11 Ekim 2006

Ders Almak, Ders Vermek...


Tam sitede meslek ahlakına, iş etiğine dalmışken, daha mühendislik eğitimimin ilk yılında, "Mühendislik Etiği" meselesine dikkatimin çekilmesini sağlayan Ahmet İnam'ın harika bir yazısına rastladım. Ahmet Hoca'nın affına sığınarak yazısını buraya alıyorum. "Hayatımızdaki İnce Şeylere Dair" kitabını eğer okumadıysanız mutlaka alın ve bu "ince" kitabi sindire sindire okuyun derim.

Çocukları Nasıl Öldürdüm?

Doktorlar nice hastasını gömer, mesleklerini öğreninceye dek. Öyle söylenir. Ya biz öğretmenler? Kaç öğrencimizi gömeriz karanlığa, kaçını yılgın, ürkek, düşünce yoksulu, umutsuz bırakırız? Yirmi beş yıla yaklaşan öğretmenlik geçmişim oldu. İlkokul öğrencileriyle çalıştım. Üniversitede doktora dersleri yaptığım benden on, on beş yaş büyük öğrencilerim oldu. İlkokul öğrencileri için hayat bilgisi dersi, ortaokul, lise, üniversite düzeyinde matematik, fizik, kimya, dersleri verdim. Almanca, İngilizce, Fransızca fen dersleri okuyan öğrencilerimin problemlerini çözmeye uğraştım. Edebiyat ve dil dersleri verdim. Yirmili yaşlarım elimde çantamla, zengin çocukların evlerinde geçti. Yüzlerce öğrencim oldu, yüzlerce dünya… Her birinden çok şey öğrendim. Ders ücretlerimin üstüne yatan ana babalarından da. Düşük paralarla dershanelerde çalıştım. Günde on dört saat ders verdiğim olmuştur. Hayatımı kazanmak için seçtiğim yol, mühendis olmama rağmen, öğretmenliğin çileli dünyasından geçti. Geçmekte. Üniversite hocalığım geçim sıkıntısından kurtarmadı beni. Felsefeyi arayan ruhum, dünyanın istilasına uğradı.

Tüm bunları, öğretmeliğini yaptığım çocuklardan kaçını öldürdüğümü düşünürken hatırladım. Yoksa bütün öğrencilerimi mi?

Sanırım üniversite öncesi öğretmenliğimde fazla bir “vukuat”ım yoktur. Belki ilk yıllarımda acemiliğim yüzünden hafif yada ağır yaraladıklarım olmuştur. Sonra aranan bir hoca oldum. Öğrencilerim sınıflarını geçiyorlar, kolej yada üniversite sınavlarını kazanıyorlardı. Görevimde kazandırmaktı zaten.

Üniversitede iş değişti. Artık “mantık”, “felsefe”, “ahlak”, “estetik” falan öğretiyordum. ( Nerden biliyorsam?) Birden bire kendimi tahta başında, çocuklara, üstelik Türkçe’nin dışında bir dille bilimi anlatırken buldum. Kendime gülesim geldi. Ağlayasım. Öğrencilerim için de üzüldüm. Ben kimdim ki bu adamlara, benim bile ulaşamadığım, yeterince kavrayamadığım şeyleri öğretmeye kalkıyordum? Felsefe nasıl öğretilirdi? Bilmiyordum. Çok az felsefe dersi almış, acemi bir “mühendis-öğretmen” felsefe hocasıydım! Mantık neydi? Nasıl öğretilirdi?

Sonra “tez danışmanlığı” nasıl bir işti? Felsefede sınav nasıl yapılabilirdi, sınav kağıtları nasıl değerlendirilirdi? Platon’un “idea” kavramını açıklamaya çalışan bir öğrenciye nasıl “63” verilirdi ?(Verdim!)

Aradan yıllar geçti. On beş yıldır üniversiteyim, altı yıldır da profesör. Bu soruların yanıtlarını hala bilmiyorum. Çok ders veriyorum (yazın bile!). Danışmanlığını yaptığım öğrenci sayısı çok fazla. Farklı üniversitelerden öğrencilerin tezleriyle ilgileniyorum. (Mimarlık, toplumbilim gibi alanlarda da doktora jürilerine katıldığım oluyor!)

Bütün bu “yetişen”, “yetiştirilmeye çalışılan” öğrencilerin kaçına araştırma, arama, yaratma aşkı verebildim? Kaçını hakkıyla değerlendirebildim? Kaçını anlayabildim? Yeterince zaman ayırabildim mi onlara? Hele hele, eleştirmem gereken düşüncelerini, kavrayışlarını eleştirebildim mi? Beni eleştirdiler, eleştirilerini eleştirebildim mi? Nasıl bir “hoca” oldum acaba? Elinde evreni, insanı, tarihi açıklayan eşsiz felsefe teorisiyle gelmiş bir öğrencime “40 fırın ekmek yemesini” mi söyledim? “Şu kitapları oku, şunu da öğren gel” diyerek kitap ve makale bombardımanıyla boğup yok etmeye mi çalıştım onları? Yazdıklarında çelişkiler bulup, aptallıklarını yüzlerine mi vurdum? Seviyesizliklerini, tembelliklerini, yetersizliklerini başlarına kakıp aşağıladım mı onları? Yoksa gizli gizli eğlendim mi onlarla? ( Bir öğrencim öyle demişti!) “Ben ne akıllı biriyim, sizler ne kadar da aptalsınız” mı dedim? Kaçınızı öldürdüm çocuklar? Kaçınız nefret etti benim yüzümden, verdiğim derslerden? Derste anlatılanların özüne ulaşamamaktan, benimle iletişim kuramamaktan kaçınız hastalanıp öldü? Kaçınızın “saf hayallerini” hançerledim? Tezlerini reddettiğim, sınavlarda çaktırdığım, aklım sıra adam etmeye çalıştığım adamlar hangi mezarlıklarda yatıyorsunuz? Kaçınızla ilgilenmedim, sevgiyle bakan gözlerinize aşağılama yıldırımları gönderdim? Hanginiz ardımdan “bu adam olmasaydı felsefeyi de mantığı da öğrenecektik kırdı geçirdi eşek” diyor?

Vukuatımı arz ettim. Günah çıkarmak için değil. Kalplerini kırdığım öğrencilerden özür dilemek için de değil. ( Yine kırabilirim onları!) Ben Türkiye’de bir örneğim. Çiçek yetiştirmek isterken, yada çiçeğin kendi kendine yetişmesini gözlerken, kaba, duyarsız, yetersiz kalarak kaç çiçek öldürdüğünü düşünmeli, bahçıvan. Hoca hep haklı, hep yukarıdan bakan, hep bilen, hep aşağılayan biri olmamalı. Öldürdüğü çiçekler onun dünyasında ki ışıltıyı yok edecek, içindeki çiçekleri öldürecektir! Hoca, öğrendikçe, öğrenci olabildiğince, öğrenciyle birlikte bir aşk olan araştırmayı yürütebildikçe kan ahlakından, can ahlakına geçiş başlayacak, biz öğretmenler elimizi kana bulamamış olacağız.

(Hayatımızdaki ince şeylere dair/ Ahmet İnam)



Prof. Dr Ahmet İnam
ODTÜ Felsefe
ainam@metu.edu.tr

Etiketler:

Devamı

Şizofren girebilir, Reklamcı Giremez

Ankara'daki evimizin girişine apartman yöneticimiz bir yazı asmış. "Dilenci, Satıcı ve Reklamcı Giremez". Okuyunca çok ironik gelmişti. Reklam sektöründe çalışan pek çok arkadaşımı, bu işi bir meslek olarak başarı ile icra eden kişileri düşünüp, bu dikkatsiz ifadeye gülmüştüm. Reklamcılığı bir böyle hakkıyla yapanlar var, bir de esas meslekleri olmadığı halde, kişisel "pazarlamaları" için, etik & ahlak problemlerine çok da dikkat etmeden yapanlar. Bu yazım, bunların bir kısmını kapsıyor.

Bu konunun en dramatik örneği bence tıp sektöründen çıkıyor. Cümle içinde ingilizce kullanmayı sevmem ama, "celebrity" doktorlar var ülkemizde. Sabah saatlerinde yayın yapan kadın programlarının gediklisi, aniden televizyon bağlantısı yapılmaya musait kimseler bunlar. Hatta bazılarının populer gazetelerde yönettikleri sağlık sayfalarında yapacakları "haberleri" santim santim pazarladıklarını da duyuyoruz. Sanırım "reklam" işini en yere düşürenler, bizim apartmana giren satıcı-reklamcı'lar değil, bu doktorlar olsa gerek. Bence bu kimseler sadece "reklam" işini düşürmüyor, insan hayatını temelden etkileyen, ciddi ahlaki sorumluluk gerektiren tıp mesleğini de bence iyi etkilemiyorlar. Tabip odası bu "celebrity" hekimler hakkında ne düşünüyor? Deontoloji sadece tıp fakültesinde sevilmeyen bir ders midir, yoksa meslek etiğini takip en çok doktorlara mı lazımdır?




Bugün öğlen, rutin ziyaret için favori mekanlarımdan "Mandabatmaz" kahvehanesine gidip orta şekerli Türk kahvemi söylemiştim. Tek başıma olduğum için, kahveyi beklerken bir süre sonra sıkıldım. Mekanda bulunan gazetelere bir göz atmaya kalkıştım ve elime bir gazete geldi. Sayfaları karıştırırken, kişisel pazarlamasına çok dikkat eden doktorlarımızdan, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nin eski başhekimi Arif Verimli'nin bir açıklamasını gördüm ve açıkçası öfkelendim. Bu Arif Verimli'nin dinleyip de tepki duydugum ilk açıklaması değil. Demiş ki doktor bey, "Türkiye'de 15 milyon psikiyatri hastası var. Yarisi her an suç işleyebilecek kadar tehlikeli, şizofren". Gazete de boş durmamış, atmış manşeti: "7.5 milyon Potansiyel Suçlu Aramızda". Ne harika değil mi?




Aklıma doğrudan, akıl hastalarını da yarattığı dev soykırım makinesine atan Hitler Almanyası geldi. Öyle ya, bu "şizofren"ler potansiyel suçlu olduğuna göre, çok fazla ince elemeye gerek olmadan hemen derdest edilmeli, toplumdan uzaklaştırılmalıdırlar. Dünya'nın pek çok yerinde, bizdeki gibi koğuş usulü çalışan büyük ölçekli psikiyatri hastaneleri yerlerini daha insani ölçekli kliniklere bırakırken, vurgumuz izolasyona değil tedaviye yönelik olmalıydı diye düşünüyorum.



Bütün bu tantana da üstelik, "Dünya Ruh Sağlığı" günü nedeniyle konuyu dikkate çekmeye çalışılırken çıkıyor. Türkiye Psikiyatri Derneği'nin TV'ye çıkan başkanı, Ruh Sağlığı Yasası talebi ve tedavi ihtiyaçları ile ilgili ne kadar dikkatli konuşuyorsa, Arif Hoca'da o kadar pervasız. 7.5 milyon şizofreni hastası derhal kontrol altına alınmalıdır diyor. Anket ile bulunamayacağından, ancak "olsa olsa" metoduna dayandıgına inandığım bu tahmin, toplumun bir sağlık hizmeti olarak psikiyatriye olan ihtiyacına işaret etmekten çok, manşet olması garanti bir sansasyon yaratmayı amaçlıyor gibi görünüyor.



Elbette denebilir ki, Sn. Verimli, hiç kendini pazarlama isteği olmadan, tamamen temiz duygularla ve bir misyonun parçası olarak bu çağrıyı yapmıştır. Ancak mevzubahis gazete aktarırken açıklamayı çarpıtmıştır. Her ne kadar aynı açıklamanın 3 aşağı 5 yukarı çok benzer versiyonlarını başka kaynaklardan da doğrulamış olsam da, o zaman yapılacak hareket bellidir: bu haberleri tekzip etmek. Bir de elbette basına bu tür açıklamalar yaparken, bu işin etik / felsefi boyutlarına daha fazla dikkat etmek.

Etiketler:

Devamı

2 Ekim 2006

Böyle Atışır Yeni Çağın Aşıkları