Organize İşler
Görmeyi Düşünen Okumasın, Katil Uşak
Geçen hafta nihayet tezin son kopyasını, okunmak için juri üyelerine dağıtınca, kendime bir ödül verdim ve uzun zamandır ilk defa çıkıp bir filme gidebildim. Sinemaya gitmeyi çok sevdiğim için, yüksek tempo yüzünden fırsat bulamamak çok canımı sıkıyordu zaten. Cuma akşamı, aklımdaki birkaç filmden bir tanesi olan "Organize İşler" filmine, İstanbul'daki en sevdiğim sinema "Emek Sineması"nda gittim. Kolayca bilet buldum ve oldukça boş bir salonda izledim filmi.
Açıkçası, Vizontele ve Vizontele Tuba'yı sevmiş birisi olarak Yılmaz Erdoğan ve BKM'den daha iyi bir film bekleyenlerdendim. Tabii burada filmi nelerle karşılaştırdığımız önemli. Filmi, ortalama Holywood filmleri ile karşılaştırıyorsak mesele yok denebilir ama dramatik yapısı kuvvetli, başarılı, akılda kalan, sözü olan filmlerle karşılaştırınca izlenimlerim pek olumlu değil malesef.
Senaryo Yazarları derneğinde, senaristlerden birisi "Bir kişi ile başka birisi karşılaşır, VE OLAYLAR GELİŞİR" diye bir senaryo olmaz demişti. Ümit Ünal'ın defalarca senaryonuz ne anlatıyor, "Ana hikayeniz ne anlatiyorsa, dramatik yapısını ona göre iyi kurmak, fazlalıklardan kurtulmak lazım" deyişi geliyor aklıma. Malesef, Organize İşler'de ana hikaye üçkağıtçı "Asım Noyan" ile başarısız saf komedyen "Süpermen Samet" karşılaşırlar VE OLAYLAR GELİŞİR gibi olmuş. Karakter ve tipleri tanıtmak için giriş bölümü çok uzun tutulduğu için, asıl hikaye olduğunu tahmin ettiğim, "Eğitimli, kültürlü, namuslu Ocak ailesi, araba satın alırken kandırılıp paralarını ufak bir mafyaya kaptırınca ne yaparlar" hikayesi arkada kalmış. Ayrıca eğer ana hikaye buysa, o zaman entellektüel küçük burjuva Ocak ailesinin etrafında daha fazla geçmeliydi film. Hırsızın hikayesi değil de ortalama ailenin hikayesi olsaydı, hırsızlığa övgü olarak değerlendirme tehlikesinden uzaklaşıp, hepimizin kendinden birşeyler bulduğu bir hikaye olmaya daha çok yaklaşırdı.
Film ilgili bir metinde şöyle tarif edilmiş: "‘Organize İşler’ araklayanlarla araklananların hikayesi ... Kimin kimi kurtardığının, kimin kimden arakladığının tam belli olmadığı dünya şahanesi İstanbul’da tüm işler organizedir ve ‘organize’ her zaman işler. Hâl böyle olunca Süpermen bile İstanbul’a gelince hayatının dayağını yer. Dara düştüğünüzde sizi birileri kurtarabilir. Asıl sorun o birilerinden bizi kim kurtaracak?". Dert edindiği hikaye buysa filmin, "O birilerinden bizi kim kurtaracak" kısmına hiç değinmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Yılmaz Erdoğan filmi bir yerlerde "'Şehri bu durumdan yerli bir süpermen gelse kurtarabilir mi?' diye düşündük." diye tarif ediyor. Açıkçası ben filmden böyle bir tad da almadım.
Film, filmi yapanlar tarafından "komedi - aksiyon" olarak tarif edilmiş. Dolayısıyla, Internet sitelerinde gördüğüm, filmde yeterince gülmediğini söyleyenlere, film komedi filmi değil ki diye yorumla cevap vermek abes kaçıyor. Evet bu bir komedi filmi. Ancak, araya serpiştirilen, "Tabut üçkağıdı" gibi kesitler, ana hikaye güçlü oluşturulmadığı için "Bir Demet Tiyatro"daki parodiler gibi kalıyor ve anlatım bütünlüğünü bozuyor, konuyu dağıtıyor. Zeki ve yaratıcı birisi olduğunu düşündüğüm Yılmaz Erdoğan'ın sponsor'a ait ürün yerleştirmesi yapacağım derken, filmin ortasına nal gibi oturttuğu Bonus - Kasiyer kız espirisi ise hiç olmamış.
Üstelik "Tabut Üçkağıdı" sonrasında, "Asım" ın yaptığı, "Ya tabutun içinde olacaksın, ya tabutu taşıyanların ya da bu işleri organize edenlerin arasında" yorumunu, filmin esas mesajını oluşturduğunu ve ahlaken de oldukça problemli olduğunu düşünüyorum. Bütün bu parçalar bir araya geldiğinde film, izleyici karşısında üçkağıtçılığı olumlayıp, mafya ile başı derde girenin daha büyük mafya bulmasını makul ve meşru gösterir bir tutuma düşüyor. Türk sinemasının delikanlılığı öveyim derken, "anti-sosyal" olmayı övme merakından sonra şimdi de hırsız ve üçkağıtçılığı övmesi dönemine mi giriyoruz? Filmin sonunda küçük hırsız büyük hırsızdan bir şekilde intikam alsaydı, yine de bir delikanlılık övgüsü yapılmış sayıp geçebilirdik, ama bu haliyle büyük hırsızların kabullenilmesi ve kurumsallaşması gibi bir mesaja takılıp kaldık.
Gelelim, "Filmin Jönü İstanbul Şehri" meselesine. Film boyunca, Erdoğan çok miktarda havadan İstanbul görüntüsü kullanmış ve İstanbul'un güzelliklerini filmin içine serpiştirmiş. Bu kareleri çekebilmek için yurt dışından, daha önce Türkiye'de kullanılmamış bir teknolojiyi Türkiye'ye getirmiş ve bolca kullanmış. Teknik gelişmişlik ve çıtayı yükseltmek açısından, ayrıca İstanbul'un güzel görüntülerini bize ulaştırmak açısından başarılı olsa da, filmin zaten zayıf olan dramatik yapısını ve anlatım bütünlüğünü iyice bozmuş. Okuduğuma göre, yapılan hava çekimlerinin neredeyse hepsini, muhtemelen maliyeti ve estetik değeri nedeniyle kesmeden filmin içinde kullanmış, öyle olunca da biraz fazla kaçmış. Hava çekimlerinin ve şehir fonunun dramatik bir öğe olarak kullanılmasına bir çok örnek bulabiliriz dünya sinemasından. Benim aklıma yakınlarda izlediğimiz ve beni çok etkileyen Alejandro Amenábar'ın Ramon Sampedro'nun yaşamı anlattığı "İçimdeki Deniz / Mar Adentro" filmindeki hava çekimleri ve muziğin birarada kullanımı geliyor. "İçimdeki Deniz" filminde Ramon Sampedro'nun sahile gittiğini hayal ettiği ve mahkeme için Madrid'e götürüldüğü, filmin en vurucu sahnelerinde, anlatımı destekleyen bir unsur olarak kullanılmıştı hava çekimleri. Gözüm açıkçası "Organize İşler"de de böyle bir kullanım aradı.
Ukalalıkta sınırları aştık gidiyoruz ama açıkçası filmin kurgusunu da beğenmedim doğrusu. Filmin daha ilk sahnelerinde büyük mafya Müslüm'ün (Cem Yılmaz), Asım ve ekibini dövdüğünü öğrendik de elimize ne geçti? Filmin sonunu öğrendik de arada neyi merak ettik? Umut Ocak'ın (Özgür Namal) büyük mafyayı nasıl organize ettiğini ve hatta Büyük Mafya'nın içinde ne gibi bir iş yaptığını, ailesinin bu çalışmayı ve işverenin kimliği hakkında ne düşündüğünü, hatta büyük mafya organizasyonu sırasında anne Nuran Ocak (Demet Akbağ)'ın neler düşündüğü ve nasıl çelişkiler yaşadığını da görmüş değiliz. Peki filmi bu şekilde kurgulamak ne işimize yaradı?
Ayrıca, senaryonun dramatik derinliği yeterli olmayınca da karakterler tipleme seviyesinde kalıyor. Örneğin, Süpermen Samet öldüresiye dayak yediği halde Umut'a olan aşkı ile bu durumu nasıl değerlendirdi, nasıl bir muhasebe yaptı. Aralarında geçen basit diyalog (özür dilerim, olsun canım) bu soruları seyircinin kafasından silmek için yeterli midir? Veya çok iyi bir oyuncu olduğunu düşündüğüm Altan Erkekli'nin anlattığı "Yusuf Ziya Ocak" karakteri "başarısız ve toplumdan kopuk aydın" tiplemesinden öteye geçemiyor. Bunun suçu da kuşkusuz, oyuncudan değil, senaryonun ona biçtiği derinlikten olsa gerek.
Medyatik olmak amacıyla belki, filmde hikayeye katkısı olmayan ama figuran da olmayan bir çok oyuncu eklenmiş. Asım'ın sevgilisi rolünü oynayan Ebru Akel (Nilüfer), hatta Müslüm'ün manken sevgilisi rolünde Berrak Tüzünataç (Ebru) hikayeye katılmamış. (Berrak'ın tarifsiz güzelliğini söylemeden geçemeyeceğim). Ayrıca filmin sonu da bu anlamda havada kalmış. Karısı, Asım'a niye döndü, anlayan beri gelsin.
Bence filmin en başarılı unsurları Cem Yılmaz ve Tolga Çevik'ın oyunculukları. Cem Yılmaz bu filmdeki oyunculuğu ile gel geç ve Mehmet Ali Erbil gibi giderek kendi karakterine hapsolup her filmde aynılaşan bir yetenek olmadığını gösteriyor. Alışıldık Cem Yılmaz hareketlerinden hiçbirini yapmadan, açıkça güldürmeye oynamadan, çok zorlu bir rolü çok başarılı oynuyor. Tabi biz seyirciler, Cem Yılmaz'ı görünce gülmeye başlama şartlanmasını nasıl aşacağız, o da başka bir sorun. Cem Yılmaz'ın oldukça kısa süren rolüne karşı, filmin tanıtımlarında başrollerden biri gibi öne çıkmasını da çok doğru bulmadım. Tanıtımlara bakarak, bol bol Cem Yılmaz göreceğim sanarak gelen seyirciler, tadı damaklarında kalan sahnelerle, biraz aldanmış olarak çıkıyorlar salondan. Tolga Çevik de keyifle izlenen, filmleri aranacak, takip edilecek bir oyuncu olarak sinemamızın önemli oyuncularından birisi haline gelebilir. Rolünde çok başarılıydı doğrusu.
Golf topu ile dayak atma motifini başka bir filmde gördüğüme neredeyse eminim ama malesef hatırlayabilmiş değilim. Sinemada gülenlerin aksine, oldukça vahşi geldiği için, ve kamera kullanımı ile uçan golf topu bizim üzerimize geldiği için, yani bir anlamda golf topu ile seyirci dayak yediği için, bana pek komik gelmedi. Zaten film, seyirci kendisini Ocak ailesi ile özdeş mi görsün, hırsızdan yana mı olsun konusunda oldukça net. Kendimizi küçük hırsızdan yanda buluyoruz ve onunla birlikte dayak yiyoruz. Ama sahnenin dramatik olduğuna şüphe yok. Yine de seyirci neye güldü anlamadım. MTV'deki "Jackass" tipi programlara da ben pek gülmüyorum. Sanırım ona benzer bir durum.
Filmi izlerken, bir yandan saf iyi yürekli anadolu delikanlısı karakteriyle Süpermen Samet, bir yandan da delikanlı, kıvrak zekalı, bu sokakların adamı, mini-mafya çapkın Asım rollerinin her ikisinin de Yılmaz Erdoğan'ın kendi kimliğini okumasının parçaları olduğunu düşünmüştüm. Yani bu karakterler bir nevi Yılmaz Erdoğan'ın ego'sı ve alter-ego'su diyebiliriz. Yılmaz Erdoğan neredeyse eminim, tepki çekmeyeceğini bilse iki rolü de kendisi oynamak isterdi. Bence bu durum, deniz kıyısında Samet ile Asım'ın ilişkilerinin muhasebesini yaptıkları karede, Asım'ın Samet'e "Evreşe'lisin, Evreşe'nin yolları aslında dar değil ve komedi malzemesini Süpermen'de arıyorsun. Ben sizin işinizden anlamam ama, bu malzemeyi kullansana" dediği karede iyice su yüzüne vuruyor.
5 Milyon dolar mertebesinde para harcanıp 70'i profesyonel oyuncu 1700 kişinin rol aldığı, kamera arkasında 150 kişinin çalıştığı bir film, elbette eleştirilecek. Filmi beğenmeyenler de elbette neden beğenmediklerini söyleyecek. Bu eleştirilere Yılmaz Erdoğan'ın verdiği tepkiler de çok sağlıklı görünmüyor doğrusu. 5 milyon dolar harcadıktan sonra, eleştirenlere "5 YTL'lerini geri verelim" diye dayılanmak, bir içgörü eksikliğine işaret etmiyordur umarım.
Yukarıda kendi penceremden özetlemeye çalıştığım eksiklikler bence senaryonun sağlam olmamasından kaynaklanıyor. Elbette çekim aşamasında değişiklikler olur ama "1.5 yıllık bir sürede" 7 kez değişen senaryo çekimler sırasında da hız kesmeden değişmeye devam edince, işte böyle bazı şeyler havada kalıyor.
Açıkçası, Vizontele ve Vizontele Tuba'yı sevmiş birisi olarak Yılmaz Erdoğan ve BKM'den daha iyi bir film bekleyenlerdendim. Tabii burada filmi nelerle karşılaştırdığımız önemli. Filmi, ortalama Holywood filmleri ile karşılaştırıyorsak mesele yok denebilir ama dramatik yapısı kuvvetli, başarılı, akılda kalan, sözü olan filmlerle karşılaştırınca izlenimlerim pek olumlu değil malesef.
Senaryo Yazarları derneğinde, senaristlerden birisi "Bir kişi ile başka birisi karşılaşır, VE OLAYLAR GELİŞİR" diye bir senaryo olmaz demişti. Ümit Ünal'ın defalarca senaryonuz ne anlatıyor, "Ana hikayeniz ne anlatiyorsa, dramatik yapısını ona göre iyi kurmak, fazlalıklardan kurtulmak lazım" deyişi geliyor aklıma. Malesef, Organize İşler'de ana hikaye üçkağıtçı "Asım Noyan" ile başarısız saf komedyen "Süpermen Samet" karşılaşırlar VE OLAYLAR GELİŞİR gibi olmuş. Karakter ve tipleri tanıtmak için giriş bölümü çok uzun tutulduğu için, asıl hikaye olduğunu tahmin ettiğim, "Eğitimli, kültürlü, namuslu Ocak ailesi, araba satın alırken kandırılıp paralarını ufak bir mafyaya kaptırınca ne yaparlar" hikayesi arkada kalmış. Ayrıca eğer ana hikaye buysa, o zaman entellektüel küçük burjuva Ocak ailesinin etrafında daha fazla geçmeliydi film. Hırsızın hikayesi değil de ortalama ailenin hikayesi olsaydı, hırsızlığa övgü olarak değerlendirme tehlikesinden uzaklaşıp, hepimizin kendinden birşeyler bulduğu bir hikaye olmaya daha çok yaklaşırdı.
Film ilgili bir metinde şöyle tarif edilmiş: "‘Organize İşler’ araklayanlarla araklananların hikayesi ... Kimin kimi kurtardığının, kimin kimden arakladığının tam belli olmadığı dünya şahanesi İstanbul’da tüm işler organizedir ve ‘organize’ her zaman işler. Hâl böyle olunca Süpermen bile İstanbul’a gelince hayatının dayağını yer. Dara düştüğünüzde sizi birileri kurtarabilir. Asıl sorun o birilerinden bizi kim kurtaracak?". Dert edindiği hikaye buysa filmin, "O birilerinden bizi kim kurtaracak" kısmına hiç değinmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Yılmaz Erdoğan filmi bir yerlerde "'Şehri bu durumdan yerli bir süpermen gelse kurtarabilir mi?' diye düşündük." diye tarif ediyor. Açıkçası ben filmden böyle bir tad da almadım.
Film, filmi yapanlar tarafından "komedi - aksiyon" olarak tarif edilmiş. Dolayısıyla, Internet sitelerinde gördüğüm, filmde yeterince gülmediğini söyleyenlere, film komedi filmi değil ki diye yorumla cevap vermek abes kaçıyor. Evet bu bir komedi filmi. Ancak, araya serpiştirilen, "Tabut üçkağıdı" gibi kesitler, ana hikaye güçlü oluşturulmadığı için "Bir Demet Tiyatro"daki parodiler gibi kalıyor ve anlatım bütünlüğünü bozuyor, konuyu dağıtıyor. Zeki ve yaratıcı birisi olduğunu düşündüğüm Yılmaz Erdoğan'ın sponsor'a ait ürün yerleştirmesi yapacağım derken, filmin ortasına nal gibi oturttuğu Bonus - Kasiyer kız espirisi ise hiç olmamış.
Üstelik "Tabut Üçkağıdı" sonrasında, "Asım" ın yaptığı, "Ya tabutun içinde olacaksın, ya tabutu taşıyanların ya da bu işleri organize edenlerin arasında" yorumunu, filmin esas mesajını oluşturduğunu ve ahlaken de oldukça problemli olduğunu düşünüyorum. Bütün bu parçalar bir araya geldiğinde film, izleyici karşısında üçkağıtçılığı olumlayıp, mafya ile başı derde girenin daha büyük mafya bulmasını makul ve meşru gösterir bir tutuma düşüyor. Türk sinemasının delikanlılığı öveyim derken, "anti-sosyal" olmayı övme merakından sonra şimdi de hırsız ve üçkağıtçılığı övmesi dönemine mi giriyoruz? Filmin sonunda küçük hırsız büyük hırsızdan bir şekilde intikam alsaydı, yine de bir delikanlılık övgüsü yapılmış sayıp geçebilirdik, ama bu haliyle büyük hırsızların kabullenilmesi ve kurumsallaşması gibi bir mesaja takılıp kaldık.
Gelelim, "Filmin Jönü İstanbul Şehri" meselesine. Film boyunca, Erdoğan çok miktarda havadan İstanbul görüntüsü kullanmış ve İstanbul'un güzelliklerini filmin içine serpiştirmiş. Bu kareleri çekebilmek için yurt dışından, daha önce Türkiye'de kullanılmamış bir teknolojiyi Türkiye'ye getirmiş ve bolca kullanmış. Teknik gelişmişlik ve çıtayı yükseltmek açısından, ayrıca İstanbul'un güzel görüntülerini bize ulaştırmak açısından başarılı olsa da, filmin zaten zayıf olan dramatik yapısını ve anlatım bütünlüğünü iyice bozmuş. Okuduğuma göre, yapılan hava çekimlerinin neredeyse hepsini, muhtemelen maliyeti ve estetik değeri nedeniyle kesmeden filmin içinde kullanmış, öyle olunca da biraz fazla kaçmış. Hava çekimlerinin ve şehir fonunun dramatik bir öğe olarak kullanılmasına bir çok örnek bulabiliriz dünya sinemasından. Benim aklıma yakınlarda izlediğimiz ve beni çok etkileyen Alejandro Amenábar'ın Ramon Sampedro'nun yaşamı anlattığı "İçimdeki Deniz / Mar Adentro" filmindeki hava çekimleri ve muziğin birarada kullanımı geliyor. "İçimdeki Deniz" filminde Ramon Sampedro'nun sahile gittiğini hayal ettiği ve mahkeme için Madrid'e götürüldüğü, filmin en vurucu sahnelerinde, anlatımı destekleyen bir unsur olarak kullanılmıştı hava çekimleri. Gözüm açıkçası "Organize İşler"de de böyle bir kullanım aradı.
Ukalalıkta sınırları aştık gidiyoruz ama açıkçası filmin kurgusunu da beğenmedim doğrusu. Filmin daha ilk sahnelerinde büyük mafya Müslüm'ün (Cem Yılmaz), Asım ve ekibini dövdüğünü öğrendik de elimize ne geçti? Filmin sonunu öğrendik de arada neyi merak ettik? Umut Ocak'ın (Özgür Namal) büyük mafyayı nasıl organize ettiğini ve hatta Büyük Mafya'nın içinde ne gibi bir iş yaptığını, ailesinin bu çalışmayı ve işverenin kimliği hakkında ne düşündüğünü, hatta büyük mafya organizasyonu sırasında anne Nuran Ocak (Demet Akbağ)'ın neler düşündüğü ve nasıl çelişkiler yaşadığını da görmüş değiliz. Peki filmi bu şekilde kurgulamak ne işimize yaradı?
Ayrıca, senaryonun dramatik derinliği yeterli olmayınca da karakterler tipleme seviyesinde kalıyor. Örneğin, Süpermen Samet öldüresiye dayak yediği halde Umut'a olan aşkı ile bu durumu nasıl değerlendirdi, nasıl bir muhasebe yaptı. Aralarında geçen basit diyalog (özür dilerim, olsun canım) bu soruları seyircinin kafasından silmek için yeterli midir? Veya çok iyi bir oyuncu olduğunu düşündüğüm Altan Erkekli'nin anlattığı "Yusuf Ziya Ocak" karakteri "başarısız ve toplumdan kopuk aydın" tiplemesinden öteye geçemiyor. Bunun suçu da kuşkusuz, oyuncudan değil, senaryonun ona biçtiği derinlikten olsa gerek.
Medyatik olmak amacıyla belki, filmde hikayeye katkısı olmayan ama figuran da olmayan bir çok oyuncu eklenmiş. Asım'ın sevgilisi rolünü oynayan Ebru Akel (Nilüfer), hatta Müslüm'ün manken sevgilisi rolünde Berrak Tüzünataç (Ebru) hikayeye katılmamış. (Berrak'ın tarifsiz güzelliğini söylemeden geçemeyeceğim). Ayrıca filmin sonu da bu anlamda havada kalmış. Karısı, Asım'a niye döndü, anlayan beri gelsin.
Bence filmin en başarılı unsurları Cem Yılmaz ve Tolga Çevik'ın oyunculukları. Cem Yılmaz bu filmdeki oyunculuğu ile gel geç ve Mehmet Ali Erbil gibi giderek kendi karakterine hapsolup her filmde aynılaşan bir yetenek olmadığını gösteriyor. Alışıldık Cem Yılmaz hareketlerinden hiçbirini yapmadan, açıkça güldürmeye oynamadan, çok zorlu bir rolü çok başarılı oynuyor. Tabi biz seyirciler, Cem Yılmaz'ı görünce gülmeye başlama şartlanmasını nasıl aşacağız, o da başka bir sorun. Cem Yılmaz'ın oldukça kısa süren rolüne karşı, filmin tanıtımlarında başrollerden biri gibi öne çıkmasını da çok doğru bulmadım. Tanıtımlara bakarak, bol bol Cem Yılmaz göreceğim sanarak gelen seyirciler, tadı damaklarında kalan sahnelerle, biraz aldanmış olarak çıkıyorlar salondan. Tolga Çevik de keyifle izlenen, filmleri aranacak, takip edilecek bir oyuncu olarak sinemamızın önemli oyuncularından birisi haline gelebilir. Rolünde çok başarılıydı doğrusu.
Golf topu ile dayak atma motifini başka bir filmde gördüğüme neredeyse eminim ama malesef hatırlayabilmiş değilim. Sinemada gülenlerin aksine, oldukça vahşi geldiği için, ve kamera kullanımı ile uçan golf topu bizim üzerimize geldiği için, yani bir anlamda golf topu ile seyirci dayak yediği için, bana pek komik gelmedi. Zaten film, seyirci kendisini Ocak ailesi ile özdeş mi görsün, hırsızdan yana mı olsun konusunda oldukça net. Kendimizi küçük hırsızdan yanda buluyoruz ve onunla birlikte dayak yiyoruz. Ama sahnenin dramatik olduğuna şüphe yok. Yine de seyirci neye güldü anlamadım. MTV'deki "Jackass" tipi programlara da ben pek gülmüyorum. Sanırım ona benzer bir durum.
Filmi izlerken, bir yandan saf iyi yürekli anadolu delikanlısı karakteriyle Süpermen Samet, bir yandan da delikanlı, kıvrak zekalı, bu sokakların adamı, mini-mafya çapkın Asım rollerinin her ikisinin de Yılmaz Erdoğan'ın kendi kimliğini okumasının parçaları olduğunu düşünmüştüm. Yani bu karakterler bir nevi Yılmaz Erdoğan'ın ego'sı ve alter-ego'su diyebiliriz. Yılmaz Erdoğan neredeyse eminim, tepki çekmeyeceğini bilse iki rolü de kendisi oynamak isterdi. Bence bu durum, deniz kıyısında Samet ile Asım'ın ilişkilerinin muhasebesini yaptıkları karede, Asım'ın Samet'e "Evreşe'lisin, Evreşe'nin yolları aslında dar değil ve komedi malzemesini Süpermen'de arıyorsun. Ben sizin işinizden anlamam ama, bu malzemeyi kullansana" dediği karede iyice su yüzüne vuruyor.
5 Milyon dolar mertebesinde para harcanıp 70'i profesyonel oyuncu 1700 kişinin rol aldığı, kamera arkasında 150 kişinin çalıştığı bir film, elbette eleştirilecek. Filmi beğenmeyenler de elbette neden beğenmediklerini söyleyecek. Bu eleştirilere Yılmaz Erdoğan'ın verdiği tepkiler de çok sağlıklı görünmüyor doğrusu. 5 milyon dolar harcadıktan sonra, eleştirenlere "5 YTL'lerini geri verelim" diye dayılanmak, bir içgörü eksikliğine işaret etmiyordur umarım.
Yukarıda kendi penceremden özetlemeye çalıştığım eksiklikler bence senaryonun sağlam olmamasından kaynaklanıyor. Elbette çekim aşamasında değişiklikler olur ama "1.5 yıllık bir sürede" 7 kez değişen senaryo çekimler sırasında da hız kesmeden değişmeye devam edince, işte böyle bazı şeyler havada kalıyor.
2 Yorum:
Cok guzel yazilmis bir kritik. ben de izlerken benzeri yormlar yapmistim. Film kotunun otesinde, kapkaca ve hirsizliga ahlaken sicak bir bakis empoze ettigi icin ayrica degerlerini seyir kulturune bagli olarak olusturan bir toplum acisindan tehlikeli de.
Erol Sayin
Filmin zayif yani, saglam bir hikayesinin olmayisi. Ama Erdogan'in genel tutumu da zaten bu: Hikayeyi oyunculuklardaki derinlige gomme. Yani Cem Yilmaz'in o vakur-cahil kirmasi karakteri, kendi icinde bir hikaye, Altan Erkekli'nin suya sabuna dokunamayisi da baska bir hikaye diye dusunuyor Erdogan. Iyi tamam da, film bu oyunculuklar yerine, farkli bir ana eksene (kanimca bu eksen de, askin -yani herseye muktedir- bir Istanbul yorumu esliginde 'kurtarici-kurtulamayan drami' yapilmaya ugrasilmis) kaydirilinca, hikaye ortaya cikmamis.
Buna karsilik, örnegin , Eskiya bu 'karakter derininde gizlenmis hikaye' yaklasimini iyi becermistir.
Sinan Kayaligil
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa