29 Aralık 2007

Türkiye ve Finlandiya: Eğlenceli Karşılaştırma

Pazar günü Radikal gazetesinin eki Radikal 2'yi okumak benim için saatler süren bir seromoni halini alıyor. Genellikle bütün yazıları okuyorum. Geçtiğimiz haftalarda okuduğum bu yazılardan birisinde Baskın Oran, Finlandiya ile Türkiye karşılaştırması yapıyordu. Bir çok şehrini görme ve dostlar edinme imkanı bulduğum Finlandiya'nın yeri bende ayrıdır. Kuzey ülkeleri içinde en güzeli Finlandiya değildir belki, ama benim için en özelidir. Bu nedenle Finlandiya ile ilgili bu yazı zihnimde uzunca bir süredir yer etti.

Finliler, kavim olarak Orta Asya dolaylarından göç eden, Türk kaviminin komşusu bir halk. Nasıl Türkler, bir çok başka halk ve yöresel etkiyle karışmışsa, Finliler de o yöne gitmenin hakkını elbette vermişler. İsveç'liler kadar sarışın değiller ama "Dünya'da Herkes Türklerden gelmiştir" hikayesini destekleyemeyecek kadar kendine has insanlar.

Kar üzerinde 1 hafta yürüyüp, beyazlığın ortasında buzun üstünde açılan bir deliğin başında kimseyle konuşmadan balık avlamak en sevilen eğlencelerden birisi (ice-fishing). Dostlukta en ileri mertebe, bir kır evine gidip, saunada kafa çekerek zil zurna sarhoş olsan bile, karşındakine söyleyecek 1 (kötü) sözünün olmaması. Bir kanonun üstünde bir gölde günler ve geceler geçirmek ise "erkek-adam" olmanın doğasının bir gereği. Eh bunun doğal bir sonucu olarak da, Finliler kolay kaynaşan, açılan, dokülen insanlar değil. Ancak ilk anları atlatıp, belirli bir süreyi geçirirseniz çok sıcak, çok içten, çok samimi olabiliyorlar.

Finli dostlarımdan birisi, Bu yöne doğru gelirken "Güzel şarap, harika iklim, muhteşem sahiller güneyde diye bir levha varmış, biz o levhayı görmemişiz" diye takılsa da Finliler ile Türklerin mevcut halleri ile birbirlerine hiç benzemediklerini rahatlıka söyleyebiliriz. Akdenizli gibi davranabilmek için, tabiri caizse "eşşeklemesine" içmeleri gerekiyor. Bira gibi hafif alkollü içkiler su niyetine tüketildiği için, vodka gibi ağır içeceklerin şişe şişe bitirilmesi gerekiyor. Eh vergi yükü de ağır olduğu için Oslo'ya ucuz gemilerle gidip gelirken uluslararası sularda çılgın partiler vermeyi icad eden, 1 kasa vergisiz vodka için Estonya'ya gidip dönen insanların ülkesi Finlandiya.

Peki bir düşünün, göç böyle gelişmeseydi de Türkler ve Finliler yer değiştirmiş olsaydı hayatımızda ve bu ülkelerde ne değişirdi. Kolay cevaplanacak bir soru değil elbette.

Yapısalcı açıklamalara meyleden benim gibi kimseler için bu tür karşılaştırmaların ırk/milliyet gibi sebeplere dayandırılması çok hararetle desteklenecek bir durum olmasa da, 11 ay ağır kış şartlarında yaşayan 338,145 km² ye dağılmış 5.3 milyon insanın kişi başına $34,819 gelir yaratması (nominal $40,197) karşısında, 783,562 km² alana yayılmış 72 milyon nüfusla bizim kişi başına $9,628 gelirimiz (nominal $5,561) karşılaştırıldığında oldukça moral bozuyor.

Batı Avrupa demokrasilerinin gelişmişlik seviyesini ve gelir düzeyini, hep onların sömürgeciliğine bağlamaya alışığız. Peki iki kere işgal geçiren, kötü iklim koşullarında 5.5 milyon kişi bu refah seviyesini, hiçbir yeri sömürmeden nasıl yakalayabilimiş? Biz orada olsaydık, 11 ay kış boyunca çalışır mıydık? Yoksa nüfusumuz Çin ile yarışır hale mi gelirdi? Düşünmeden edemiyor insan.

Buyurun Baskın Oran'ın Finlandiya Türkiye karşılaştırması:

Komplekssiz insanlar ülkesinde - Baskın Oran (Bağlantı)

Finlandiya üzerine yazılmış ünlü kitabın adı bu değil, tabii. Doğrusu: Beyaz Zambaklar Ülkesinde. Bizde özellikle Harbiye öğrencilerinin amentülerinden biri olarak bilinir. Finlandiya'nın nasıl kalkındığını yabancı (Grigoriy Petrov) gözünden ve kaleminden anlatır.

Finlandiya ile Türkiye yalnızca altı yıl arayla kurulmuş. Üstelik, bu insanlarla yaptığım uzun konuşmalardan öğrendiğim kadarıyla pek aynı fikirde değiller ama, Macarların yanı sıra Finlerin de Türk olduğu bizim pek malumumuzdur. Onun için şimdi bir anlığına gözlerinizi kapayın, Finlerin yerine Türkleri koyun:

Türkiye'nin çektikleri

Türkiye (Osmanlı) tam 6,5 yüzyıl Yunan egemenliğinde kaldı (1155-1809). Bugün de bunun sonucu olarak Yunanca, Türkçe'nin yanı sıra ülkenin ikinci resmî dilidir. Bütün sokak isimleri ve hatta reklamlar iki dilde yazılıyor. Ayrıca, Türkiye sınırlarına dahil olduğu halde İmroz ve Bozcaada'da tek resmî dil Yunancadır.
Türkiye Yunan egemenliğinden 1809'da kurtuldu, Rusya'nın yönetimine girdi. İçişlerinde özerk olarak. Anlayacağınız, Yunanlılar Türkiye'yi Ruslara devrettiler.

1835'te, ulusal destan Ergenekon ilk defa yayınlandı.

Türkiye 6 Aralık 1917'de Rusya'dan bağımsızlığını elde etti. Fakat bu bağımsızlık üzerine İmroz ve Bozcaada "kendi kaderini tayin hakkı" kullanarak Yunanistan'a katılmak istedi. Milletler Cemiyeti askerden arındırılmak ve özerk kılınmak şartıyla burayı Türkiye'ye bıraktı. Türkiye de 6 Mayıs 1920 tarihli yasayla adalara eyalet parlamentosu kurma hakkı tanıdı. Yunanca'nın tek resmî dil olması bundan.
Türkiye, ll. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte, bu sefer SSCB işgaline uğradı. Ancak 1947 anlaşmasıyla kurtuldu. Bir kısım topraklarını SSCB'ye bırakmak zorunda kalarak.

Burası Türkiye. Daha önce iki yazıdan (hatırlayamadıysanız, yollayayım) ağzım fena yandığı için olayı hemen tadında bırakayım. Yukarıdaki bilgilerde "Türkiye"yi Finlandiya, "Yunan"ı İsveç yapınız. Rus aynen kalsın. "İmroz ve Bozcaada" yerine de Aaland Adaları'nı rica edeyim. Bir de, "Ergenekon" çıkacak, Kalevala girecek.

Bütün bunların özeti şu:

1) Dış açıdan: Finlandiya dışta sorunlu. "Çok hassas" bölgede kurulmuş. İki böğrü "düşman komşu". Bunlar ülkeyi işgalde sıraya girmişler.

2) İç açıdan: Finlandiya içte sorunlu. Nüfusun yüzde 5,6'sı anadil olarak İsveççe, bir kısmı da Sami (yerli) dili konuşuyor. Çoğunluk Luteran olmakla birlikte, Ortodoksların yanı sıra "hiçbir dinden yazılmayan"ların oranı yüzde 13. Hepsinden önemlisi, Finlandiya ile İsveç arasındaki denizin tam orta yerindeki Aaland Adaları'nın resmî mensubiyeti dışında her şeyi (halkı, yönetimi, dili, resmî dili, kültürü, vs.) İsveç'in. Azınlık konularını bilenler şunu iyi bilir: Bir ülkedeki azınlık ülkenin orta yerindeyse korkacak fazla bir şey yoktur. Sınırdaysa, durum ciddi olabilir. Eğer bir adadaysa, çok ciddidir. En basit örnek: Fransa ve Korsika.

Bunlar bizde olsa, yanmıştık
Tanıdık geldi mi? Hem Rus hem Sovyet "işgalini fiilen yaşamış" bir ülke ile 1946'da Sovyet "tehdidine maruz kalmış" bir ülkeyi karşılaştırıyoruz. Allah muhafaza, bu tarihçe ve durum bizde olsa halimiz ne olurdu meçhul. Bugün sokaklarda bir bayrak asan kaç bayrak asardı? Linç teşebbüsüne uğrayanların sayısı ne olurdu? Parti binası kurşunlamalar ve parti kapatmalar nasıl gelişirdi? Milletvekili dokunulmazlıkları? Yargımız "halkı kin ve düşmanlığa teşvik etmek" (TCK 216/1), "Türklüğe hakaret" (TCK 301/1), "Devlet organlarına hakaret" (TCK 301/2) "Halkı askerlikten soğutmak" (TCK 318) gibi "ulusal" davalarda ne iddianameler yazar ve ne kararlar verirdi? Yunanistan ve Rusya'ya düşmanlık durumları nasıl olurdu? Düşünmek bile ürkütücü.

Oysa milli marş sonradan Fince'ye çevrilmiş; marşın İsveççe yazarının anıtı, altında marşın metniyle birlikte, Helsinki'yi süslüyor. Hatta, kentin en büyük meydanının orta yerinde ve katedralin önünde Rus imparatoru II. Aleksandr'ın devasa atlı heykeli yükseliyor.

Dış politika açısından baktığımızda, biz dış güvenliğimizi ABD üsleri kurdurarak sağladık. Finlandiya iki bloka da girmedi ve güvenliğini kendi topraklarını SSCB'ye kullandırmamak biçiminde gördü. Nitekim, Avrupa'da ll. Dünya Savaşı'nın esas sona ermesi demek olan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) sonuç toplantısını 1975'te Helsinki'de yaptırması bunu simgeler.

Bizim Türkiye'de, uluslararası ilişkilerin u'sunun yanından geçmemişler "real politik"i evelallah doğuştan bilir. Yani uluslararası alanda devletlerin ulusal çıkarları geçerlidir, Türkiye'nin ulusal çıkarlarını sağlamak için Sovyetler'i dengelemelidir. 1990'ların başına kadar bunu yaşadık. Şimdi Sovyetler bitti, "ABD'ye de AB'ye de karşıyız, çünkü ikisi de emperyalist" başladı. Ne oldu güç dengesi? Suya düştü, inek içti, dağa kaçtı, dağ yandı gitti kül oldu. İkisi de emperyalist deyince ABD tekeline teslim olmuyor muyuz, ulusalcılığı yabancı düşmanlığı olarak anlayan ve üstüne üstelik bir de sol sloganlarla yürütenler söylesin.

Gelelim azınlıklar konusuna. Üniversitedeki konferansıma gözleri hafif çekik bir zat geldi. Kendini tanıştırdı: "Efendim, Okan Daher. Finlandiya Tatar Türkleri İslam Cemaati Başkanı". Tam bir Türkiye Türkçesi; sadece, "2007 yılı" yerine "2007'nci yıl" diyor. Kitabevinde imza günü ve söyleşiye de gelerek çıkışta bizi Cemaat merkezine götürdü. Helsinki'nin merkezinde mülkiyeti kendilerine ait muazzam bir binanın iki katına yayılmış, içinde konferans ve tiyatro salonundan mescide, kütüphaneden çocukların Türkçe sınıflarına kadar her şey komple mevcut bir azınlık merkezi. Evet, Finlandiya'ya 1871'de ticaret için gelmiş Kazan Tatarları'nın torunları olan bu insanlar, Finlandiya'da resmen "ulusal azınlık" statüsüne sahip. Kadın cumhurbaşkanı Tarja Halonen'in Merkez'e yaptığı yemekli ziyaretin fotoları duvarlarda.

Duvarlarda, bir de, topu topu 800 kişilik bu "ulusal azınlık"ın ll. Dünya Savaşı'nda Finlandiya'ya verdiği ve 10'u şehit olan 256 askerin isimleri ve resimleri.

"800 kişilik azınlığın nesinden korkacaklar?" diyenler olabilir. Peki kardeşim, biz birkaç bin Yezidi'nin nesinden korktuk da kaçırdık zavallıları? Fukara Süryanilerin ne günahı vardı? Şimdi de bir ayağı çukurda 1500 Rum'un nesinden korkuyoruz da "Vatikan kuracaklar!" çığlıkları atıyoruz? Bu işin sayıyla ilişkisi yok. Neyle ilişkisi vardır, bilemiyorum artık. Ama kimliklerini tanıyıp da haklarını verdiğin zaman samimi sadakatlerini alıyorsun, onu biliyorum. Ayaklanmamak kadar ayaklandırmamak da milli görevdir.

Not: Sevr Paranoyasının son versiyonunu nasıl buldunuz? Isparta uçak kazasını da "uranyumun yerini alacak maden" toryum üzerine çalışan fizikçilerimizin öldürülmesine bağladılar ya, pes. Allah gecinden versin, gelecek kazaya bor madeni kesindir.

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa