12 Şubat 2006

Telgrafın Tellerine İnnovasyon mu Konar?

ODTÜ Endüstri Mühendisliği Mezunları listesinden tanıdığım bir abim, Adnan Dovan, bir süre önce yayına başlayan Business Week Türkiye'de ara sıra yazıyor. Son yazısını da tarayıp, benim de dahil olduğum bir gruba göndermiş. Konu benim de akademik ve pratik ilgi alanımı oluşturan insan - toplum/topluluk - teknoloji üçgeninde geçtiği için benim için ilginç. Yazı telgrafın icadı ve Amerika'da ilk telgraf hattının kurulmasının öyküsünü anlatıyor. New York borsasi ve Philadelphia borsasi arasindaki rekabet ve bilgi taşıma ihtiyacı ile tetiklenen bir icat hikayesi. Adnan Dovan yazısında okuyucularını keşif ve buluş'un ne olduğunu düşünmeye davet ediyor.

Öncelikle Dovan'ın yazısını bu tür bir medya için oldukça cesur bulduğumu söylemeliyim. Popüler iş yazını, genellikle soru sormaktan ve sordurmaktan çok "hap" haline getirilmiş cevaplar vermek üzerine kurulu. Amerikan püriten ahlakından çıkan, "eski" olanı ve "öykü" olanı önemsiz gören bu profilin tipolojisi hakkında, uzun bir süre önce Ursula K. Leguin'in Amerikalılar Ejderhalardan Neden Korkuyor" yazısını siteme konuk etmiştim. Dileyen bu baglantıdan okuyabilir.

Elbette, bu durumu kabullenmek mümkün değil. Öyle olunca ortalık, "Yönetimin 10 Kuralı" gibi sahte reçeteler yazan sözde iş dünyası mesihlerine kalıyor. Geçen gün haberlerde çıktığı gibi kendini tanrı olarak tanıtıp esnafı tokatlayan dolandırıcılar gibi 1 2, bu hap çözümcülere de inanan çok ne yazık ki. Bu anlamda, başlıklara bakan, yazıdan alınan "spot" paragraflara göz atarak, kısa yoldan bir cevap, bir fayda uman hazırlop iş dünyası okuyucusu için fazla derinlikli bulunabilir bu yazılar. İşte tam da bu sebepten takdir edilmeliler.


Dovan'ın yazısının son cümlesine katılıyorum. "Son yıllarda ürünler üzerinde fikri katma değerin payı giderek artıyor...... Elimizdeki bilgileri üretim bilgisine dönüştürmek için çalışmak zorundayız". Dovan, anladığım kadarıyla, bilimsel bilgiyi ürün ve üretim bilgisine çevirmek üzere innovasyon ve teknoloji üretimine çağırıyor bizleri. Bu çağrıyı yaparken ülkemizin Ar-Ge için ayıracağı fonun yakın zaman içinde on katına çıkabileceği ifade ediyor. Eğer, Dovan'ın bahsettiği gibi bir ürünleşme süreci yaşanmazsa, o zaman bu kaynak, çok alışık olduğumuz gibi araştırıyor ve geliştiriyormuş gibi yapmak yollarına dökülecek demektir. Veya başka faliyetler, Ar-Ge kapsamında değerlendirilecek. Teknokentlerin açılmaya başlaması ile pek çok şirketin teknoparklarda yerini aldığını ve ar-ge ile ilgili çalışmayan personellerini bile vergi avantajlarından yararlanmak için ar-ge personeli gibi bildirdiklerini duymayan var mı? Yaşasın "-miş" gibi yapmak zihniyeti. Bu zihniyet kolay kolay değişmeyecek sanırım.

Dovan yazısında diyor ki: "Üretilen bilgi ile kullanım yönündeki güçlü iradeyi bir finansman modeline çevirmek de çoğunlukla buluşçunun görevi oluyor". Bu saptama aklıma örneğin Türkiye'nin yüksek enflasyonla mücadele ettiği yıllarda dünyada yaşanan ".com" patlaması sırasında oluşan risk sermayesi modelinin veya "angel investors" kuşağının kapsamlı bir şekilde ülkemizde oluşmadığını düşündürüyor. Yani aslında "finansman modeli" diye adlandırabileceğimiz kurumsallaşmış yapılar yok Türkiye'de. Son yıllarda risk sermayesi fonlarını alan girişimleri ve alınan fonları bir listeleyen olsa da eğlensek hep birlikte.

Öte yandan, bilimsel üretime, bir gün ürüne dönüşecek ürünler diye bakmanın da çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Mesela bir zamanlar Erdal İnönü'nün bir programda söylediği gibi bu durumda teorik fizik alanında çalışacak bilim adamları nereden bulunur? Veya sosyal bilimler alanında, sadece dünyayı daha iyi anlamak adına yapılan bilimsel çalışmalar, ticari olanın putlaştırılması sonucunda ikinci sınıf bilim olarak görülebilir. Bilim mutlaka pratik hayat ile ilgili (practically relevant) mi olmalıdır? Hiç sanmıyorum.

Kapitalistleşmenin hayatımızın her yanına girdiği bir sırada, bilimsel özgürlüğe veya uzun dönemde bilgi üretimine yapılan bir darbe de olabilir bu. Sevgili Dovan, yazısında bu tür bilim adamlarına "saygı duymamak mümkün değil" diyor ama bu bilim adamlarını "yıllarını bu konularda HARCAYAN" kimseler olarak da nitelemekten geri durmuyor. Bu kelime seçiminin bilinçli olduğunu düşünmesem de, bu konularda titizliği ile tanıdığım Dovan'a bile bu bakış bir şekilde yutturulmuşsa, toplum genelinin ticari bilim eksenine oturması sonrası olacaklardan korkarım.

Teknokent kuran üniversiteler, özellikle kendi öğretim üyeleri ve araştırmacıları için teknokent'te varolmayı özendirirken bunun etik çerçevesini ve kurallarını da tarif etmeliler. Yoksa, kamu kaynakları ile dolaylı yollardan finanse edilen, asistanların aynı zamanda şirket elemanı olduğu, şirket projelerinin master/doktora tezlerine eşitlendiği, karşımıza bazen hoca bazen şirket patronu şapkası ile çıkan akademisyenlerin kurduğu ve çaycısına kadar herkesin ar-ge personeli göründüğü teknoloji kaplanları çıkabiliyor.

2 Yorum:

Anonymous Adsız dedi ki...

Sevgili Deniz,

Cok guzel seyler yazmissin ellerine saglik.

Gerci "yutturulmus" sozcugunu yutarken biraz zorlandim ama o kadarcik olur.

Harcamak sozcugu Turkcede "bosa harcamak" gibi algilaniyor ama hepimiz bir sekilde yillarimizi harciyoruz. Ben orada daha ziyade sonunda belki de ulasamayacagin bir son icin "inat ve sabir"la yola devam etmek anlaminda kullandim. Aslinda bir gun bu yazinin devami olarak Cyrus Field ve "Atlantic Cable"in oykusunu yazmayi dusunuyordum. O yazida ise girisimciligin de "hap yap para kap" olmadigini, pek cok zaman sonunda belki de ulasamayacagin bir son icin "inat ve sabir"la yola devam etmek oldugunu anlatmak istiyordum.

Bir yazida her seyi anlatmak mumkun degil ama ben bilim-sanat-tekonolji-uretim-tuketim arasinda bazen guclu, bazen zayif bir iliski olduguna inaniyorum.

Birincisi, "bilim dunyasindaki yaygin kanaata gore 'paradan baska bir sey dusunmeyen kestirmeden kose donmeye calisan' insanlara girisimci denir." Bu kanaati destekleyecek pek cok ornek olabilir ama buradan yola cikarak girisimciligi infaz hukmune varmak haksizlik. Bu konulara dokunmak icin de "perpetual motion machine (PMM)" konusunda bir yazi yazmayi planliyorum.

"Is dunyasindaki yaygin kanaate gore ise 'kendi basina biraksan uc tane kazi gudemeyen fakat her konuda anlasilmaz laflar eden' insanlara bilim insani denir (aslinda onlara gore bilim adamidir ama sen kizarsin diye boyle yazdim)". Ayni sekilde bu kanaati de destekleyecek pek cok ornek vardir ama buradan yola cikarak bilimi infaz hukmune varmak haksizlik. Hakemli bir dergide meshur bir bilim adaminin abuk bir yazisi rivayeti dolasmisti bir ara, o konuda net bir sey bulursam belki bir oyku de onun uzerine kurarim.

Benim Turkiye ile ilgili esas sikintim sudur, her alanda ara tonlari yaratamiyoruz. Ara tonlar buyuk resimde istikrarin ta kendisidir. Bilime saygi gosterelim ama 'sih' muamelesi de yapmayalim yani. Neden Turkiye'de uygulamali bilimlerde dogrudan Turkiye'nin sorunlarina egilen yeteri kadar arastirma yapilmiyor. Mesela onumuzdeki makul bir surede "deneysel sosyal psikoloji" alaninin cok onem kazanacagina inaniyorum. Ben bu alanda calisiyor olsam "Turkiye'de dilin (Turkce-Ingilizce) bilgiyi kabul etme ve bilgiye guvenme uzerine etkisi" konusunda bir arastirma yapardim. O zaman bana nasil yutturduklarini da anlama imkanimiz olurdu.

Sevgiler,

Adnan DOVAN

2:18 ÖS  
Blogger Deniz Tuncalp dedi ki...

Sevgili Adnan abi,

Yutmak, yutturulmak hiçbirimize has olmadığı için biraz rahat kullanmış olabilirim.

Türkiye'de güvenilirlik ve geçerlilik çalışmaları yapılmadan Amerikan ölçekleri ile çalışma, hatta işi abartıp Internet yoluyla Amerika'dan istatistik satın alıp bunun üzerinden Amerika için bilim yapmayı eleştirelim dilerseniz. Ben varım :)

Sevgi ve saygilar,

Deniz

4:54 ÖS  

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa