29 Aralık 2007

Türkiye ve Finlandiya: Eğlenceli Karşılaştırma

Pazar günü Radikal gazetesinin eki Radikal 2'yi okumak benim için saatler süren bir seromoni halini alıyor. Genellikle bütün yazıları okuyorum. Geçtiğimiz haftalarda okuduğum bu yazılardan birisinde Baskın Oran, Finlandiya ile Türkiye karşılaştırması yapıyordu. Bir çok şehrini görme ve dostlar edinme imkanı bulduğum Finlandiya'nın yeri bende ayrıdır. Kuzey ülkeleri içinde en güzeli Finlandiya değildir belki, ama benim için en özelidir. Bu nedenle Finlandiya ile ilgili bu yazı zihnimde uzunca bir süredir yer etti.

Finliler, kavim olarak Orta Asya dolaylarından göç eden, Türk kaviminin komşusu bir halk. Nasıl Türkler, bir çok başka halk ve yöresel etkiyle karışmışsa, Finliler de o yöne gitmenin hakkını elbette vermişler. İsveç'liler kadar sarışın değiller ama "Dünya'da Herkes Türklerden gelmiştir" hikayesini destekleyemeyecek kadar kendine has insanlar.

Kar üzerinde 1 hafta yürüyüp, beyazlığın ortasında buzun üstünde açılan bir deliğin başında kimseyle konuşmadan balık avlamak en sevilen eğlencelerden birisi (ice-fishing). Dostlukta en ileri mertebe, bir kır evine gidip, saunada kafa çekerek zil zurna sarhoş olsan bile, karşındakine söyleyecek 1 (kötü) sözünün olmaması. Bir kanonun üstünde bir gölde günler ve geceler geçirmek ise "erkek-adam" olmanın doğasının bir gereği. Eh bunun doğal bir sonucu olarak da, Finliler kolay kaynaşan, açılan, dokülen insanlar değil. Ancak ilk anları atlatıp, belirli bir süreyi geçirirseniz çok sıcak, çok içten, çok samimi olabiliyorlar.

Finli dostlarımdan birisi, Bu yöne doğru gelirken "Güzel şarap, harika iklim, muhteşem sahiller güneyde diye bir levha varmış, biz o levhayı görmemişiz" diye takılsa da Finliler ile Türklerin mevcut halleri ile birbirlerine hiç benzemediklerini rahatlıka söyleyebiliriz. Akdenizli gibi davranabilmek için, tabiri caizse "eşşeklemesine" içmeleri gerekiyor. Bira gibi hafif alkollü içkiler su niyetine tüketildiği için, vodka gibi ağır içeceklerin şişe şişe bitirilmesi gerekiyor. Eh vergi yükü de ağır olduğu için Oslo'ya ucuz gemilerle gidip gelirken uluslararası sularda çılgın partiler vermeyi icad eden, 1 kasa vergisiz vodka için Estonya'ya gidip dönen insanların ülkesi Finlandiya.

Peki bir düşünün, göç böyle gelişmeseydi de Türkler ve Finliler yer değiştirmiş olsaydı hayatımızda ve bu ülkelerde ne değişirdi. Kolay cevaplanacak bir soru değil elbette.

Yapısalcı açıklamalara meyleden benim gibi kimseler için bu tür karşılaştırmaların ırk/milliyet gibi sebeplere dayandırılması çok hararetle desteklenecek bir durum olmasa da, 11 ay ağır kış şartlarında yaşayan 338,145 km² ye dağılmış 5.3 milyon insanın kişi başına $34,819 gelir yaratması (nominal $40,197) karşısında, 783,562 km² alana yayılmış 72 milyon nüfusla bizim kişi başına $9,628 gelirimiz (nominal $5,561) karşılaştırıldığında oldukça moral bozuyor.

Batı Avrupa demokrasilerinin gelişmişlik seviyesini ve gelir düzeyini, hep onların sömürgeciliğine bağlamaya alışığız. Peki iki kere işgal geçiren, kötü iklim koşullarında 5.5 milyon kişi bu refah seviyesini, hiçbir yeri sömürmeden nasıl yakalayabilimiş? Biz orada olsaydık, 11 ay kış boyunca çalışır mıydık? Yoksa nüfusumuz Çin ile yarışır hale mi gelirdi? Düşünmeden edemiyor insan.

