30 Nisan 2006

De La Guarda - Villa Villa

Geçen hafta İstanbul'da GNCTRKCLL'in getirdiği De La Guarda gösterisini izleme fırsatına erişen şanslı insanların arasına girdim. Gösteriyi daha önce gören kişilerden duyduğum değerlendirmeler "ilginç", "garip", "değişik" şeklinde olunca, daha da bir meraklanmıştım doğrusu. Reklamlardan da duyduğuma göre "simsiyah" bir çadırda geçecekti olay. Islak bazı sahneler görmüştüm. Bir de uçan adamlar. O nedenle, tedbirli davranıp ince giyinmiş, arabaya da bir yağmurluk almıştım.

Nasıl bir kalabalıkla karşılaşacağımızı bilmeden ParkOrman'a vardık. Çadıra girdiğimizde en fazla 600-700 kişilik bir kitle vardı. Biraz bekleme salonunda bekledikten sonra bizi gösterinin yapılacağı ortama aldılar. Alacakaranlık bir mekana girdik. Biraz üzerimizden tavanı teşkil eden kumaş veya kağıt benzeri bir satıh geçiyordu. Salona dolduktan sonra, ışıklar iyice karardı ve vahşi bir müzik eşliğinde tavanın üzerinden uçarak geçen "gulyabani"lerin silüetleri tavana vurmaya başladı. Önce çeşitli bilyeler attılar tavana, sonra çeşitli oyuncaklar, sonra da yüzlerce balon. Türlü çeşit ışık oyunundan sonra ışıklar kapandığında, tepemizde binlerce yıldızdan oluşan bir gökyüzü vardı. Sonradan öğrendiğime göre, gösterinin bu kısmının adı da "papel-paper" yanı kağıt imiş. Kağıt kısmının tadına yeni yeni varıyorduk ki, "bungee jumping" iplerinin üzerinde sallanan dansçılar kağıdı çeşitli noktalardan delerek aramıza gelene, ve çığlıklar atan birilerini alıp götürene kadar. Sonra gökyüzü kalktı ortadan, ve "değişik" bir gösterinin tam ortasında bulduk kendimizi. Sahne yoktu. Biz sahnedeydik.

Arkamızı döndüğümüzde, arkadaki büyük duvarın üzerinde iki kadının çılgınlar gibi koşarak birbirlerini kovaladıklarını gördük. Bir duvar saatinin sarkacı gibi bir birisi bir diğeri döne döne birbirlerini kovaladılar. Yatay düzlemde, dağcılık ekipmanı kullanılarak yapılan bu hızlı koşu, bu koşan ablaların ne kadar kaslı olması gerektiği konusunda seyircilerin yorumları arasında izlendi. Bu bölümün adı, ispanyolca anlamını bulamadım, Maracanã imiş. Daha sonra başımızın biraz üzerinde sallanan dansçıları izlemeye başladık. Birbirlerine çarpacakmış gibi geçen dansçılar, bir araya gelip tek parça bir araya gelip insan yumağı oldular ve birlikte salınmaya devam ettiler, ki bu bölüm de bollo yani topuz ismini taşıyor.

Daha sonra gösterinin duş bölümüne geldik. Üzerimizde uçtukları yetmezmiş gibi, bir de aramıza kurulan platformların üzerine, çadırın tepesinden dökülen suyun altında, muzik eşliğinde çılgınlar gibi, tekli, çoklu dans ettikleri sahnelere geçtik. Bu sahnelerdeki dans, daha sonra adının Zapateo olduğunu öğrendiğim bir Arjantin halk dansından üretilmiş bir tapdance ile devam etti.

Bundan sonraki kısım, herkesin heyecanla uçmayı beklediği "Fiesta China" kısmı oldu. Beyazlar giymiş bir dansçı üzerimizde koşarak süzülürken, seyircilerin arasına indi, gözüne kestirdiği bir kişiyi kendine bağlayarak, gökyüzünde uzaklaştı. Bu arada beyler bayanlar farketmez, çılgın dansçının kısmi tacizinden kurtulamadılar tabii. Duyduğuma göre, başka bir gösteride, mini etekli ferah bir seyirci de, herkesin üzerinde uçmaktan kendini alamamış.

Seyircilerin katılımının tavan yaptığı bu bölümden sonra, sıra yine duvarın önündeki kısımlara geldi. Bu kısımda önce, bir dansçı kırmızı ışık vurulmuş ve gevşetilmiş bir brandaya salınıp salınıp çarptı ve kumaş dalgalandıkça harika renk tonları ve estetik görüntüler sundu. Lonas (kanvas) adı verilen bu bölümde ayrıca kanvas duvar üzerinde biribiryle yarışan ve kavuşan bir çift gibi görüntülerle devam etti ve vurmalı çalgılar, bir solist, bir koro ve bir büyükbaş hayvan sesi ile çoksesli bir "progressive" bir müzik ve buna eşlik eden su altında danslarla son buldu. Dansın sular altındaki bu kısmına, isteyen seyirciler, mesela ben, de katıldık. Zaten, bu bir gösteriden çok, bizim seyirciler ne kadar "cool"luklarını koruyarak direnseler de, seyircilerin katıldığı bir parti havasında geçiyordu.

"Villa Villa" başlığındaki bu gösteriyi, De La Guarda bir cümle ile özetliyor: "Dil entellektüel değildir. Doğrudan vücuda, duygulara ve ruha gider". Cümle kurmadan yapılan bu iletişim de, etkileşimli bir şekilde, beş duyuyu birden meşgül etmek, hatta işgal etmek için hazırlanmış gibiydi. Arjantin'de Buenos Aries gece klüplerinden, 1993 yılında elektronik muzikle harmanlanarak çıkmış bu gösteri klüp kültürü, "rave" partileri ile gösteri ve dans tiyatrosunun bir araya gelmesiyle oluşmuş.

Seyirciler, biraz çekiliş ile bir araya gelmekten midir, "clubber" olmadıklarından mıdır nedir, bir türlü coşmadılar. Belki de ortamda içki olmadığı için seyirciler kıvama gelememişlerdi. Bilemem. Ama, ParkOrman'ın FG "clubbing" gecelerinden birinde olsaydı, muhtemelen çok daha kopuk bir eğlence olurdu. Benim bu günden sonra seyredeceklere önerim, spor ayakkabılarla, rahat kıyafetlerle, bir iki duble giriş yaparak ve mutlaka kendini eğlenceye ve parti ortamına kaptırıp dansedip zıplamaktır. Ve ille de gecenin sonunda suyun altında dansederek ıslanmak. Anın keyfi biraz da böyle çıkıyor. Yoksa zaman her halikarda geçiyor zaten. Ayrıca vakit geçsin diye uğraşmak ve sıkılıyor gibi yapmak gereksiz.

Meraklısı için De La Guarda İnternet sitesi burada, devam eden gösterinin kısımlarıyla ilgili animasyon burada.
Devamı

24 Nisan 2006

Yakındaki Konuşmalar

Bilenler bilir, oldum olası konuşmayı severim. Diğer açıkgünlüklerimden biri olan http://www.bilgiguvenligi.org 'u takip ediyorsanız geçtiğimiz günlerde SEMOR'un ITEXPO 2006 etkinliginde konuşmacıydım. Önümüzdeki günlerde konuşmacılık takvimim ise şöyle, dinlemek isteyenleri bekleriz:


SACIS Expo 2006 - Security, Audit and Control of Information Systems - 4-5 Mayıs 2006, AÇIK PANEL : Kurumsal Bilgi Güvenliği Sertifikasyonu - KONUŞMA: Bilgi Güvenligi Adaptasyonu: Bilgi Güvenligi Yönetimi'nde Organizasyonel Olgunluk Seviyeleri

14. Ulusal Yönetim ve Organizasyon Kongresi - İnsanın Alacası İçinde: Türkiye’de Bilgi Mahremiyeti Kavramının Boyutları ve Düzenlenmesine İlişkin Kritik Bir Perspektif. 25-27 Mayıs 2006, Erzurum, Türkiye

European Telecommunications Resilience and Recovery Association (ETR²A) - 4th Annual Conference - 1-2 Haziran 2006 Sophia Antipolis, Nice, France - Information Security Management, Processes, Standards and the Myth of “Best Practice”
Program:

BT Haber Platform
Bilgi Güvenliği, 5 Haziran 2006

Academy of Management Conference
Atlanta, Georgia - August 11-16, 2006
The Recursive Dualism of Technology: A Processual Perspective to Technology Adaptation
Devamı

23 Nisan 2006

Gerçek Yalanların Türevidir

Dün film DVD'lerine bakarken, elime, izlemek isterken kaçırdığım bir film denk geldi. Antalya'da geçtiğimiz yıl en iyi film seçilerek altın portakala erişen bunu oldukça mütevazı bir bütçe ile yaptığını bildiğimiz "Türev". Hemen aldım, eve geldim ve TV başına kuruldum.

Türev filminin sinopsis'inde şöyle tarif edilmiş: Süreyya, yasamsal sorunlari olmayan, varlikli, egitimli genç ve güzel bir kadindir... birlikte oldugu genç reklam yazari Nazim’la evlenmek ve mutlu bir yasam sürdürmek ister. Ancak, iç dünyasinin ‘marazi vesveseleri’ arasinda savrulan Süreyya, evlenmek üzere oldugu sevgilisi Nazim’in sadık olup olmadıgını ögrenmeye takilmistir...Süreyya, evlenmeden önce bu sorulara bekledigi(!) yanitlari almak, için ... yakin arkadasi Burcu’dan bir istekte bulunur: Burcu, sevgilisi Nazim’a ilgi göstermeli ve hatta onu bastan çikarmak için elinden gelen her seyi yapmalidir. Baslangiçta bu teklife siddetle karsi çikan Burcu (21), Süreyya’nin israrlarina boyun egmek zorunda kalir. Bu arada, butun bunlardan habersiz Nazim'in onerisi ile Burcu'nun bitirme odevi için herkes, evindeki el kamaralarina her gun kendi özel duygu ve düsüncelerini daha sonra Burcu'ya vermek icin itiraf etmektedirler. Filmi kısaca, "evlenme hazırlıkları içinde olduğu sevgilisinin sadakatini test etmek isteyen genç bir kadının, en yakın arkadaşını, sevgilisiyle ilişkiye zorlamasını anlatıyor" diye tarif etmek mümkün, ama film bundan fazlasını içeriyor.

Belirli bir dar çevrenin refah içindeki gençliğinin yaşamındaki bir hikayeyi yansıtan film, özellikle bu kesimin dilinden yazılmış replikleri ve aktüel kamera kullanımı ile hayli gerçek hissi veriyor. Sanki gerçekten böyle bir hikaye yaşanıyor da, birisi de elinde gizli kamera olan biteni çekiyor. Filmin senaryosunu yazan ve yöneten Ulaş İnanç, detaylı bir senaryo çalışması yaptığını söylese de, özellikle diyaloglarda, pek çok yerde, oyuncularla birlikte doğaçlama metodlarını sıklıkla kullanmış gibi görünüyor. Bu da filmin gerçeklik duygusuna önemli katkıda bulunuyor. Her ne kadar, Nazım'ın çapkın ama hafif kazma arkadaşını oynayan Tuğra Kaftancıoğlu bazı sahnelerde doğaçlama problemi mi yaşıyor, yoksa karakterin niteliği mi role yansıyor bilemiyorum.

