12 Aralık 2008

Goa 2008


Vagator - Goa


Anjuna - Goa


Morjim - Goa


Arambol - Goa

Etiketler:

Devamı

6 Aralık 2008

Haydarabad


Araba kornasının bir teknoloji olarak Fransa, Türkiye, Mısır ve Hindistan'daki anlam ve kullanımı rahatlıkla akademik bir makaleye konu olabilir :)

Etiketler:

Devamı

8 Haziran 2008

Cassis

Etiketler:

Devamı

10 Eylül 2007

Prag

Sevgili Dostum Murat ve eşi Sinem'in evlilik törenleri vesile oldu, kalktık yazın sonunda, yaz mevsimini arkamızda bırakıp Prag'a gittik. Kaç zamandır aklımdaydı Prag'ı görmek. Orta Avrupa'nın sevimsiz iklimi ve sevimsiz mutagini unutmuşum. Hatırlamama vesile oldu. Biz burada sıcak havayı biraktik, bir gittik ki, Prag'a çoktan kış gelmiş. Prag izlenimlerini yazmakta biraz geç kaldım aslında. Anında yazsaydım çok sıcaktı. Ama kısaca ısıtmam gerekirse, Çekler fena halde "kaba" insanlar.

Avrupa'da bir yere gittiğimde böyle bir yorum yazacağım aklıma gelmezdi. Lüzumundan fazla turist çekmekten midir, sosyalizm sonrasında kapitalist "servis" kültürüne alışamamaktan mıdır bilmem, 5 yıldızlı otelinde bile "please" gibi ulvi kavramlardan nasiplerini almadıklarını görüyorsunuz. Nasipsizlik bir yana, en basit bir ikaz ihtiyacında bile "siz ülkenizde böyle mi yapıyorsunuz" gibi gel benle polemik yap diyen hareketlere maruz kaldık. Ancak dişli ekibimiz gerekli eğitim öğretim faliyetlerini tamamlayarak yurda döndü.

Aşağıda fotografların bulunduğu flickr adresini bulabilirsiniz. Aşağıda, Murat & Sinem'in soğuktan gerillaya dönmüş resimini tıklarsanız ekip resimlerini, şehirden bir fotoğrafı tıklarsanız Prag resimlerini bulabilirsiniz.


Prague Party! Prague 2007

Etiketler:

Devamı

23 Ağustos 2007

Yaşasın Tatil

Bilenler bilir, en sevdiğim tatil, arabayla bir yerden bir yere gitmektir geze geze. Birkaç yıl önce Fransa'da Nice'den Marsilya'ya gitmiştim, kıyıdan kıyıdan. Bu sene de Marsilya'dan Barselona'ya gittim yine aynı şekilde (Gerçi İspanya tarafı biraz aceleye geldi ama naparsın). Açıkgünlükte "Tadımlık Antalya" yazımda birkaç yıl önce 30 Ağustos tatiline birkaç gün ekleyip Antalya'dan Kalkan'a kadar gittiğim bir tatili yazmıştım. Şimdi bu gezilere yeni bir halka eklemek üzere yarın İstanbul'dan ayrılıyorum. İstikamet önce Bodrum (belki Çeşme'de dururum 1 gün). Oradan, kıyıdan kıyıdan, yine Kalkan. Böylece tüm o sahili tanımış, canımın çektiği yerde yüzmüş eğlenmiş oluyorum. Geçen sefer Kaputaş'da yüzememiştim. Bu sefer kesin. Yanıma bilgisayarımı alacağım. Bakarsınız arada kısa kısa tatilden de yazarım. Yaşasın yenilenmek, yaşasın tatil :)

Etiketler:

Devamı

26 Temmuz 2006

Marsilya 2006

Geçtiğimiz Haziran ayında, 5-8 tarihleri arasında Gemalto firmasının düzenlediği bir konferansa katılmak üzere Marsilya'daydım. Bir türlü fırsat bulup yazamamıştım. Bugün Marsilya'daki etkinliğin fotoğrafları elime geçince buraya kaydetmek istedim.

Hem Marsilya'ya daha önce bir kere daha gittiğim, hem de bu seyahatte önceki günler Nice'de kalıp, Cannes ile Monaco arasını kiralık araba ile, ayıptır söylemesi, fır dönmüştüm. İzmir'in Avrupa'lısı olarak hissettiren Nice'i gördükten, her mühendisin yeşillikler içinde çalışmayı hayal edebileceği Sophia Antipolis'te birkaç gün geçirdikten sonra, Marsilya o kadar etkileyici değildi. Ama yine de, içinde ve yakınında plajları olan, fazlerin üzerine kurulmuş, denizle barışık bir liman şehri kimliği ile hoş bir şehirdi.

Etiketler:

Devamı

25 Kasım 2005

Vızz vızz vize...

Nedendir bilinmez, vize meselesi açılınca beni bir tevekkül sarıyor. Kaderine razı olmuş bir kurban gibi elçilik kapılarında beklemeye alıştım sanırım.

Vize ile ilgili en korkutucu deneyimim, tam da ilk yurt dışına çıkışımda, Londra'da Heatrow'da olmustu. Lise sıralarında bir öğrenci grubu ile Londra'ya dil okuluna gidiyoruz. Herkes kapıdan girdi, sıra bana geldi, pasaport polisi eline pasaportu aldı, evirdi çevirdi, ışığa tuttu. Ben de ne yapıyor diye bakiyorum. Meger, İzmir Emniyeti pasaportumu hazırlarken, kimlik bölümünün üstüne yapıştırdığı plastiği en dibe kadar devam ettirdiği için, pasaportun kat yerine kadar uzanan plastik iyi yapışmamış ve dibinden açılmış.

Heatrow'daki görevli de pasaportun sahte olup olmadigina bakıyormuş haklı olarak. Hakkaten çok güven telkin eden bir görüntüsü yoktu. Kizilotesi isikta sunda bunda baktiktan sonra, pasaportta tahrifat goremeyince, bana donup, resimli bir kimlik daha istediler. Ben de cebimden nufus kagidimi cikardim. Polis bununla da yetinmedi, bir kimlik daha istedi. Tabii o zaman ehliyet vs. yok, lise donemi. Ben basladim boncuk boncuk terlemeye.

Ariyorum tariyorum ama ne aradigimi da bilmiyorum. Beni kurtaracak herhangi bir sey. En sonunda, cuzdanin dibinde yillar oncesinden unutulmus, Fen Lisesi Hazırlık döneminden kalma dandik dersane kimliğim çıktı. Ve ben Heatrow'dan Birlesik Krallik sınırlarından, Turkiye Cumhuriyeti Pasaportu ve nufüs kağıdıyla degil, Izmir'deki dersanemin kimligi ve ustunde ortaokuldan kalma sübyan irisi resmim sayesinde girebilmistim.

Turkiye'ye donunce pasaportu alip polise gittim. Maksat duzelttirecegim. Ne mumkun Pasaport polisi yenilemeyiz dedi duzeltemeyiz dedi, "bir sey olmaz" dedi çıktı isin icinden. Bir daha yapistirir gibi yaptilar isittilar vs. ama bu bence sadece plastigi daha da acmaya yaradi. Universite yillarinda pasaportun suresi doldugunda degisiklik icin verdigim halde, polis degistirmek yerine, uzatip bana geri vermeyi takdir ettigi icin, sonraki yillarda da plastigi acik pasaportumu kullanmak ve her kontrolda basima gelebilecek sorunlari hayal edip sıkıntı duyarak gecti. Neyse ki, bu durum bir daha basima dert cikarmadi.

Pasaport ve vize hikayelerinde hatirladigim bir kac ani daha var. Bir tanesi, Almanya'nin Ankara elciliginin bahcesindeki sıra olma koridorları ile toplama kampina benzeyen bahce ve elinde megafonu ile bagirip cagiran subay gorunumlu (artik ne subayi oldugunu siz cikarin) sert gorevlinin kotu cagrisimlari kalmis aklimda.

Universite yillarinda bir sebepten Finlandiya'ya gitmem gerekmisti. Safliktan olsa gerek, vize işini geciktirdikce geciktirdim. Sonunda Ankara'daki Finlandiya elciligine gittigimde, bana gore epey zaman vardi. Bir de ne goreyim, aradaki zaman Finlandiya'da bilmemne bayrami oldugu icin tatilmis. Gorevli bir takvime bir bana bakip, imkansiz dedi. Benim suratimdaki hayal kirikligini gordugunden midir insafa geldiginden midir, sonra pasaportu geri aldi, "2 saat sonra gel" diyip beni yolladi. 2 saat sonra gittigimde Vizem hazirdi. Kendisini hala sukranla anarim.

Bir de Ankara'da ABD elciligi anim var ki dillere destan. Bilenler bilir, Ankara'daki ABD elciliginde once kapının önünde sıra olunur, sonra iceride numara alınıp sıra beklenirdi. Simdi hala oyle midir bilemiyorum. Neyse, 11 Eylul oncesi, hatta guneş tutulması olan bir gün bir vize işi için elçilikte bekliyorum. İçeri girdim, numara aldım, ön sıraya oturdum sıramın gelmesini bekliyorum. O sırada bana yakın gişede bir numara yandı ve çiçekli havai gömleğine benzer gömlek giymiş, inşaat işçisi görünümlü bir arkadaş gişeye yanaştı. Gişedeki görevli adama sordu:

- Ne için gitmek istiyorsun Amerika'ya?
- Gezecegim.

- Nerede kalacaksin?
- Bodrum'da inşaatta çalışırken bir bagyan ile tanismistim. Onun yaninda
kalacagim.

- Neden dönüş için uçak biletin yok?
- Daha ne zaman döneceğime karar vermedim.

- Peki oradaki zamanını karşılayabilecek paran var mı?
- Yok. Herhalde inşaatlarda falan çalışırım.(?)

- Peki biraz daha bekle, birazdan çağırırız...

Bu diyalog sonucunda vize alabildi mi bilmiyorum bu arkadaş ama özgüven ve doğruculuğuna hayran olduğumu söylemek isterim.

Etiketler:

Devamı

22 Kasım 2005

Tadımlık Antalya

Kar atıştırmaya başlayan bu günlerde, yazın son günlerinde yaptığım kaçamak geldi aklıma. Ege'li olmaktan mıdır nedir, böyle soguk karli havaları hiç sevmiyorum. Halbuki yaz sonu kaçamağım öyle miydi ya? Birkaç gün Antalya'ya kaçıp, havaalanından bir araba kiralamıştım. Dizel bir Renault Megane. Bu tatildeki pek çok şey gibi, onun da resmini çekmedim malesef. Ama tatil onun sayesinde mümkün olmuştu.

Cuma akşamı Antalya'ya varır varmaz, arabaya atlayıp Kemer'e gitmiştim. Aslında bırakınız araba kullanmayı, Antalya'da iki defa Belek'te kelek bir otele tıkılmak dışında tatil yapmadıgım için bu çevreyi, hele Antalya'nın batı tarafını hiç bilmiyordum. İlk gece Kemer'de bir otelde kalmış ve hem yorgunlugumu giderip, hem de barlar sokagini ve sahildeki eglence mekanlarını dolaşmıştım. Kemer'i biraz klasik tatil köyü tadında, yapay bulduğumu söyleyebilirim.

Cumartesi sabah ver elini Olympos. Ancak Olympos'a giderken yolda kafama esip, Faselis sahiline vurmuş, hem bu antik kenti gezmiş ve hem de antik kentin içinden yüzmenin tadını çıkartmıştım, az bir süre de olsa.

Belki yıllardır uzaktan uzağa bir hayranlık geliştirdiğim için, Olympos'a varınca karşılaştığım gerçeklik biraz hayal kırıklığı yarattı. Ağaç evler ve pansiyonların olduğu kısım, hippi tatilköyü ile burjuva özentisi arası bir haldeydi. Bir yandan, kısa tatil vesilesiyle, İstanbul ve İzmir'in lüks aramayan gençleri ve genç kalmaya çalışanları doldurmuştu Olympos'u. Kadir'in ağaç evleri'nde zorlukla yer buldum. Hippi tatili demişken, duşlar bu kadar soguk, tuvalet bu kadar pis olmak zorunda mıydı, bilmiyorum. Zaten seyahat boyunca, en rahat tuvalet ziyaretlerini OPET'te yapabildim. OPET'in temiz tuvalet kampanyasını alkışlamak lazım.

Neyse bu mevzuyu bırakalım, Kadir'in yerinde Fen Lisesi'nden yıllardır görmediğim arkadaşlarım Gülseren ve Gülderen (ikizler) ile karşılaştım. Çok ilginç bir duyguydu doğrusu. Hepimiz değişmişiz, elbette tek bakışta emin olamıyor insan. Ama bizim ikizlere benzeyen bir ikiz daha varmıdır diye düşünürken benim işim o kadar zor değildi doğrusu. Kadir'in ağaç evlerinde neyi sevdin derseniz, bir bu rastlantıları, bir insanların kolayca arkadaş olabildiği sosyal ortamını, bir de gece club'a dönüşen yan taraftaki "Öküz Bar"ını sevdim.

Tabii Öküz Bar'da ateş suyu'nda yüzüp ateş dansı yapmadan önce, gündüz Olympos sahiline gitmiştim. Güzel bir sahil ama bu kadar kalabalık olmasını beklemiyordum doğrusu. Sahile gidiş, sahilden dönüş, hatta sahilin kendisi bir belediye otobüsü gibiydi. O kadar kalabalığın içinde, görmeyi hiç ummadığım ve hatta hiç istemediğim kişilere de tasdüf ettim ki, insanın dünyanın fazla küçük olduğuna iman edesi geliyor.

Olympos'tan bir ısırık payını almış şekilde, ertesi gün, Kaş ve Kalkan'a doğru yola çıktım. Bu gezide pişman olduğum bir yan varsa, o da, dönerken girerim diyerek Kaputaş plajında yüzmemiş olmaktır. Ne bileyim, dağ yolundan dönmeye karar vereceğimi? Kaş'ta bir turlayıp bakındıktan sonra, Kaş'ın bir iki günde tadılabilecek bir yer olmadığından hareketle, Kalkan'a devam ettim. Güzel minicik bir koyun bir beton yığını ile Kuşadası'laştırılmasını görüp, Kalkan'a üzülsem de, bu hızımı kesmedi ve Patara'ya devam ettim.

Sit alanını biçimsiz yapılaşma için bir vesile olarak kullanan bölge insanı, Patara köyü'nde tuhaf bir yerleşim kurmuş olsa da, Turist miktarı böyle muhteşem bir sahil için şaşırtıcı bir biçimde azdı. Hani sahilin aşırı büyük olmasından dolayı tenha olmasını kastetmiyorum. Patara köyü'nde tüm esnaf Godot'u bekler gibi her an gelebilecek turistleri bekliyordu ama herhalde Turist'ler bu tuhaf köyde kalmak yerine Kalkan'a vs. gitmeyi tercih ettiklerindne Godot falan gelmedi. Ben de sahili o kadar beğenmiştim ki, bir gün kalmayı planladığım Patara'yı iki güne çıkararak, Patara sahilinde bir akşam üstü güneşini birkaç akşam birası ile batırıp, ertesi gün uçağı kaçırmamak için, gezimi daha hızlı gidilebilen ve muhtemelen de daha kısa bir yol olan, Toros dağlarının arasından geçen, Korkuteli yolundan, Korkuteli'de harika bir köfte yiyerek, Antalya havalimanında sonlandırdım.

Bu geziden alınacak dersler:
1) Asla bir tatil köyüne tıkılma.
2) Bilmediğin bir yerde mutlaka araba kirala ki, sınırlı zamanda çok yeri, rahatlıkla ve mobil olmanın avantajı ile görebil.
Zaten önümüzeki yaz planlarım arasında, bu turu bu sefer Kaş ve Fethiye arasında tekrarlamak ve bir benzerini de Güney Fransa & İspanya sahillerinde Cannnes - Barcelona arasında yapmak var. Bakalım önümüzdeki yaz neler getirecek? Şu tez bir bitsin, şu kış bir geçsin de. İkisi de beni üşütüyor doğrusu.

Etiketler:

Devamı

16 Temmuz 2005

Live8 @ Berlin

Haziran sonu, Temmuz başı gibi EGOS (European Group for Organizational Studies) kollokyumuna katılmak için Berlin'e gitmiştim. Birkaç gün süreyle, örgüt çalışmaları alanının Avrupa'daki en büyük etkinliği olan bu etkinlikte çeşitli çalışmalar dinledim ve ben de çalışmamı tartışma imkanı buldum. EGOS ile ilgili izlenimlerimi önümüzdeki günlerde fırsatım olursa yazabilirim, ancak EGOS sonrası Berlin'i gezmek için kalan birkaç gün içinde Live8 konserinin ortasına tesadüfen düşmemiz sadece şans olarak adlandırılabilir.

Saatlerce makale dinlemekten biraz da beyni sulanmış olabilecek bizler günlerdir gazete dahi okumamaktan dolayı, "Allah allah, bu Almanlar da hafta sonları amma geziyorlar" türünde tepkiler vererek, giderek artan kalabalığa şaşırır şekilde Brandenburg kapısına dogru yaklaşırken, yorgun düşmüş ayaklarımızın da etkisiyle konunun henüz farkına varmamıştık.

Sabanci Üniversitesi'nden arkadaşlarım Çetin ve Özlem'le beraber Brandenburg kapısının önünden kalabalığı yararak Almanya parlamentosunun arkasindan dolanip, önündeki çimlerde bir süre yayıldıktan sonra Brandenburg kapısından Siegessäule (zafer anıtı) doğru uzanana "Strasse des 17. Juni" ye geldiğimizde bunun bir konser olduğunu kaçınılmaz olarak anlamış olduk. Fakat gel gör ki, Live8 olduğunun bilincine hala varmamakta ısrarlı olduğumuzdan dolayı, satılan T-Shirtlere bakınca durumu ancak anladık. Bu utanç verici anla böylece yüzleştikten sonra, sıra konserin tadını çıkarmaya geldi. Kalabalığa Brandenburg tarafından karışmış olmaktan dolayı, sahnenin olduğu Siegessäule tarafına en uzak noktadaydık. Biz bunun Live8 olduğunu farketmeden de Siegessäule doğru yürümeyi biraz tartışmalı da olsa kararlaştırdığımız için, bitap düşmüş Özlem'i yollarda telef etme pahasına, kalabalığı yararak, sahneyi de görmek umuduyla yürümeye başladık.

Neyse ki sahne dışında, bir çok dev ekran da kurulmuştu. Programın tamamını, özellikle çıkan Alman grupları tanıyamasak da, arada sinevizyon veya gruplarda A-ha, Madonna, Chris De Burgh ve Sasha'yı ayırdedebildim. Ertesi gün gazetelere baktığımda, biz enkaz halinde devam eden konserdan ayrıldıktan sonra Faithless'in de sahne aldığını büyük üzüntüler ile öğrendim. Avrupa'da bir Rock festivaline gitme fantazim gerçek olmuştu ama ben bunun bilincinde olmadığım için değerlendiremedim. Keşke önceden haberimiz olsaydı ama buna da şükür. Hiç o yöne gitmeyip, hatta otel civarında alışverişle de günün kalanını geçirebilirdik. Gafletin de gafleti var hayatta :)

Etiketler:

Devamı