16 Nisan 2007

İnsan Dediğin Nedir Ki?

Reha Erdem'in Korkuyorum Anne filmi, Türk sinemasında izlediğim en farklı, en derin, en tatlı filmlerden biri. Dönüp dönüp tekrar izliyorum. Her izleyişte, farklı detaylar, bağlantılar, senaryoda farklı incelikler dikkatimi çekiyor. Feride Çiçekoğlu'nun geçmişte yazdığı bir yazıyı da buraya almadan geçemiyorum.

"İnsanlar ikiye ayrılır..." 09/04/2006 - Feride Çiçekoğlu

Reha Erdem'in 'Korkuyorum Anne' filmi bu cümleyle başlıyor. Önce şaka gibi algılıyoruz. Sağlık memuru Rasih bey insanları eğri basanlar doğru basanlar, komşusu terzi Neriman hanım ince belliler, kalın belliler, küçük Çetin sünnet olmuşlar, olmamışlar, kocasız çocuk doğurmaya niyetli İpek sevdiklerine verdikleri hediyeleri geri isteyenler, istemeyenler diye ikiye ayırıyorlar. Önceleri hep gülüyoruz. Sonra, bu öykücükleri birbirine bağlayan temayı usul usul sezmeye başlıyoruz. Ne zaman? "Sünnet sağlıktır, temizliktir, erkekliğe ilk adımdır. Yani insanlığa ilk adımdır" ya da "Bazıları nefes almayı bilmez. Nefes almayı bilmeyen nefes tutmayı da bilmez. Nefes tutmayı bilmeyen nişan alamaz" sözlerini duyduğumuz zaman. Mahalle kasabı neden yüksekçe bir yerde durduğunu ve müşterinin alçakta kalmasının önemini anlatıp satırını tezgaha indirdiği ya da şoför Ali askerlikte çekilmiş saçsız ve kimliksiz suratlar fotoğrafında kendisini arayıp "Burada yokum" dediği zaman.

Anlıyoruz ki Reha Erdem "İnsanlar ikiye ayrılır" diye başladığı filminde insanları "biz" ve "onlar" diye hep ikiye ayırdığımız, bizim "hep iyi" onların "hep kötü" olduğu bizim maceramızı anlatmakta; bizi sünnetin, askerin, polisin, annelerin, babaların ve erkekliğin koruduğu, bizi koruyanlara karşı çıkmanın korkularla bastırıldığı, şehrimizin bu korkularla örüldüğü, sevgi dolu görünen sıcak aile ortamlarında her an bir ölüler kitabının sayfalarının çevrilebileceği, bastırılmış korkularla dolu belleğimizin bıçak sırtında gezindiği müthiş bir hikâyeye bizi de katmaktadır. Anlıyoruz ki Reha Erdem'in filmini böyle sıradan sözcüklerle anlatmaya kalktığımızda 'Korkuyorum Anne'nin bütün güzelliğini ve sıradışılığını mahvetme ihtimalimiz hayli yüksektir ve bütün iyi filmler gibi bu film de anlatılamaz, ancak seyredilir.

Tıpkı Reha Erdem'in daha önceki filmleri 'A ay' (1988) ve 'Kaç Para Kaç' (1999) gibi. Üç filminde de hem çok farklı şeyleri hem de hep aynı şeyi soruyor Reha Erdem: 'A ay'da "Büyümek nedir ki?", 'Kaç Para Kaç'da "Para nedir ki?" ve 'Korkuyorum Anne'de hepsini içeren "İnsan nedir ki?" sorusunu. Ve hepsinde, değişen bir İstanbul, geleneğin yerini alan modern, bastırılmış cinselliğin başkaldırısı ve korkular, ille de korkular!

Anne, baba, sünnet, askerlik, polis, yükseklik ve varma korkuları. Varamama değil de, varma korkusu. Nereye? Kendimiz olmaya. Gelenekle belirlenmiş kalıpların sınırını kırmaya, kendi cinselliğimizi tanımaya, annemize onaylatmadan sevgili bulmaya, şehrimize ve kendimize varmaya. Bir yandan annemizden ve babamızdan korkarken, bir yandan da onları kaybetmekten duyduğumuz korku arasındaki parçalanmışlığımız, kendimizi yüksek bir yerdeymişiz de her an düşecekmişiz gibi hissetmemiz, bazen suya atlayıvermemiz ('A ay'), bazen kendimizi pencereden atmamız ('Kaç Para Kaç'), bazen de hem kendimizi ispatlamak için o yüksekçe kayaya tırmanıp, hem de oradan seslenmemiz: 'Korkuyorum Anne!'

Heterotopya

Her filminde farklı bir sinemasal anlatım varmış izlenimi vermesine karşın üç filminde de kullandığı bir imge Reha Erdem'in hep aynı izleğin çeşitlemeleriyle ilgilendiğini gösteriyor: Her filminde karşımıza çıkan su, ama özellikle de sandal. Bunun İstanbul'la bir ilgisi var elbet, ama Reha Erdem'in sandalı, hem İstanbul, hem Foucault. Çünkü o sandal, tam bir "heterotopya".

Foucault 1984'te ölümünden hemen önce derlediği konferans notları arasında yer alan ve ilk kez 1984'te "Architecture-Mouvement-Continuité" (Mimarlık-Hareket-Süreklilik) dergisinde ve daha sonra "Diacritics" dergisinin Bahar 1986 sayısında "Of Other Spaces" (Öteki Mekânlara Dair) başlığı altında yayınlanan ünlü yazısında "heterotopya"yı "öteki" mekânzaman olarak tanımlar. Tıpkı ayna gibi teknenin de "yersiz yer" olduğundan söz eder. Hatta yazının sonunda tekneyi "heterotopia par excellence" (mükemmel heterotopya) diye tarif edip şöyle der: "Teknesiz toplumlarda, rüyalar kurur, maceranın yerini casusluk ve korsanların yerini polis alır."

İşin güzeli, hiç de "Foucault olsun!" diye yapmadığı halde, Reha Erdem'in şehrimizden süzdüğü korkuları İstanbul'daki sandal ve Şehir Hatları Vapuru ikilemiyle anlatma biçiminin, Foucault'nun teknesini hayatımızın göbeğine yerleştirivermesidir. Reha Erdem'in üç filminde de kahramanlar sandalla denize açılırlar, geleneği kıran ama moderne geçemeyen bir şehir yaşamının sıkıştırılmışlık duygusundan kurtulmak için kendilerine ait bir "öteki" mekân zamana kürek çekmeye çalışırlar. Şehir Hatları Vapuru ise korkuların kolgezdiği, ya gemi zabitinin, ya polisin bir iktidar, bir tehdit unsuru olarak tepemizde beklediği yüzer bir karabasandır. Lise ya da üniversite öğrenciliğini 1970'lerin sonlarında, 1980'lerin başlarında yaşamış olanlarımız İstanbul'da Şehir Hatları Vapurları'nın ne anlama geldiğini, çıkışta yapılan kimlik kontrollerini, üniforma korkusunu, hayatımıza sinmiş asker-polis ürküntüsünü tabii ki hatırlayacaklardır. İşte bunun için Reha Erdem'in sineması kavramlardan yola çıkıp hayatı anlatmaya çalışan ya da kırdan şehire varmaya çalışan kategorik veya geleneksel bir sinema değil, şehrin dili olan sinemayı şehrin içinden konuşan, hayattan süzülmüş deneyimleri kendine has bir biçimde anlattığı için şehre dair kavramlarla açıklanabilen katmanlı bir sinemadır.

İyi senaryo

Türkiye'deki modernleşmenin kederli macerasını, hele 12 Eylül'den bu yana yaşanan travmanın şiddetini, askeriye-polisiye-erkek egemen kalıpları kırmaya çalışan bireylerin acısını her filminde başka bir tonlamayla, kimi zaman siyah-beyaz, kimi zaman alabildiğine renkli ama hep aynı incelikle anlatan Reha Erdem'in sinemasını Türkiye için eşşiz ve benzersiz buluyorum. Ataerkil düzeni eleştirirken "Cennet anaların ayağı altında" tuzağına düşmeyip "Nerde sende ananı kandıracak akıl?" dedirttiği terzi Neriman hanımın korkutucu erkek anası kimliğini deşme cesaretini coşkuyla karşılıyorum. Erdem'in sinemasal İstanbul'unu sinemada anlatılmış bütün İstanbullardan ayıran, şehrin yarattığı korkuların adını koymaktan korkmaması.
'Korkuyorum Anne'nin bu kadar iyi bir film olmasında, bugüne kadar sinemamızda yazılmış bence en iyi senaryoya yaslanmasının azımsanmayacak payı var. Ne tatlı bir kıskançlık! Hasetle değil de, ne iyi, demek ki yapılabiliyormuş türünden bir kıskanma benimki: Bütün hikâyeler içiçe ve yine de bir bütün oluşturabiliyormuş, hem kronolojik değil hem de olay örgüsünü kavrayabiliyormuşuz; İstanbul hem somut, hem alabildiğine soyut; mekânlar ve zamanlar bir montaj sinemasının parçaları gibi, bir yap-boz gibi sökülüp takılabiliyormuş dedirten bir senaryo. Nilüfer Güngörmüş'ün adını özellikle analım.

Reha Erdem'in sinemasının bugüne kadar hak ettiği yankıyı yapamayışının altında korkularımızla yüzleşmeyi göze alamayışımızın yattığını, hâlâ şehre varmayı ve şehrin zamanı ile yaşamayı beceremeyişimizin payı olduğunu sanıyorum. 10 ya da 20 yıl sonra geriye baktığımızda, 'Korkuyorum Anne'nin diğer bütün filmler arasından sıyrılıp, gönlümüzün filmi olacağına inanıyorum.

Etiketler:

1 Yorum:

Anonymous Adsız dedi ki...

"Korkuyorum Anne" beni daha filmin jelatinini açmadan güldürmeye başlayan nadir Türk komedi filmlerinden. Film kapağının üzerindeki gülümseyen suratı görmeyen ben filmi elimde ezunca bir süre evirip çevirdikten sonra bu filmin bir korku filmi olmadığını anladım.

Filmi izleme zevkine erince, sizin gibi bu filmi çevremdeki insanlara anlatmaya, mümkün olduğunca insana bu tadı yaşatmaya çalıştım. Oyuncuları, senaryosu ve not defterinize kazımanız gereken onca güzel sözüyle izlenesi bir film "Korkuyorum Anne".

Ayrıca paylaşımınız ve sıcak anlatımınız için teşekkürler...

1:03 ÖÖ  

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa