdiğim bir bölüm var. Adına Lyrx diyorlar. Çalan şarkının Türkçe sözlerini de altyazı ile geçiyorlar. Böylece dinlediğiniz şarkıda, sanatçının aslında meramının ne olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. İngilizce bilmeyen için, bilip de şarkıyı kelime kelime sökemeyen için, sökebilip de uğraşmak istemeyen için birebir. Böylece, Scorpions'un komunizmin çöküşünü anlatan "Wind of Change" şarkısına bakıp da romantik bir şey söylüyor sanan romantik çiftlerin alakasız bir şarkıya "bizim şarkımız olsun" yapmasını da engellemiş oluyorsunuz.

Bu temel motivasyondan hareketle, geçenlerde bir şarkının Türkçe'sini siteye koydum. Google'dan o şarkıya gelen "Big City Life Türkçesi" aramalarını görünce, açıkçası bu amme hizmetine devam etmeli dedim. Kendimce şarkıları Türkçe'ye çevirmeye devam edeceğim. Sıra, bana ortaokuldan beri ilk defa bir Madonna albümü aldıran, Madonna'nın "Confessions on a Dance Floor" "Bir Dans Pistinin Üstünden İtiraflar" albümünden çıkan ikinci parça, Sorry ve Türkçesinde.



Sorry

Je suis désolé
Lo siento
Ik ben droevig
Sono spiacente
Perdóname

I've heard it all before
I've heard it all before
I've heard it all before
I've heard it all before
[repeat]

I don't wanna hear, I don't wanna know
Please don't say you're sorry
I've heard it all before
And I can take care of myself
I don't wanna hear, I don't wanna know
Please don't say 'forgive me'
I've seen it all before
And I can't take it anymore

You're not half the man you think you are
Save your words because you've gone too far
I've listened to your lies and all your stories (Listen to your stories)
You're not half the man you'd like to be

I don't wanna hear, I don't wanna know
Please don't say you're sorry
I've heard it all before
And I can take care of myself
I don't wanna hear, I don't wanna know
Please don't say 'forgive me'
I've seen it all before
And I can't take it anymore

Don't explain yourself cause talk is cheap
There's more important things than hearing you speak
Mistake me cause I made it so convenient
Don't explain yourself, you'll never see

Kome nasai
Mujhe maaf kardo
Przepraszam (phonetic: psheprasham)
Slihah
Forgive me...

(Sorry, sorry, sorry)
I've heard it all before
I've heard it all before
I've heard it all before
[repeat]

Üzgünüm

Üzgünüm (Fr)
Üzgünüm (İsp)
Üzgünüm(Hol)
Üzgünüm(It)
Üzgünüm (İsp)

Bunu daha önce de duydum
Bunu daha önce de duydum
Bunu daha önce de duydum
Bunu daha önce de duydum
[tekrar]

Duymak istemiyorum, bilmek istemiyorum
Lütfen üzgün olduğunu söyleme
Bunu daha önce de duydum
Ve Kendime bakabilirim
Duymak istemiyorum, bilmek istemiyorum
Lütfen "beni affet" deme
Bunu daha önce de gördüm
Ve daha fazla dayanamıyorum

Sandığının yarısı kadar bile mert değilsin
Sözlerini kendine sakla çünkü çok ileri gittin
Bütün yalanlarını dinledim ve bütün hikayelerini
(Hikayelerini dinledim)
Olmak istediğinin yarısı kadar bile mert değilsin

Duymak istemiyorum, bilmek istemiyorum
Lütfen üzgün olduğunu söyleme
Bunu daha önce de duydum
Ve Kendime bakabilirim
Duymak istemiyorum, bilmek istemiyorum
Lütfen "beni affet" deme
Bunu daha önce de gördüm
Ve daha fazla dayanamıyorum

Kendini anlatma çünkü konuşmak kolay
Konuştuğunu duymaktan daha önemli şeyler var
Hata benim çünkü bunu ben kolaylaştırdım
Kendini anlatma, çünkü hiç göremeyeceksin

Üzgünüm (Jap)
Üzgünüm (Hin)
Üzgünüm (Pol)
Üzgünüm (Heb)
Beni affet...

(Üzgünüm, üzgünüm, üzgünüm)
Bunu daha önce de duydum
Bunu daha önce de duydum
Bunu daha önce de duydum
[tekrar]






Devamı

Kusursuz Katil

"Birisi zaman öldürdüğünü söylediğinde bu lafa gülerim. Aslında olan bunun tam tersidir."
Fabien Jeune

Türkçeye Gölge olarak çevirebileceğimiz Portekizce Asombra açıkgünlüğü ve yazarları Rui Semblano ve Fabien Jeune'ı sayfama verdikleri bir linkle farkettim. Siteleri Portekizce olsa da, Babelfish yardımıyla arada uğramayı düşünüyorum. Altavista'nın bir Internet çeviri hizmeti olan Babelfish ingilizcesini anlamak biraz zor olsa da, size de tavsiye ederim. Linki sevdiğim açıkgünlükler arasında. Asombra.
Devamı

25 Şubat 2006

Buzsuz Lütfen

Florida'da yaşayan 12 yaşındaki 7.sınıf öğrencisi Jasmine Roberts, okul ödevi için bir araştırma yapmış. Florida Üniversitesi civarındaki "fast food" restoranlarından aldıgı içeceklere konan buz örneklerini aynı restoranların tuvaletlerinde sifonu bir defa çektikten sonra aldıgı tuvalet suyu örnekleriyle karşılaştırmış. Sonuç şaşırtıcı: klozetin içindeki su, "fastfood" restoranında aldıgınız kolanızdaki buzdan daha temiz.

Habere şaşırdım elbette ama 7.sınıf öğrencisinin projesine ve yapış şekline de parmak ısırdım doğrusu. Ortaokul fen bilgisi ve hatta lise biyoloji/fizik/kimya öğretmenlerine hassasiyetle duyurulur. Tabii bir de "fast food" yiyenlere.



Haber 1

Haber 2

Haber 3

Haber 4
Devamı

18 Şubat 2006

Tavuklar, Koyunlar ve Risk Toplumunun Bireyleri

Danalar delirdi, kuşlar grip oldu, balıklarda ağır metal kirliliği olabilir, bitkilerde de zirai ilaç kalıntıları ve hormon. Fotosentez yapmazsak, açlıktan ölmek en sağlıklısı gibi görünüyor.

Kuş gribini veya sağlıklı doğal gıdaya karşı giderek artan yabancılaşmamızı hafife almıyorum. Ancak, ortaya çıkan virüslerden kaynaklı salgın hastalıklar insanlık tarihinde ne ilk, ne de son. Yaygın salgınlara karşı hazırlık yapmak, tek tek bireylerin degil, devlet kurumlarının ve kuruluşların yapabileceği bir şey iken, haberlerle pompalanan korku senaryoları aslında ne işe yarıyor? Aklıma gelen cevabı söyleyeyim, geniş insan kalabalıklarını baskı altında tutarak ve bu tür gündemlere boğarak, manipüle etmeye yönlendirmeye yarıyor.

Kuş gribinin ilk günlerinden sonra, Dünya Sağlık Örgütü'nün Internet sayfalarını okudum ve endüstriyel tavukçuluğun risklerinde, bu olayla bir artış olmadığına karar verdim kendimce. Zaten, ülkemizde de hastalık geçen tavuk ve hindiler, çiftlik hindileri ve tavukları degil, araziye yayılarak beslenen kanatlılardı. Dolayısıyla, endüstriyel gıda üretimi, kuş gribi virüsü (H5N1) öncesinde ne riskler taşıyorsa, halen aynı riskleri taşımaya devam ediyor. Zaten günlük gazetelerde bile tavuklarla koyun koyuna yaşıyan insanlar veya zaten hasta oldugu bilinen tavugu kesenler dışında 1 (bir) tane vaka var mı? Yok.

Ama her ne hikmetse, aklıselimine en güvendiğim kimseler bile, güvenilir bir restoranda bile tavuk söylediğimde veya markette tavuk aldığımda soran gözlerle bakıyorlar: "Aaaa, tavuk yiyor musun?". Sonra ekliyorlar: "Ben tavuğu kestim, kesinlikle yemiyorum. Yumurtayı da". Sormak geliyor içimden, acep sizin fırın da ekmeği, sabah poğaça aldığın pastane de poğaça'yı yumurtasız mı yapıyordur acep? Onlar da kesmiş midir? Yoksa kendimizi mi kandırıyoruz hep birlikte.

Hastalığa yakalanan tavuğun yumurtadan kesildiği bilinirken, ve literatürde market yumurtasi ile geçmiş bir tane kuş gribi vakası, bırakın Türkiye'yi dünya çapında bile yokken, yumurta yemekten vazgeçmeler ne demek oluyor? Bir de pastörize UNAKITAN yumurtası mevzusu var ki, en zorlu koşullara bile dayanan H5N1 virüsünün pastörize edilince yok olduğundan emin olamıyorum doğrusu.

Benim burnuma başka kokular geliyor bu işin altından. Ama çok organize bir komplo teorisi değil, yaygın bir dünya düzeni kokusu. 20.yüzyılın sonlarından beridir, bir takım kısa isimli, kod adlı risklerden kaynaklı korkular insan kitlelerini yönlendirmeye başladı. Y2K korkusu ile kurumlar milyonlarca doları yazılım ve donanım almaya dökerken, bireyler de kendilerince hazırlandılar dijital felakete. Sonra bu felaketlerin hiç ardı arkası kesilmedi. Ebola oldu, katil arılar oldu, türlü çeşit mikroplar ve virüsler oldu, en sonunda da kuş gribi oldu.

Dikkatinizi çekti mi, bir süredir Türkiye'nin bir enerji krizine doğru gittiği haberleri, haber bültenlerini süslüyor. Böyle giderse birkaç sene içinde elektrik kesintileri başlayacakmış. Belleklerimizi biraz zorlayalım, bu tip haberlerin en son ortaya yayılmasının hemen sonrasında, şimdi yüksek fiyatları ve satınalama garantisi ile yoğun olarak tartışılan doğalgaz anlaşmaları imzalanmıştı. Yüksek fiyatlı doğalgaz çevirim santrallerinin, Türkmenistan doğalgazı yerine Karadeniz altından Rus, ve sınırdan İran doğalgazının tezgahlandığı günlerin hemen öncesinde, topluma yoğun bir şekilde "enerji krizi edebiyatı" yapılıyordu.

Bu sefer de aynı edebiyat başladıktan hemen sonra esas niyet ortaya çıktı, bu sefer de gündemimiz "nükleer" enerji. Böylece, enerjide dışa bağımlı olmaktan kurtulacakmışız. Bunu söyleyen uzmanların, utanması da yok muhtemelen. İran, nükleer enerjide dışa bağımlı olmamak için (veya her ne sebeple) kendi kendine nükleer yakıt zenginleştirmesi yapmaya kalkınca başına gelenler, gelecekler ortada. Dolayısıyla, nükleer santralların ne üretimi ne işletimi dışa bağımlı olmayan bir süreç değil. Kanmamak lazım.

Çağımızda risk kavramı ve risk yönetimi, mikro ölçekte olasılıklar, tehditler ve ihtimallerle ilgili görülebilir. Oysa makro seviyede, risklerin algılanması ve yönetimi esasen sosyal önceliklerin kurgulanmasında belirleyici rol oynuyor. Dolayısıyla, risk değerlendirmesi ve yönetimi, sadece rasyonel bir mühendislik hesabı değil, yeni bir toplumsal düzenin (Beck, 1992) belirleyicisi aynı zamanda.

Risk söylemi sadece teknik değil aynı zamanda hayli sosyal ve politik bir olgu. Zira risk söylemi ile birlikte gelen paket, genellikle bir dizi işlemi, örgütler ve taraflar arasındaki sorumluluk ve kaynak paylaşımlarını ve makro ölçekte toplum genelinde zenginliğin ve gücün paylaşımını içeriyor. Michel Foucault'un çalışmaları üzerinde gelişen "governmentality" perspektifine göre, risk stratejisi ve bunun üzerinden üretilen söylem insan topluluklarını ve bireylerin hayatlarını düzenlemek, rahatça yönetmek ve yönlendirmeye yarıyor aslında.(Bkz. İlgilisine referanslar).

Örneğin, ABD'de günlük hayatta ve kitle iletişiminde geçen şiddet, korku, korunma ihtiyacı söyleminin toplum üzerindeki etkileriyle ilgili Micheal Moore'un "Bowling for Columbine / Benim Cici Silahım" belgeselini seyretmediyseniz, kesin seyredin. Demek istediklerimin güçlü bir örneğini orada göreceksiniz.


İlgilisine Referanslar:
Barry, A., Osborne, T. and N. Rose (eds). 1996. Foucault and Political Reason: Liberalism, Neo-liberalism and Rationalities of Government (Chicago: University of Chicago Press)
Beck, U. 1992. Risk Society: Towards a New Modernity (London: Sage).
Burchell, G., Gordon, C., and P. Miller (eds). 1991 The Foucault Effect: Studies in Governmentality (Chicago: University of Chicago Press)
Dean, M. 1999. Governmentality: Power and Rule in Modern Society (London: Sage)
Rose, N. 1999. Powers of Freedom: Reframing Political Thought (Cambridge: Cambridge University Press)
Rose, N. 1999. Governing the Soul: Shaping of the Private Self (London: Free Association Books Ltd)
Devamı

Nohut, Mercimek ve Bilişim

Geçen gün Internet'te dolaşırken bir istatistiğe rastladım. Telekomünikasyon dışında Türkiye'de bilişim sektörünün GSMH içindeki payı binde 8 mertebesindeymiş. Bilişimin büyüsü, doğal olarak, ülkemizde pek çok akıllı, iyi eğitimli insanı kendisine çekiyor. Peki o zaman bu istatistik bize ne söylüyor? Türkiye'de bilişim sektöründen katma değer üretimi artmazsa Türkiye çok önemli bir kaynağını, akıl gücünü israf ediyor demektir. Bu insanlar, başka bir sektörde çalışsalar, belki çok daha fazla katma değer üretir ve daha fazla refah içinde yaşayabilirler.

O zaman, bilişim sektöründe teknoloji üretimine öncelik vermeyen, mevcut al-sat'çı zihniyet, bu zihinsel kapasiteyi, dışarıda üretilen bir takım donanım ve yazılımların Türkiye içinde ancak düşük kar marjlarıyla satışına aracılık etmesine yarayan zihniyet, aslında bu insanları da kendi içine hapsediyor. Türkiye'deki bilişim sektörünü nohut mercimek toptancılarına benzetip kritik eden bir danışman tanımıştım. Şimdi bu bilgilere bakıyorum da, aslında oldukça iyimsermiş, zira mercimek nohut ticaretinin katma değeri bilişimden malesef daha yüksek olabilir.

Burada korumacı bir politika ile, bilişim sektöründe yerel üretimin korunmasını talep edecek değilim. Sadece Türkiye'ye satan, korumacılıkla ayakta duracak bir bilişim sektörünü kastetmiyorum. Önemli olan, Türkiye'nin bilişime ayırdığı akıl gücünün sadece kendi sınırları içinde değil bölge ülkelerinde ve dünyada söz sahibi olabilecek teknoloji üretimi için gerekli yapısal ortamın sağlanıp sağlanamayacağı. İsrail'in çölün ortasında kurduğu "Silikon Vadi"nin bir alternatifinin Türkiye'de yeşerip yeşermeyeceği. Belki İsrail örneğini daha iyi incelemek lazım.

Peki, Türkiye'de bilişim sektörünün GSMH payı hangi seviyelere çıkabilir. Bu konuda çok hayalci olmamak gerekir. Türkiye ölçeğinde bir ülkenin bilişim sektörüyle kalkınması çok büyük bir hedef, ve bu hedeften malesef çok uzağız. Bilişim sektörünün, İsrail'dekine benzer bir zenginlik üretir seviyeye gelmesini hedeflemeden önce, belki Hindistan gibi bir istihdam kaynağı haline gelmesini hedefleyebiliriz. Hindistan’da bilişim sektörünün milli gelir içindeki payı 2002’de sadece %2,8 imiş. Oysa, 2008'de bilişim sektöründe çalışanların sayısının 2.2 milyon’a çıkacağı tahmin ediliyor. Dolayısıyla, bilişim belki Hindistan gibi emek-yoğun bir sektör olabilir ve işsizlik sorunun çözümü için bir adım oluşturabilir.

Soru güçlü bir soru. "Türkiye'nin bilişim sektörüne bağladığı akıl gücünü hakkıyla zenginlik üretir hale gelmesi için nasıl bir yapısal dönüşüm gerekir?". Bu yönde alternatifler, sektörler ve gelecek üzerine düşünmeye ve karalamaya devam edeceğim sanırım.
Devamı

13 Şubat 2006

Kırk Gün Kırk Gece

Tez jurisi geçti ya, kutlamalar 40 gün 40 gece sürecek artık. Geçen hafta sonu, çok sevdiğim iki grup dostum bir araya geldi. Üniversite arkadaşım Orhan'ın eşi iken, aynı iş yerinde birlikte çalışmaya başlamamızla giderek en yakın dostum olan Gülşah hafta sonu çat kapı uğradı. Tez döneminde böyle çat kapı uğramalara imkan yoktu tabii. Arkasından Orhan geldi. İki satır sohbet ettikten sonra çıktık, soğuk ama güzel bir yürüyüşle, Etiler TGI'ya yürüdük, hemen sonra canım ciğerim Deniz ve eşi Duygu da geldiler. İstanbul'a geldiğim 2000 yılında Deniz ile ev arkadaşı iken ve bir nevi "Evimiz Hollywood'da" iken geçen günlerden bu yana Duygu'nun da dostluğu benim için eşsizdir. Deniz ve Orhan kaaaaaç yıllık dostlarım. Deniz ile 18 yıl olmuş tanışalı, Orhan ile 14. Var mı benden keyiflisi? Deniz'ler geldikten sonra resim çekmemişiz, hangi akla hizmetse. Ama önceki fotoğraflar, foto albümüne eklendi. Bu arada, bilin bakalım Gülşah'ın kafasının üstündeki araba orada ne yapıyor?
Devamı

12 Şubat 2006

Telgrafın Tellerine İnnovasyon mu Konar?

ODTÜ Endüstri Mühendisliği Mezunları listesinden tanıdığım bir abim, Adnan Dovan, bir süre önce yayına başlayan Business Week Türkiye'de ara sıra yazıyor. Son yazısını da tarayıp, benim de dahil olduğum bir gruba göndermiş. Konu benim de akademik ve pratik ilgi alanımı oluşturan insan - toplum/topluluk - teknoloji üçgeninde geçtiği için benim için ilginç. Yazı telgrafın icadı ve Amerika'da ilk telgraf hattının kurulmasının öyküsünü anlatıyor. New York borsasi ve Philadelphia borsasi arasindaki rekabet ve bilgi taşıma ihtiyacı ile tetiklenen bir icat hikayesi. Adnan Dovan yazısında okuyucularını keşif ve buluş'un ne olduğunu düşünmeye davet ediyor.

Öncelikle Dovan'ın yazısını bu tür bir medya için oldukça cesur bulduğumu söylemeliyim. Popüler iş yazını, genellikle soru sormaktan ve sordurmaktan çok "hap" haline getirilmiş cevaplar vermek üzerine kurulu. Amerikan püriten ahlakından çıkan, "eski" olanı ve "öykü" olanı önemsiz gören bu profilin tipolojisi hakkında, uzun bir süre önce Ursula K. Leguin'in Amerikalılar Ejderhalardan Neden Korkuyor" yazısını siteme konuk etmiştim. Dileyen bu baglantıdan okuyabilir.

Elbette, bu durumu kabullenmek mümkün değil. Öyle olunca ortalık, "Yönetimin 10 Kuralı" gibi sahte reçeteler yazan sözde iş dünyası mesihlerine kalıyor. Geçen gün haberlerde çıktığı gibi kendini tanrı olarak tanıtıp esnafı tokatlayan dolandırıcılar gibi 1 2, bu hap çözümcülere de inanan çok ne yazık ki. Bu anlamda, başlıklara bakan, yazıdan alınan "spot" paragraflara göz atarak, kısa yoldan bir cevap, bir fayda uman hazırlop iş dünyası okuyucusu için fazla derinlikli bulunabilir bu yazılar. İşte tam da bu sebepten takdir edilmeliler.


Dovan'ın yazısının son cümlesine katılıyorum. "Son yıllarda ürünler üzerinde fikri katma değerin payı giderek artıyor...... Elimizdeki bilgileri üretim bilgisine dönüştürmek için çalışmak zorundayız". Dovan, anladığım kadarıyla, bilimsel bilgiyi ürün ve üretim bilgisine çevirmek üzere innovasyon ve teknoloji üretimine çağırıyor bizleri. Bu çağrıyı yaparken ülkemizin Ar-Ge için ayıracağı fonun yakın zaman içinde on katına çıkabileceği ifade ediyor. Eğer, Dovan'ın bahsettiği gibi bir ürünleşme süreci yaşanmazsa, o zaman bu kaynak, çok alışık olduğumuz gibi araştırıyor ve geliştiriyormuş gibi yapmak yollarına dökülecek demektir. Veya başka faliyetler, Ar-Ge kapsamında değerlendirilecek. Teknokentlerin açılmaya başlaması ile pek çok şirketin teknoparklarda yerini aldığını ve ar-ge ile ilgili çalışmayan personellerini bile vergi avantajlarından yararlanmak için ar-ge personeli gibi bildirdiklerini duymayan var mı? Yaşasın "-miş" gibi yapmak zihniyeti. Bu zihniyet kolay kolay değişmeyecek sanırım.

Dovan yazısında diyor ki: "Üretilen bilgi ile kullanım yönündeki güçlü iradeyi bir finansman modeline çevirmek de çoğunlukla buluşçunun görevi oluyor". Bu saptama aklıma örneğin Türkiye'nin yüksek enflasyonla mücadele ettiği yıllarda dünyada yaşanan ".com" patlaması sırasında oluşan risk sermayesi modelinin veya "angel investors" kuşağının kapsamlı bir şekilde ülkemizde oluşmadığını düşündürüyor. Yani aslında "finansman modeli" diye adlandırabileceğimiz kurumsallaşmış yapılar yok Türkiye'de. Son yıllarda risk sermayesi fonlarını alan girişimleri ve alınan fonları bir listeleyen olsa da eğlensek hep birlikte.

Öte yandan, bilimsel üretime, bir gün ürüne dönüşecek ürünler diye bakmanın da çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Mesela bir zamanlar Erdal İnönü'nün bir programda söylediği gibi bu durumda teorik fizik alanında çalışacak bilim adamları nereden bulunur? Veya sosyal bilimler alanında, sadece dünyayı daha iyi anlamak adına yapılan bilimsel çalışmalar, ticari olanın putlaştırılması sonucunda ikinci sınıf bilim olarak görülebilir. Bilim mutlaka pratik hayat ile ilgili (practically relevant) mi olmalıdır? Hiç sanmıyorum.

Kapitalistleşmenin hayatımızın her yanına girdiği bir sırada, bilimsel özgürlüğe veya uzun dönemde bilgi üretimine yapılan bir darbe de olabilir bu. Sevgili Dovan, yazısında bu tür bilim adamlarına "saygı duymamak mümkün değil" diyor ama bu bilim adamlarını "yıllarını bu konularda HARCAYAN" kimseler olarak da nitelemekten geri durmuyor. Bu kelime seçiminin bilinçli olduğunu düşünmesem de, bu konularda titizliği ile tanıdığım Dovan'a bile bu bakış bir şekilde yutturulmuşsa, toplum genelinin ticari bilim eksenine oturması sonrası olacaklardan korkarım.

Teknokent kuran üniversiteler, özellikle kendi öğretim üyeleri ve araştırmacıları için teknokent'te varolmayı özendirirken bunun etik çerçevesini ve kurallarını da tarif etmeliler. Yoksa, kamu kaynakları ile dolaylı yollardan finanse edilen, asistanların aynı zamanda şirket elemanı olduğu, şirket projelerinin master/doktora tezlerine eşitlendiği, karşımıza bazen hoca bazen şirket patronu şapkası ile çıkan akademisyenlerin kurduğu ve çaycısına kadar herkesin ar-ge personeli göründüğü teknoloji kaplanları çıkabiliyor.
Devamı

Ray

Uzun zamandır rafları bekleyen, merak edilip alınmış ama seyredilememiş DVD'ler seyredilecek. Kendime akşamüstü bir pizza söyleyip, TV'nin karşısında geçtim ve Ray'i seyrettim. Geçen sezonun olay yaratan filmi, pek çok dalda aday gösterildiği Oskar'lardan sadece en iyi aktör ve en iyi muzik mix oskarlarını almıştı. Vakit ayırdık, izledik, Akademi haklıymış. Film, en iyi film oskarını alabilecek bir film zaten değilmiş. Ama Jamie Foxx'un oyunculuğu ve muzikler gerçekten harika. Foxx, sadece piyanist olmasının avantajını kullanmakla kalmamış, aynı zamanda Charles gibi görünmeyi ve davranmayı da başararak adeta 'Ray Charles' olmuş. Sadece Jamie Foxx'u değil aynı zamanda Charles'ın karısı Della'yı oynayan Kerry Washington ve Charles'ın sevgililerinden Margie'yi oynayan Regina King'in oyunculuklarını da oldukça beğendim.

Film, muhtemelen bildiğiniz gibi, soul muziğin öncüsü Ray Charles'in hayatı ve özellikle problemli yılları ile ilgili. Film Ray Charles'ın fakir çocukluk yıllarından, dünya çapında üne kavuştuğu yıllara kadar devam ediyor ve sanatçının başarı içinde ve uyuşturucusuz geçen son 40 yılını içermiyor ancak filmin sonunda geçen bir özetle hayatının o kısmından da haberdar oluyoruz. Film boyunca Ray Charles'ın kadınlara düşkünlüğü, karısı ve çocukları ile olan problemli ilişkisi ve uyuşturucu bağımlılığını, zaman zaman çocukluğunun kritik zamanlarına geri dönerek izliyoruz. Çocukken yaşanan bir kaza sonucu kardeşinin ölümünden kendisini sorumlu tuttuğunu filmde bir süre geçtikten sonra anlıyoruz ancak, açıkçası sonlarında nasıl olup da, akıl hastanesinde tedavi altındayken, herhangi bir psikoterapi desteği bile olmadan kendi kendine çözdüğünü ve rüyasında annesinin sen sorumlu değilsin dediğini ve yıllarını zindan eden bu suçluluk duygusunun nasıl birden geçtiğini ve buna bağlı olarak eroin bağımlılığından kurtulduğunu anlamadım. İki saatten uzun süren bir film için, biraz ani ve kolay bir son olmuş.

Ayrıca, pek çok liste başı şarkısını bu dönemde yaptığını gösteren film, aynı zamanda hayatının kalan kısmını atlayarak, uyuşturucu bağımlılığının bitişi ile yaratıcılığının bittiği hissini de yaratma tehlikesi ile karşılaşıyor. 40 yıl daha başarılı oldu derken, Charles'ın yaratıcılığının devam ettiğini de gösterebilseler güzel olurdu.

Filmin biraz gereğinden fazla uzun olduğunu düşünüyorum. Özellikle filmin ortalarındaki bazı kayıt ve konser sahneleri, muzikal zenginlik dışında dramatik olarak filme bir şey katmıyor ve bir ara filmin temposu o kadar düşüyor ki, muhteşem müziklere rağmen ister istemez sıkılıyorsunuz. Üstelik o kadar iyi oyunculuğa ve iki saati geçen filme rağmen, Ray Charles'ın aklından geçenleri de anladığımızı söyleyemeyeceğim.

Filmden bana ne kaldı? Ray Charles'ın R&B ve soul'u bir araya getiren şarkılarını hatta country şarkılarını, albumlerini edinme kararı kaldı. Kulağımın pası silindi, iyi tempo tuttum. Bana bir hikaye anlattı, ama hayata dair pek de fazla soru sordurmadı, senaryodaki açıklara dair her sorumu da yanıtlamadı, beni alıp başka bir dünyanın içine götürmedi. Akademi'nin takdirini bu defa tuttum doğrusu.
Devamı

Ilgaz ve Nehir Doğdu

Bu gün tarihe bir not düşmek lazım. Sevgili dostum Eser ve eşi Cem'in ikiz bebekleri dünyaya geldi. Ilgaz ve Nehir. Ben de bir nevi cici dayıları oluyorum herhalde. Yıllar önce InfoNet'te birlikte çalıştığımız dönemden beri hiç kopmayan ve daha da sağlamlaşan dostluğumuza cici dayılık boyutu geldi. Normalde sevgililer günü doğmaları bekleniyordu, ama doğum günlerini kendileri belirlediler. Gözünüz aydın Eser ve Cem, hoşgeldin Ilgaz ve Nehir. Eser'in bendeki son fotoğrafı burada, bebeklerin fotoğrafları gelsin onları da yayınlayacağım.
Devamı

11 Şubat 2006

Büyük Şehir Hayatı

Bir süredir radyolarda bir şarkı kulağıma dokunuyor. Müziği, ayırdedebildiğim kadarıyla sözleri, solistin vurgusu, armonisi ve fonu zenginleştiren efektleriyle, bu şarkıya rastlamayı umarak radyolar arasında "zapping" yaptığım oldu ara sıra. Bunun üzerine arayıp bulmaya karar verdim, "Big City Life" parçasını. İstanbul'ya yaşayan birisi olarak zaten boğazımıza kadar batmıştık bu "büyük şehir hayatı"na. Bir de şarkısını dinleyip, sözleri ne diyormuş öğrenmek cazip gelmişti. Şarkı, Londra'lı Mattafix grubunun "Signs of A Struggle" albümündenmiş.

"Bir Mücadelenin İşaretleri" olarak Türkçe'ye çevirebileceğimiz albümdeki sözler Mattafix'in yaşadığı mücadelenin işaretlerini taşıyormuş. Çalkantılı ilişkiler ve içinde bulunulan ortamda varolup sesini duyurma çabası az çok hepimizin hayatı değil mi? Bu anlamda, Türkiye'de yayınlanmamış olsa da albüm, klasik pop'un sabun köpüklerinden çok sözleriyle anlatmak istedikleriyle ayrılıyor olsa gerek.

Preetesh ve Marlon adında iki kişinin kurduğu Mattafix grubunun ismi, St. Vincent adasında yaygın olarak kullanılan ve ‘matter fixed' veya ‘no problem' anlamına gelen bir kelimeden geliyormuş. Marlon dokuz yaşındayken Annesi ile Londra'yı terkettikten sonra St. Vincent'e yerleşmişler. Preetesh'in ailesi de Hindistan doğumlu ama yıllarca dolaştıktan sonra Londra'ya yerleşmişler ve Preetesh'de burada doğmuş.
Şarkının sözleri ve benim çevirim burada:




Big City Life
Chorus:
Big City Life
Me try forget by
Pressure nah ease up no matter
how hard me try
Big City Life
Here my heart got no base
And right now Babylon de pon me case

People in a show
All lined in a row
We just push on by
It`s funny
How hard we try

Take a moment to relax
Before you do anything rash

Chorus2:
Don’t you wanna know me?
Be a friend of mine
I’ll share some wisdom with you
Don’t you ever get lonely
From time to time?
Don’t let the system get you down

Chorus

Soon our work is done
All of us one by one
Still we live our lives
As if all this stuff survives

Chorus2

The Linguist across
the seas and the oceans
A permanent Itinerant
is what I`ve chosen
I find myself in Big City prison
arisen from the vision
of man kind
Designed to keep me discretly
neatly in the corner
you’ll find me with
the flora and the fauna
and the hardship
Back a yard is where my heart
is still I find it hard to depart this Big City Life.

Büyük Şehir Hayatı
Koro:
Büyük şehir hayatı
Ben unutmaya çalışıyorum
Baskı hiç geçmiyor nolursa olsun
Ne kadar denesem de
Büyük şehir hayatı
Burada gönlümün bir dayanağı yok
Ve şimdi Babil bana karşı

İnsanlar bir gösteride
Herkes sıra olmuş
Biz sadece bastırıyoruz
Bu komik
Ne kadar denesek de

Bir an dur ve rahatla
Herhangi bir şeyi aceleyle yapmadan
Koro2:
Beni tanımak istemez misin?
Arkadaşım olmak
Sana bir akıl vereceğim
Hiç yalnız kaldın mı?
Zaman zaman?
Sistemin sana diz çöktürmesine izin verme

Koro

Yakında işimiz bitecek
Hepmiz teker teker
Hala kendi hayatımızı yaşıyoruz
Sanki bütün bu şeyler hayatta kalacakmış gibi

Koro2

Dil bilimciler uçtan uca
denizler ve okyanuslarda
Sürekli bir gezginlik
benim seçtiğim
Kendimi büyük şehir hapisanesinde buldum
hayalinden yükselmiş
insanlığın
Beni tek başıma tutmak için tasarlanmış
muntazam şekilde köşede
beni bulacaksın birlikte
bitkiler ve hayvanlarla
ve sıkıntıyla
Sahadan dönen kalbimle
hala bu büyük şehir hayatından ayrılmayı zor buluyorum

Devamı

9 Şubat 2006

Bitti

Bitiyor mu yoksa derken, gerçekten bitti. Zorlu bir tez savunması sonrasında doktorayı bitirdim. Jurinin gerekli gördüğü düzletmeleri de bu ay içerisinde tamamlayarak, tez hocalarımın onayını alıp doktorayı tamamlamış olacağım. Tez savunmasında tahmin ettiğimden çok daha heyecanlıydım. Verdiğim derslere veya diğer sunumlarıma göre karşılaştırılamayacak kadar zor bir sunumdu. Elimi ayağımı titreten bu heyecandan, pek çok yerde anlatmak yerine, sunum sayfalarını okumak zorunda kaldım. Zaten tez içeriği pek çok teorik konuyu kombine etmeye çalıştığından, oldukça teorikti. Öte yandan tezi okumuş bulunan juriye hitap ederken, okumamış dinleyicilere de hitap etmek gerekiyordu. Teorik kısımlar neyse de, 5 tane vakaya ait sayfalarca ampirik gözlemi birkaç sunum sayfasında anlatmak çok zordu. Ama sonuçta nihayet bitti. Ben de gücümün sonuna gelmiştim doğrusu.

Bu süreçte yanımda olan herkese çok teşekkür ediyorum. Tezi kaleme alırken yanımda olan veya moral desteğini eksik etmeyen aileme ve can dostlarıma, ki onlar zaten kendilerini biliyor, binlerce teşekkür. İnsan bu süreçte yalnız olsa da, onu gerçekten sevenlerin desteği, bu süreci daha katlanılabilir kılıyor.





Tören başlangıcı

Meltem Hoca cübbeyi giydirirken

Ahmet Hoca konuşma yapıyor

Ben konuşmayı dinlerken

Dekanımız ile birlikte

Juri ve ben

Özlem ile birlikte

Ülkü Hn. ve Didem ile birlikte

Çetin ile birlikte.
Taze mezunlar bir arada.
Devamı

2 Şubat 2006

İnanamıyorum Gerçekten Bitiyor Galiba

Yıllardır zorlu bir yolda, zaman zaman düşe kalka yürüyorum ve başlangıçta ne menem bir işe kalkıştıgımın tam farkında olmadan başladığım doktora yolculuğumu bitirmeye yaklaştım. Tek kelimeyle "inanamıyorum". 2000 yılında başladım. Yaklaşık 5.5 yıldır devam eden bir süreçten bahsediyorum. Bu gün okulda tez savunmamın taslağı üzerinden geçtik tez hocalarımla. Pazartesi günü de juriye gireceğim. Böylece, 1992 yılında ODTÜ'de mühendislik eğitimi öncesinde hazırlığa giderek başlayan süreç, yıllar ve sayısız dersler ardından bir sona geldi. Bir BS, 2 MS diplomasından sonra Ph.D. ile kapanışı yapıyoruz. Böyle söyleyince, biliyorum çok "inek" duruyor.

Doktora en zor akademik derece derler. Doğruymuş. Sadece zor olsun diye zor olan bir süreç değil elbette. Nasıl tıp doktorları, insan hayatıyla uğraştıkları için uzun ve zorlu bir eğitim ve dayanıklılık sürecinden geçiyorlarsa, akademisyenlikte öyle bir şey. Daha önce, üniversite dışında çalıştıgım işlerde pek çok eğitim verdim. Örneğin bilgi güvenliği alanında, eğitmen olarak para verilerek gelinen pek çok eğitim sınıfım oldu geçmişte. Ama üniversitede bir meslek insanının yetişmesi sırasında onun dünyaya, yaşamına ve işine bakışını yani hayatını etkileyebilmek, insanlığın ortak bilgisine bir damla katkıda bulunmaya çalışmak oldukça önemli bir iş. Sürecin bu kadar zorlu olması, bana bu açıdan çok anlaşılabilir ve doğru geliyor.

Doktora çalışmasını tamamlamakta olduğum Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi'ndeki İşletme - Organizasyon Çalışmaları doktora programına başvururken, program hakkında pek bir bilgim yoktu. Teknoloji sektöründe bir çok projede çalışmış ve pek çok sıkıntı gözlemiştim. İyi mühendisler olarak yaptığımız mükemmel tasarımların, örgütsel bir ortama gelince neden sarpa sardığını anlamak istiyordum.

Master tezi sırasında bir teknolojinin performansının nasıl ölçülebileceği ile ilgili çalışıp, mühendis kimliğimle performans probleminden hırsımı almıştım. Bu sefer derdim anlayıp daha iyi işleyecek sistemler kurmak vs. değildi. Hayatın karmaşıklığı karşısında, meseleyi farklı boyutları ve farklı seviyelerinde kendimce gerçekten ANLAMAK istiyordum. Şansıma, çok saygı ve sevgi duyduğum bir hocamın, üniversite'deki simülasyon hocam Meltem Denizel'in izinden gidip, sırf o Türkiye'ye geri döndü ve Sabancı'da başladı diye ve Sabancı tam da o sene bir doktora programı açıyor diye üzerine atladığım program, tam istediğim gibi bir şey çıkmıştı. Muhakkak çok şanslıyım.

İstesem rahatlıkla yurt dışında bir doktora programına girip tamamlayabilirdim ama yapmadım. Birincisi, ben çok "buralıyım". Türkiye'de olmaktan, buranın dertlerinden sıkıntılarından güzelliklerinden keyiflerinden bir bütün olarak acayip memnunum. Bazen karamsarlık bir bulut gibi bizi sarsa da, bir kaç hafta yurt dışında kaldım mı, nefesim kesiliyor, sıkılıyorum. Biraz bu nedenle, burada kalmayı seçerek kendimce güzeli seçtim sanırım. Türkiye'deki çevremden, arkadaşlarımdan, aileme yakın olmaktan memnun olduğum için önce Türkiye'deki programları gözden geçirdim ve şimdi yolun önemli bir durağında, bu kararımdan çok memnunum.

Memnun olmamın bir kaç sebebi var. En önemlisi, Sabancı'daki Yönetim Bilimleri fakültesi'ndeki doktora programının bence kalite itibariyle Amerika'daki en iyi programlardan farkı olmayan bir ciddiyet, derinlik ve içerikte olduğunu düşünüyorum. Yıllardır, ABD'den gelen doktora öğrencileri ile tanışıp, konferanslarda karşılaşıp, akademik dünyayı öğrendikçe bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sabancı Yönetim Bilimleri'ndeki doktora programı, muhtemel Türkiye ortalamasının çok üzerinde, dünya ile aşık atabilecek kalitede bir program.

İkinci bir memnuniyet konusu, Türkiye'nin lokasyonundan kaynaklanıyor. Bizim alanda, kabaca Avrupa ve Amerika birbiriyle ilişkili ama iki ayrı gelenek odağı diyebiliriz. Her ne kadar akademik Avrupa'nın zamanla Amerikalılaşması sürecini adım adım görüyorsak da, her iki odak halen bir çok açıdan farklılar. Türkiye'nin bu odakların periferinde bulunması ve her iki odaktan da etkileniyor olmasının, her iki odağı da dışarıdan görüp, karşılaştırabilme, daha iyi anlayabilme olanağı sağladığına inanıyorum. Sabancı yerine ABD veya Avrupa'da bir doktora yapsaydım, diğer ekolün gerçeklerinden, şeklinden şemalinden habersiz olabilirdim. Balık suyu bilmezmiş hesabı. Bu anlamda, Türkiye'deki iyi bir doktora programının, idealist bir tavırla, dünya hakkında daha öğretici olabileceğini düşünüyorum.

Üçüncü sebebim, yine Sabancı Yönetim Bilimleri'nin yapısı ile ilgili. Sabancı Üniversitesi bazılarınızın muhtemelen bileceği gibi zor bir iş yapmaya kalktı ve farklı bir üniversite olmaya çalışıyor. Bunu da başka girişimlerin yanı sıra disiplinler arası duvarları kaldırarak, bölümler yerine fakültelerde örgütleyerek yapmaya çalışıyor. Bitirmekte olduğum programda hiçbir şey öğrenmediysem de, bir örgütün çıkıp da genel kabul görmüş, kurumsallaşmış yapıların dışında bir şey yapmasının ne kadar zor bir şey olduğunu gördüm. Dolayısıyla yapısal faktörler, muhakkak ki Sabancı'yı diğer üniversitelere benzemeye zorluyor. Ama en azından benim örneğimde, bu interdisipliner çalışma mayasının tuttuğunu söyleyebilirim. Tezimi birbirinden çok farklı işler yapan iki adet çok yetenekli akademisyenin ortak danışmanlığında yaptım. Sosyal teori ve politik çalışmalar hususunda çalışan, sosyoloji doktoralı bir akademisyen ile (Ahmet Öncü), "operations management", çizelgeleme ve matematiksel modelleme konusuna aşık bir başka akademisyen (Meltem Denizel), benim tezim için ortak çalışmayı kabul ettiler ve yıllardır benimle örgüt seviyesinde teknoloji fenomenini teknik ve sosyal yanlarını benimle beraber inceleyip bana bu zorlu yolda yol gösterdiler. Sadece Türkiye'de değil dünyada başka bir üniversitede böyle bir doktora danışmanlığı takımının kurulup işleyeceğini ve interdisipliner bir tezin bu şekilde destekleneceğini düşünmem mümkün değil. Tam çalışmak istediğim şeyi çalıştım ve bunu tez danışmanlarım ve Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi'ne borçluyum. Daha ne isterim?

Yani aslında ne öğreniyorsanız süreçte öğreniyorsunuz. Sonucun elbette büyük bir önemi var. Ama son 5.5 yılın başındaki ben ile şimdiki ben arasında yaşadığım sürece bağlı olarak kendimde DAĞLAR kadar fark hissediyorum. Tabii biraz yıprandım ve muhakkak yaşlandım. Tezin ortalarında silkinip aldığım kiloların hepsini veren bir diyet yapmasaydım, şimdi zaten bir tanker ebadında olabilirdim. Her diyette olduğu gibi, tezin sonlarına doğru ölçüyü yine kaçırdığım, depresif anlarda, tıkınmaya kapıldığım için gidenlerin bir kısmı geri geldi. Ama şu juri ve sonrasında yapacağım muhtemel düzeltme ve düzenlemeler bir bitsin, ben onları yine kovalamasını bilirim :)
Devamı