Ulaş İnanç, Türk sineması ve kültürü içinde gerçekçiliğin bir akım haline gelmediğini söyleyerek, bu filmde, alışık olmadığımız bir gerçekçi ve samimi perspektif tutmaya çalıştıklarını söylüyor. Daha önce, özgür sinema yazısında da belirttiğim gibi, dijital teknolojinin nimetleri sayesinde, "belli bir samimiyet, dürüstlük, felsefi, ahlaki, psikolojik anlamda belli bir derinlik" içeren "bir kamera ve iki oyuncuyla evrensel bir şey"ler yapmanın mümkün olduğunu söylüyor bir söyleşisinde. Türk sinema sanatında, bu tür bireysel ve özgür denemelerin artması ile ticari yaklaşımların törpüleneceğini ve İran sineması kadar kuvvetli olmaya yönelebileceğini söylüyor. Gerçekten de, son yıllarda İF film festivalinde gördüğüm İran filmlerini hatırladıkça, katılmamak mümkün değil.

Türev filmini çok mu beğendim? Hayır. Zaten bu güne kadar alışık olmadığımız bir tarzın ürünü olan bu filmi, tek görüşte çok beğenmek çok da mümkün değil. Filmin doğal ve gerçekçi yaklaşımını sevdim ama ilişkilendirildiği dogma akımından kaynaklanan kamerayı aktüel kullanmak ve sabitlememek seçiminden zaman zaman filmin beni tuttuğunu söylemeliyim. Filmdeki karakterlerin tek yönlü tiplemeler olması eleştirilebilir ancak ben bunun yönetmenin, filme konu olan gençlik kesiminin hayatına dair bir gözlem ve eleştirisi olduğunu düşünüyorum.

Meraklısı için, ticari olmayan özgür sinemanın kurallı(?) manifestosunu içeren dogma (dogme) akımının web sitesi burada, akımla ilgili detaylı bilgi için ilgili Wikipedia sayfası burada.
Devamı

17 Nisan 2006

"Ben Picasso Gördüm"

Yazmaya ancak fırsat buluyorum ama kısaca Picasso'nun eserlerini görmeye çalışırken günümü gördüm de denebilir. Tabii suç benim. 28 Mart'a yani serginin kapanışına bir hafta kala, üstelik uçsuz bucaksız sıraya 10:45 gibi çok geeeç bir saatte girerek ne umuyordum ki? Bir yandan yoğun ilgi çok sevindiriciydi. Ama kardeşim, bir kuyrukta da bütün gün beklenmez ki. Neticede içeri girmeye hak kazandığımda saat 17:00 idi. Sırada önüm ve arkamdakilerle iyice tanış olmuştuk bu süre zarfında. Hani zorlasak, akraba çıkmak mümkün. Araştıracak yeterli zaman var ne de olsa. Beraber gitmeyi planladığım tüm arkadaşlarım, ya vaz geçtiği veya çoktan gittiği için, bu sırayı tek başıma bekledim. Ne mi yaptım o kadar saat? Sürekli müzik dinledim ve halimizin fotoğraflarını çektim (eserlerin değil). Buyurun aşağıda.

Resimlere geçmeden önce izdiham nedeniyle yeterince keyif alamadığımdan şikayet etmeliyim. Zaten mızmızlanmadan olmaz, okumuşluğun şanındandır. Ama Sabancı Müzesi'nde bir araya getirilen bu kolleksiyon, sanatçının tüm dönemlerini belirli bir kronoloji içinde takip edip, hem hayatını hem eserlerini hem de bu dönemde yaşadığı serbest geçişleri görmek açısından oldukça ilginçti. Kalbalıktan, insanların eserlere karşı ölçüsüz dikkatsizliğinden rahatsız oldum. Tablolara dokunmaya kalkanlar, heykellere, binanın kolonuymuş gibi yaslanmaya çalışanlar karşısında müzenin güvenlik görevlileri bitmek bilmeyen bir çabanın içerisindelerdi. Görebildiğim kadarıyla muaffak da oldular.
Eserlerin detayına girip ahkam kesmeyeceğim, zaten haddim de değil. Zaten ben dahil izleyicilerin büyük bir bölümü, başlıktaki ruh halinin içerisindeydiler. Yine de, eserleri tek tek gezip, belirli bir zaman ayırarak, kulaklıktan metinleri eksiksiz dinlemeye ve video gösterilerini seyretmeye özen göstererek, Picasso'nun hayatı, politik duruşu, eserleri ve eserlerine yansıyan sevgilileri hakkında bir fikrim oldu. En hoşuma giden de, sevgilisinin çıplak bir şekilde yatmasını temsil eden, figüratif olmaktan hayli uzak, hatta anlaması zor bir tablonun önünden geçen 6 - 7 yaşlarında bir kız bir erkek iki çocuğun, şöyle bir tabloya bakmasından sonra erkek çocuğun yaptığı "sex yapmışlar" yorumu oldu. Altı yaşında Picasso sergisi gezip, tabloyu da doğru teşhis eden bu veledler büyüdüğünde dünya nasıl bir yer olacak kim bilir.


























Devamı

16 Nisan 2006

İstanbul masalları

Bu pazar kendime bir iyilik yaptım. Akşam yemekte sonra, uzun süredir DVD rafını bekleyen "Anlat İstanbul" filmini seyrettim. Ümit Ünal'dan senaryo dersleri aldığım kısa süre içerisinde sinemalarda oynuyordu, ama gitmeye fırsat bulamamıştım. Şimdi Ümit Hoca ile yollarımızın kesişme ihtimali çok düşük olduğundan o zamanlar gitmediğime ve bu tad damağımdayken iki laf edemediğimize üzgünüm doğrusu. İzlemediyseniz izlemenizi tavsiye ederim. Sinemalarda yok ama DVD'si yaygın biçimde satılıyor. Türk sinemasının bu heyecan veren örneklerini izlemek, bilmek, bu heyecanı paylaşmak lazım.

2005 yılının en mühim Türk filmlerinden olan Anlat İstanbul'un senaryosu, Ümit Ünal'a ait. Filmin iç içe geçmiş, aynı gece içinde paralel olarak geçen, çeşitli masallardan türeyen ve bir araya gelip İstanbul için bir hikaye anlatan, incelikli senaryoryosunu yazmış Ümit Hoca. Filmi daha da orjinal kılan bir boyut da, her bir masalın ayrı bir yönetmen tarafından çekilmiş olması. Yönetmenler Ümit Ünal, Kudret Sabancı, Selim Demirdelen, Yücel Yolcu ve Ömür Atay. Üç kişinin bir araya gelip bir köfte ekmek tezgahını bile işletmekte zorlandığı bu iklimde, kendi başına ayakta duran, kendi ruhu olan ama sırıtmayan, eklemlenebilen bir film bütünlüğü koyabilmiş ekip. Fikir Türkan Derya'ya aitmiş. Kamera arkası videolarına bakılırsa, yönetmen hükümranlıklarından biraz fedakarlık edip, hep birlikte çalışmışlar. Ümit hoca, biz aynı binayı birlikte inşa eden mimarlar, duvar ustaları gibiyiz diye tarif ediyor çalışmalarını. Tabii beş ayrı yönetmenin biçim, yaklaşım ve üslubunu bir filmde birleştiren de görüntü yönetmeni Mehmet Aksın'ın ustalığı olmuş gibi duruyor. Bir tek, filmin sondan bir önceki öyküsü "Kırmızı Başlıklı Kız", hapisanedeki dramatik başlangıcı ve hikayelerin merkezinde duran cinayet ile olan gevşek bağlantısı nedeniyle hikayelerin biraz dışında kalmış gibi geldi bana. Fakat netice olarak, kurgu açısından fakir bulduğum Türk sineması için, dünyada çok bulunan ama Türkiye'deki nadir görülen kurgu örneklerinden biri çıkmış ortaya. Rahatlıkla seyircinin kafasını karıştırıp midesini bulandırabilecek bir salçalı spagetti, çok da güzel tatta bir bulmaca halinde çıkmış karşımıza. Zaten Ümit Ünal'ın önceki senaryo ve yönetmenliklerinde de bizim için alışılmadık kurgular vardı. Hemen aklıma "Dokuz", "Hayallerim, Aşkım ve Sen" ve "Teyzem" geliyor.

Bir çok hikaye olduğu için "yan rol" yok diyor Ümit Ünal. 24 önemli rol, bir sürü de mekan. Pahalı helikopter çekimleri vs. olmasa da, esas bu filimde oyuncu İstanbul'un kendisi gibi görünüyor. Yer üstünden yer altına her yerinde film olmuş. Öyle ki, Atilla Dorsay, "Hep deniyor ya, güzel İstanbul'u dekor olarak kullanan filmler yapalım, bu kenti dışarda tanıtalım diye. İşte size nefis bir örnek. Bu kent hiçbir filmde bu denli büyüleyici olmadı, mekanları hikayeyle bu kadar iç içe kullanılmadı." diyor. Bu kadar çok set hazırlayınca, sorunlar yaşanmış tabii. Elbette ekibin de farkettiği ve kamera arkası videolarında da gördüğümüz gibi, Uyuyan Güzel masalında köşke giren Kürt gencine duvardaki Osmanlı paşasına fiziken benzemiyor, bu da hikayenin omurgası olduğu için, seyircinin konsantrasyonu orada biraz dağılıyor.

Oyunculuklara gelince. Hiç birini seyrederken, gerçeklik hissini dağıtacak bir hal ile karşılaşmadım. Genellikle birbirine benzer rollerde seyir etmiş olsam da, bazen kendimi tiyatro izliyor gibi hissetsem de, Altan Erkekli'nin oyunculuğu iyiydi demenin zaten bir haber değeri yok. Transseksüel Banu rolü oynayan Yelda Reynaud ve ona kanat geren Mimi rolünde de Güven Kıraç çok iyiydi. Senaryoda Banu'nun cinsini anlatmak için 40-41 numara ayakkabı giydirmesini çok akıllıca bulduğumu söylemeliyim. İşte böyle filmleri seviyorum. Başka bir filmde bu çok daha kaba biçimde verilebilir, hatta seyircinin anlama yeteneği ile alay ediliyormuş gibi olabilirdi. "Türk sinemasında iyi senarist az" muhabbetine, Ümit Ünal bakın ne yorum getiriyor: "Türkiye’de az sayıda iyi senarist çıkıyor denir hep. Ben az sayıda yönetmen, yapımcı çıktığını düşünüyorum. Senaryo yazmak teknik bir iştir ve yaparak öğrenilir. Bu kadar az filmin yapıldığı bir ülkede az sayıda iyi senaryo ve senaristin çıkması son derece normal diye düşünüyorum".

Bu arada, İstanbul'un acımasız biraz doğulu, biraz batılı ama malesef Amerikalı temposunda, filmin bize söylediği gibi kaybedenlere, tutunamayanlara hayat hakkı yok, filmin sonunda bunun farkına varmaya, bunu düşünmeye başlıyorsunuz. "Kipling'in 'Dogu dogudur, Batı batıdır' diye bir şiiri var ama dogu diye bir şey yok. Doğu ve batının ülkemizde bu kadar tartışıldığı bir dönemde, anlamlı olur diye düşündüm" diyor Ümit Ünal. İstanbul'u anlatacağız, masal anlatacağız diye ne oryantalizme ne de Türk'ün dosta düşmana propogandasına dönüştürmeden, hem eleştirel, hem içeriden, hem dışarıdan bir göz ve Türk kahvesi gibi katmanlı bir tad bırakıyor insanın ağzında. Bir kere değil, arşive koyup ara sıra içmek gerek.
Devamı