Buyurun Baskın Oran'ın Finlandiya Türkiye karşılaştırması:

Komplekssiz insanlar ülkesinde - Baskın Oran (Bağlantı)

Finlandiya üzerine yazılmış ünlü kitabın adı bu değil, tabii. Doğrusu: Beyaz Zambaklar Ülkesinde. Bizde özellikle Harbiye öğrencilerinin amentülerinden biri olarak bilinir. Finlandiya'nın nasıl kalkındığını yabancı (Grigoriy Petrov) gözünden ve kaleminden anlatır.

Finlandiya ile Türkiye yalnızca altı yıl arayla kurulmuş. Üstelik, bu insanlarla yaptığım uzun konuşmalardan öğrendiğim kadarıyla pek aynı fikirde değiller ama, Macarların yanı sıra Finlerin de Türk olduğu bizim pek malumumuzdur. Onun için şimdi bir anlığına gözlerinizi kapayın, Finlerin yerine Türkleri koyun:

Türkiye'nin çektikleri

Türkiye (Osmanlı) tam 6,5 yüzyıl Yunan egemenliğinde kaldı (1155-1809). Bugün de bunun sonucu olarak Yunanca, Türkçe'nin yanı sıra ülkenin ikinci resmî dilidir. Bütün sokak isimleri ve hatta reklamlar iki dilde yazılıyor. Ayrıca, Türkiye sınırlarına dahil olduğu halde İmroz ve Bozcaada'da tek resmî dil Yunancadır.
Türkiye Yunan egemenliğinden 1809'da kurtuldu, Rusya'nın yönetimine girdi. İçişlerinde özerk olarak. Anlayacağınız, Yunanlılar Türkiye'yi Ruslara devrettiler.

1835'te, ulusal destan Ergenekon ilk defa yayınlandı.

Türkiye 6 Aralık 1917'de Rusya'dan bağımsızlığını elde etti. Fakat bu bağımsızlık üzerine İmroz ve Bozcaada "kendi kaderini tayin hakkı" kullanarak Yunanistan'a katılmak istedi. Milletler Cemiyeti askerden arındırılmak ve özerk kılınmak şartıyla burayı Türkiye'ye bıraktı. Türkiye de 6 Mayıs 1920 tarihli yasayla adalara eyalet parlamentosu kurma hakkı tanıdı. Yunanca'nın tek resmî dil olması bundan.
Türkiye, ll. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte, bu sefer SSCB işgaline uğradı. Ancak 1947 anlaşmasıyla kurtuldu. Bir kısım topraklarını SSCB'ye bırakmak zorunda kalarak.

Burası Türkiye. Daha önce iki yazıdan (hatırlayamadıysanız, yollayayım) ağzım fena yandığı için olayı hemen tadında bırakayım. Yukarıdaki bilgilerde "Türkiye"yi Finlandiya, "Yunan"ı İsveç yapınız. Rus aynen kalsın. "İmroz ve Bozcaada" yerine de Aaland Adaları'nı rica edeyim. Bir de, "Ergenekon" çıkacak, Kalevala girecek.

Bütün bunların özeti şu:

1) Dış açıdan: Finlandiya dışta sorunlu. "Çok hassas" bölgede kurulmuş. İki böğrü "düşman komşu". Bunlar ülkeyi işgalde sıraya girmişler.

2) İç açıdan: Finlandiya içte sorunlu. Nüfusun yüzde 5,6'sı anadil olarak İsveççe, bir kısmı da Sami (yerli) dili konuşuyor. Çoğunluk Luteran olmakla birlikte, Ortodoksların yanı sıra "hiçbir dinden yazılmayan"ların oranı yüzde 13. Hepsinden önemlisi, Finlandiya ile İsveç arasındaki denizin tam orta yerindeki Aaland Adaları'nın resmî mensubiyeti dışında her şeyi (halkı, yönetimi, dili, resmî dili, kültürü, vs.) İsveç'in. Azınlık konularını bilenler şunu iyi bilir: Bir ülkedeki azınlık ülkenin orta yerindeyse korkacak fazla bir şey yoktur. Sınırdaysa, durum ciddi olabilir. Eğer bir adadaysa, çok ciddidir. En basit örnek: Fransa ve Korsika.

Bunlar bizde olsa, yanmıştık
Tanıdık geldi mi? Hem Rus hem Sovyet "işgalini fiilen yaşamış" bir ülke ile 1946'da Sovyet "tehdidine maruz kalmış" bir ülkeyi karşılaştırıyoruz. Allah muhafaza, bu tarihçe ve durum bizde olsa halimiz ne olurdu meçhul. Bugün sokaklarda bir bayrak asan kaç bayrak asardı? Linç teşebbüsüne uğrayanların sayısı ne olurdu? Parti binası kurşunlamalar ve parti kapatmalar nasıl gelişirdi? Milletvekili dokunulmazlıkları? Yargımız "halkı kin ve düşmanlığa teşvik etmek" (TCK 216/1), "Türklüğe hakaret" (TCK 301/1), "Devlet organlarına hakaret" (TCK 301/2) "Halkı askerlikten soğutmak" (TCK 318) gibi "ulusal" davalarda ne iddianameler yazar ve ne kararlar verirdi? Yunanistan ve Rusya'ya düşmanlık durumları nasıl olurdu? Düşünmek bile ürkütücü.

Oysa milli marş sonradan Fince'ye çevrilmiş; marşın İsveççe yazarının anıtı, altında marşın metniyle birlikte, Helsinki'yi süslüyor. Hatta, kentin en büyük meydanının orta yerinde ve katedralin önünde Rus imparatoru II. Aleksandr'ın devasa atlı heykeli yükseliyor.

Dış politika açısından baktığımızda, biz dış güvenliğimizi ABD üsleri kurdurarak sağladık. Finlandiya iki bloka da girmedi ve güvenliğini kendi topraklarını SSCB'ye kullandırmamak biçiminde gördü. Nitekim, Avrupa'da ll. Dünya Savaşı'nın esas sona ermesi demek olan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) sonuç toplantısını 1975'te Helsinki'de yaptırması bunu simgeler.

Bizim Türkiye'de, uluslararası ilişkilerin u'sunun yanından geçmemişler "real politik"i evelallah doğuştan bilir. Yani uluslararası alanda devletlerin ulusal çıkarları geçerlidir, Türkiye'nin ulusal çıkarlarını sağlamak için Sovyetler'i dengelemelidir. 1990'ların başına kadar bunu yaşadık. Şimdi Sovyetler bitti, "ABD'ye de AB'ye de karşıyız, çünkü ikisi de emperyalist" başladı. Ne oldu güç dengesi? Suya düştü, inek içti, dağa kaçtı, dağ yandı gitti kül oldu. İkisi de emperyalist deyince ABD tekeline teslim olmuyor muyuz, ulusalcılığı yabancı düşmanlığı olarak anlayan ve üstüne üstelik bir de sol sloganlarla yürütenler söylesin.

Gelelim azınlıklar konusuna. Üniversitedeki konferansıma gözleri hafif çekik bir zat geldi. Kendini tanıştırdı: "Efendim, Okan Daher. Finlandiya Tatar Türkleri İslam Cemaati Başkanı". Tam bir Türkiye Türkçesi; sadece, "2007 yılı" yerine "2007'nci yıl" diyor. Kitabevinde imza günü ve söyleşiye de gelerek çıkışta bizi Cemaat merkezine götürdü. Helsinki'nin merkezinde mülkiyeti kendilerine ait muazzam bir binanın iki katına yayılmış, içinde konferans ve tiyatro salonundan mescide, kütüphaneden çocukların Türkçe sınıflarına kadar her şey komple mevcut bir azınlık merkezi. Evet, Finlandiya'ya 1871'de ticaret için gelmiş Kazan Tatarları'nın torunları olan bu insanlar, Finlandiya'da resmen "ulusal azınlık" statüsüne sahip. Kadın cumhurbaşkanı Tarja Halonen'in Merkez'e yaptığı yemekli ziyaretin fotoları duvarlarda.

Duvarlarda, bir de, topu topu 800 kişilik bu "ulusal azınlık"ın ll. Dünya Savaşı'nda Finlandiya'ya verdiği ve 10'u şehit olan 256 askerin isimleri ve resimleri.

"800 kişilik azınlığın nesinden korkacaklar?" diyenler olabilir. Peki kardeşim, biz birkaç bin Yezidi'nin nesinden korktuk da kaçırdık zavallıları? Fukara Süryanilerin ne günahı vardı? Şimdi de bir ayağı çukurda 1500 Rum'un nesinden korkuyoruz da "Vatikan kuracaklar!" çığlıkları atıyoruz? Bu işin sayıyla ilişkisi yok. Neyle ilişkisi vardır, bilemiyorum artık. Ama kimliklerini tanıyıp da haklarını verdiğin zaman samimi sadakatlerini alıyorsun, onu biliyorum. Ayaklanmamak kadar ayaklandırmamak da milli görevdir.

Not: Sevr Paranoyasının son versiyonunu nasıl buldunuz? Isparta uçak kazasını da "uranyumun yerini alacak maden" toryum üzerine çalışan fizikçilerimizin öldürülmesine bağladılar ya, pes. Allah gecinden versin, gelecek kazaya bor madeni kesindir.
Devamı

Evlerinin Önu Boyalı Direk


Evlerinde lambaları yanıyor
Gözgöz olmuş cigerlerim kanıyor
Beni gören deli olmuş sanıyor
Ölürümde ayrılamam yar senden

Aman bir bahçeye giremezsen
Durup seyran eyleme eyleme …
Aman bir binayı yapamazsan
Yıkıp veyran eyleme …
Aman bir güzeli sevipte alamazsan
İsmini aleme rüsva eyleme …

Evlerinin önü boyalı direk
Yerden yere vurdun sen beni felek
Her acıya dayanamaz bu yürek
Ölürümde ayrılamam yar senden

Etiketler:

Devamı

25 Aralık 2007

Unutulurmu? Unutulurmuş!


Unutulurmuş

Aşk intikam kokan çicek
Sessizce simsiyah solar gider
Kalbimde hançeri
Acıtır rüyamda
Veda çeker kürekleri ağır ağır uzaklara

Söner nefes verir gibi aşk
Yürür hasret dolu vagonları
Yanan orman olmuş kalplerde
Unutulur mu hiç unutulur mu

Söner nefes verir gibi aşk
Yürür hasret dolu vagonları
Yanan orman olmuş kalpler
Unutulurmuş unutulurmuş

Aşk intikam kokan çicek
Sessizce simsiyah solar gider
Kalbimde külleri
Acıtır yağarken
Veda çeker kürekleri ağır ağır uzaklara..

Devamı

20 Aralık 2007

Başörtüsü Meselesi

Ülkemizin ikiye bölünmeden tartışmayı başaramadığı konulardan birisi de başörtüsü. Başörütüsü ile universitelere girilebilsin mi? Kamusal alan nasıl tanımlanır ve bu alanda dini simgelerle görev yapılabilir mi? Hizmet alınabilir mi? Ülkemizin fay hatlarından birisi bu konudan geçiyor.

Bu konuda kendi fikirlerimin tarihçesi bence ilginç bir geçmişten geliyor. İlk başlarda başörtüsüne tamamen karşı olduğumu hatırlıyorum. Hazırlıkta ingilzce öğretmeninin "Başörtülü birisini görünce arkadan yaklaşıp çözüvermek geliyor" dediğinde biraz rahatsız olmuştum ama çok da üstünde durmamıştım. Taa ki, mezun olduktan sonra eski mezunlardan birisi tarafından yapılan, bir ev toplantısında çok değer verdiğim bir hocamın "Eğitim almak temel insan haklarından birisidir. Ben dersime giren başörtülü kızın eğitim alma hakkını nasıl engelleyebilirim?" diyene kadar. Bu benim için temel bir sarsıntı anı oldu.

Üniversiteden bir arkadaşımın başörtülü arkadaşının eğitimde çektiği sıkıntıları dinledikçe, konu kafamda netleşti. İnsanların tercihlerine saygı duyulmalıydı. Özellikle çember sakallı, posbıyıklı erkeklerin universiteye bu gibi siyasi simgelerle girebiliyor olmaları, kızların ise dışarıda kalıyor olması bir ayrımcılık olarak canımı sıkıyor. Hem "siyasi simge"nin neresi yanlış bunu da bilemiyorum. Bize siyasetin politikanın kötü bir şey olduğunu kim söyledi? Tabi burada hizmet alan ve hizmet veren kavramını ayırdediyorum. Devlet adına hizmet veren kişiler belirli siyasi ve dini simgelerle iş göremezler. Eğer ilkemiz buysa yapmamız gereken çok iş var. Devletten hizmet alırken, karşınızdakinin tüm siyasi ve dini simgelerden arınmış olduğunu söyleyebilir durumda mısınız?

Kanımca, başörtüsü takmayanların, başörtülülerin okullara girmesi ile giderek başörtüsü takmanın norm haline geleceğini ve takmayanların takmaya zorlanacağından çekinmelerinin altında dağılmışlık, örgütsüzlük ve bundan doğan bir korku yatıyor. Öyle ya, Siyasi İslam ekolünden gelen akımların karşısında gerçekten alternatif yaratabilen bir hareket var mı? Siyasi islam yarın herkesi "mahalle baskısı" ile başörtüsü takmaya zorlarsa "meşum" kurtarıcıyı beklemekten başka yapabilecek neyiniz var? Kişisel hak ve özgürlükleri güvence altına almayı temel ilke edinmiş bir siyasi yapı, bir örgüt, bir parti biliyor musunuz?

İşte bu çaresizlik duygusudur ki, yarının korkusuna bugün özgürlüklerin kısıtlanmasından yana çıkabiliyor. O zaman çözüm de bellidir. Kişisel hak ve özgürlüklerin karşısında görünen her türlü siyasi akıma karşı, eşitlik, özgürlük ve dayanışmadan yana güçlü bir siyasi örgülenme. O zaman, türban takan genç kızın özgürlüğünden de çekinenler azalacaktır.

Başörtüsü takan yetenekli bir bilgisayar uzmanını düşünün. Devlet hizmeti göremez tamam. Ama kariyeri illa islamcı şirketlerle sınırlı olmak zorunda mıdır? Bu saflaşma giderek daha da keskinleşirken, insanları da çaresiz durumda bırakıyor.

Bu hususta okuduğum en zihin açıcı yazılardan birisi geçtiğimiz günlerde Radikal'de yayınlandı. Ben de paylaşmak istedim. Paylaşımı buraya koyarken, iki satır da ne düşündüğümü yazayım derken, laf lafı açtı. Buralara geldik :)


Başörtüsü... Nereye kadar? - Ayşe Kadıoğlu (Bağlantı)

1980'li yıllarda ABD'de siyasal ve toplumsal çatışmalara neden olan konuların başında kürtaj meselesi geliyordu. Konunun açıldığı sosyal ortamlarda insanlar birbirine giriyor, siyasetçilerin kamuya açık tartışmalarında kürtaj meselesinin gündeme gelmesi ile heyecan doruğa çıkıyordu. Siyasetin dışında konulardan da söz ettiğimiz keyifli dost meclislerinde bile söz dönüp dolaşıp kürtaj meselesine her geldiğinde kavga çıkardı. Acaba bu aklınıza bir şey getiriyor mu? Türkiye'de şu anda başörtüsü meselesi de benzer tartışmalara neden oluyor. Başın örtülmesini temel haklar düzeyinde ele alan ve bu kadınlara destek veren bazı liberal ve demokratlar kıyasıya eleştiriliyor. Peki onların başörtüsüne desteği nereye kadar?

Caran d'Ache'in karikatürü
Öncelikle aklıma gelen ünlü bir karikatürden söz edeceğim. Üçüncü Cumhuriyet Fransa'sının ayırt edici özelliği Dreyfus Meselesi idi. Fransız ordusunda yüzbaşı olan Alfred Dreyfus isimli bir Yahudi 1894 yılında Alman askeri ataşesine Fransız ordusunun sırlarını satmak, yani casusluk ve vatan hainliği ile suçlanmıştı. Fransızların L'Affaire olarak adlandırdıkları bu olay ile toplum, Dreyfus karşıtları (yani Yahudi karşıtları, monarşi, ordu ve Katolik kilisesi yanlıları) ve Dreyfus yanlıları (yani Cumhuriyetçiler, demokratlar ve ırkçılık karşıtları) olarak ikiye bölünmüştü. Toplumdaki bu bölünme ünlü heykelci Auguste Rodin, Edgar Degas, Claude Monet, Anatole France ve Emile Zola gibi ressam ve yazarları da içine çekmişti. Bu dönemin ünlü çizerlerinden Dreyfus karşıtı olan Caran D'Ache'ın çizdiği bir karikatür ise dönemin aileleri bile birbirine düşüren çatışmacı özelliğini son derece iyi özetliyordu. Bugün çoğu kişinin sadece bir kalem markası olarak bildiği Caran d'Ache, Dreyfus karşıtı idi ve içinde Yahudi karşıtı ve ordu yanlısı çizimler barındıran Psst...! isimli bir dergi çıkarıyordu. Caran d'Ache'ın ünlü karikatüründe iki çizim karesi vardır: Birinci karede, bir aile büyük bir masada güle oynaya yemek yer. Karenin altında masadakilerden birinin ağzından söylenmiş olan "Dreyfus meselesini tartışmayalım" yazar. İkinci karede ise masa yıkılmış, herkes birbirini boğazlar, havada sandalyeler uçuşur, altında ise "tartıştılar" yazar. İşte Fransa Üçüncü Cumhuriyeti'nde Dreyfus konusu, aileleri böyle bölmüştü.

ABD'de kürtaj meselesi
1980'ler Amerika'sında kimi zaman kavgayla son bulan ve polis müdahalesine maruz kalan eylemler de temelde hep kürtaj meselesi yüzünden ortaya çıkardı. Bugün ABD'de, Yüksek Mahkeme'nin 1973'te hamileliğin ilk aylarında kürtajı yasal kılan Roe vs Wade kararı ve bu kararın geri çevrilmesi üzerindeki tartışmalar, hâlâ en önemli siyasal tartışmalar arasında yer alıyor. Ahlakçı bir muhafazakârlığı savunan Cumhuriyetçiler, uzun zamandır kürtajın karşısındalar. 1980'lerde Amerika'nın doğu yakasındaki büyük şehirlerde kürtaj kliniklerinin önünde birçok eylem yapılırdı. Kendilerine "kürtaj karşıtı" yerine embriyonun yaşamına atıfla "yaşam yanlısı" (pro life) diyen gruplar, bu kliniklerin önünde boylu boyunca yerlere yatarak eylem yaparlardı. Kürtaj kararını kadınların kendilerinin vermesini savunanlar ise kendilerine "kürtaj yanlısı" değil, kadınların tercihine istinaden "tercih yanlısı" (pro choice) diyorlardı.

Başörtüsü ve reşitlik
Türkiye'de de bugün Caran d'Ache'ın ünlü karikatürünü hatırlatan bir bölünme ve kavga yaşanıyor. Başörtüsü meselesi açılınca huzurlu aile yemeklerinde tatsız tartışmalar oluyor, huzur kaçıyor. Hatta bu yazıda da "türban" yerine "başörtüsü" ifadesini kullanmama kızanlar vardır. Mesele öyle sembolik ki, türban mı yoksa başörtüsü mü dediğiniz önemli oluyor. PKK'ya "Pekaka" yerine "Pekeke" demek gibi. Adeta kullandığınız ifade sizi ele veriyor. Başörtüsü deyince, onu normalize ediyor ve neredeyse destekliyorsunuz zannediliyor. Oysa "türban" demek esas kötü niyeti bilmeye işaret ediyor. Türban takanlar, öyle büyükannelerin ya da evlere gelen hizmetçilerin taktığı masum bir eşarbı değil de militan bir kumaşı başlarına takıyor gibi algılanıyorlar. Ben de başörtülü kadınları içeren bir araştırma yapana kadar, her iki ifadeyi de kullanıyordum. Ancak anladım ki, türban ifadesi bu kadınların bazıları tarafından olumsuz anlamlarla yüklü. Adeta, siyahlardan söz ederken, bazı siyahlara hitaben ayrımcı bir ifade olan "nigger"ı kullanmak gibi algılanıyor. Türban ifadesi, başını örten kimi kadınları keyfi bir ayrımcılıkla karşı karşıya bırakıyor. Çünkü onun köktendinci bir dürtü ile takıldığı varsayılıyor. Üstelik bu ayrımlar da son derece keyfi bir şekilde yapılıyor. (Ben bu yazıyı yazarken Milliyet gazetesinde ikinci bölümü yayımlanmış olan yeni KONDA araştırmasında da bu ayrımın nasıl yapıldığı açık değil). Kiminki türban, kiminki başörtüsü, eninde sonunda keyfi bir tanım. Bence, tartışmayı bunun ötesine taşıyıp kişiye özgü temel hak ve özgürlüklerden söz etmek gerekiyor.

Türkiye'de gerek bazı liberaller, gerekse de demokratlar, başörtüsü konusunda kadınlara yıllardır destek veriyorlar. Çünkü bu meseleyi temel hak ve özgürlükler temelinde ele alıyorlar. Birçoğunun kişisel olarak başörtüsünden pek de hoşlandığını sanmıyorum. Ancak, başını örtmek bireysel bir tercihse eğer, bu tercihin arkasında durmak gerektiğini söylüyorlar. Adeta, kürtaj meselesindeki "tercih yanlısı" olmak gibi bir durum bu. "Kişisel tercih"le başını örten kadınların üniversitelere girmelerinde bir sakınca olmaması gerekir. Bunu engelleyen yasaklar konuyu daha da radikal bir hale getiriyor. Hatta TBMM de, devletin organları içinde, milletin temsil edildiği yer olarak farklı bir konuma sahip olduğu için, orada da başörtülü kadınların olabileceği düşünülebilir (en azından tartışılabilir). Ancak, devletin seçilmiş değil de atanmışlardan oluşan seçkinlerinin, başörtüsünü dışlayan kıyafet yönetmelikleri olması da anlaşılabilir bir durum. Devlet kendi atanmış memurlarının başörtüsü kullanmasının karşısında olabilir. Zaten demokrasi de sadece seçilmişler ve sadece atanmışlarla olamaz ve bunların arasında, herkesin kendi işini yaptığı bir dengeye dairdir. Mahkemelerde hakim başörtülü olamaz belki ama, sanık olabilmelidir. Ancak Türkiye'de zaman zaman bunun bile engellendiğini gördük.

Ancak demokratların başörtüsüne desteğinin de bir sınırı var. Bireysel tercih temelinde konuşabilmek için, bu tercihi yapacak kişilerin "reşit" olduklarını varsaymak gerekir. Geçtiğimiz hafta, kompozisyon ödülünü almak için çıktığı kürsüden indirilen kız çocuğu "reşit" değil. Onun başörtüsü takma "hakkı", üniversiteye giden ablalarınki ile aynı değil ve aynı gibi algılanmamalı. Bu fark çok ama çok önemli. ABD'de kürtaj meselesi konuşulurken "tercih yanlısı" konumu savunanlar, bunu yetişkin vatandaşlar için yapıyorlardı. Çocukların büyürken ve birey haline gelirken, her türlü dini ve milli baskının dışında tutulması son derece önemli. Bugün nasıl 11. sınıftaki -yani olsa olsa 16 yaşında olan- bir kız çocuğunun gidip kendi kendine kürtaj yaptırması düşünülemez ise, kendi kendine başörtüsü takmaya karar vermesi de anlamlı değildir. "Tercih hakkı" gibi temel hak ve özgürlükler yetişkinlik varsayımı üzerinden konuşulmalıdır. Elbette ki, çeşitli erkekler kollarını kavuşturmuş otururken, bu kız çocuğunun kürsüden indirilerek düşürüldüğü durum utanç vericidir, ancak olayın o noktaya gelmemesi ve bu kız çocuğunun zaten baştan okula başörtüsü ile gitmemesi gerekirdi. Başörtüsüne ilişkin "tercih" olsa olsa "reşit" olan üniversite öğrencileri açısından anlamlı bir tercihtir. İlk ve ortaöğrenim okullarında böyle bir "tercih" söz konusu olamaz. Genelde çocuklara takdir edilesi bir ihtimam gösteren Başbakan ve eşinin de bu kız çocuğuna teselli telefonu etmeleri bu ince ayrımı görmediklerine işaret ettiği için düşündürücüdür.

Bütün bunlar, çocukları ve henüz reşit olmayan gençleri "insan" yerine koymamak olarak anlaşılmamalı. Aksine, onları insan yerine koymak için onların bazı tercihleri "erken" yapmamalarını sağlamak ve birey olmalarına öncelik vermek gerek. Başörtüsü konusunda demokratların desteği, belli alanlarda ve "reşit"lik sonrası başlıyor. Cumhurbaşkanı'nın "eşi"nin başörtülü olması da bu anlamda bir sorun olmamalı. Ancak, bugün Türkiye'de hiçbir demokratın, çocukların başörtülü olmaları "hakkı"nı savunacağını sanmıyorum. Ne zaman, Caran d'Ache'ın ünlü karikatüründeki gibi, konuyu ilericilik-gericilik ekseninde mutlakçı bir kavgaya kilitlemekten vazgeçeceğiz? Ne zaman, başörtüsüne toptan karşı olmak ya da külliyen ondan yana olmak gibi bir mutlakçılığı bir kenara bırakıp bu ince ayrımları konuşacağız?




Etiketler:

Devamı

Bilge Sözler

16 Aralık 2007

Mobil İmza ile Bağlan Hayata!

Sayın Başkan



Sayın Başkan
Gel benimle bir yürüyüş yap
Yalnızca iki sıradan insanmışız
Ve benden daha iyi değilmişin gibi davranalım,
Sana bazı sorular sormak istiyorum
Eğer dürüst konuşabilirsek

Sokaktaki onca evsizi gördüğünde ne hissediyorsun?
Uyumadan önce kim için dua ediyorsun?
Aynaya baktıgında ne hissediyorsun?
Gururlu musun?

Geri kalamnımız aglarken nasıl uyuyorsun?
Bir annenin elveda devemeye firsati yokken
Nasil rüya görüyorsun?
Nasil başın dik yürüyürosun?
Yine de gözlerimin içine bakarak
Bana bunların sebebini söyleyebilir misin?

Sayın Başkan
Yalnız bir çocuk muydun?
Yalnız bir çocuk musun?

Nasıl söylersin?
Geride hiçbir çocugun kalmadıgını
Aptal degiliz ve kör degiliz
Hepsi senin hucrelerinde oturuyorlar
Sen cehemneme giden yoklu doserken

Nasil bir baba
Kendi hızının haklarını elinden alır?
Ve nasıl bir baba
Eşcinsel oldugu icin kızından nefret ederdi?

First Lady'nin ne demesi gerektigini
Yalnızca hayal edebiliyorum
Viski ve kokainden buraya uzun bir yol katettin.

Geri kalanımız aglarken nasıl uyuyorsun
Bir annenin elveda demeye firsati yokken
Nasil rüya görüyorsun?
Nasil başın dik yürüyorsun?
Yine de göslerime bakabilir misin?

Sana sıkı çalışmaktan bahsedeyim
Bir bebek yoldayken asgari ücret

Sana sıkı çalışmaktan bahsedeyim
Bombalar onları götürdükten sonra
Evini yeniden yapmak

Sana sıkı çalışmaktan bahsedeyim
Bir karton kutudan bir yatak yapmak

Sana sıkı çalışmaktan bahsedeyim
Sıkı çalışmak sıkı çalışmak

Sıkı çalışmak hakkında hiçbirşey bilmiyorsun
Sıkı çalışmak

Gece nasıl uyuyorsun?
Nasıl başın dik yürüyorsun?

Sayın Başkan
Benimle asla bir yürüşe çıkmazdın
Değil mi?

Etiketler:

Devamı

10 Aralık 2007

Yaşamın Kıyısında - Fatih Akın

Yorumlarım kısa süre sonra burada

Etiketler:

Devamı