26 Kasım 2005

Türkiye, Hindistan, Mısır. Yiyecekler ve Ülkelerin Etimolojisi

Talking Turkey: The Story of How the Unofficial Bird of the United States Got Named After a Country (by Giancarlo Casale)

How did the turkey get its name? This seemingly harmless question popped into my head one morning as I realized that the holidays were once again upon us. After all, I thought, there's nothing more American than a turkey. Their meat saved the pilgrims from starvation during their first winter in New England. Out of gratitude, if you can call it that, we eat them for Thanksgiving dinner, and again at Christmas, and gobble them up in sandwiches all year long.

Every fourth grader can tell you that Benjamin Franklin was particularly fond of the wild turkey, and even campaigned to make it, and not the bald eagle, the national symbol. So how did such a creature end up taking its name from a medium sized country in the Middle East?

Was it just a coincidence? I wondered. The next day I mentioned my musings to my landlord, whose wife is from Brazil. "That's funny," he said, "In Portuguese the word for turkey is 'peru.' Same bird, different country." Hmm.

With my curiosity piqued, I decided to go straight to the source. That very afternoon I found myself a Turk and asked him how to say turkey in Turkish. "Turkey?" he said. "Well, we call turkeys 'hindi,' which means, you know, from India." India? This was getting weird.

I spent the next few days finding out the word for turkey in as many languages as I could think of, and the more I found out, the weirder things got. In Arabic, for instance, the word for turkey is "Ethiopian bird," while in Greek it is "gallapoula" or "French girl." The Persians, meanwhile, call them "buchalamun" which means, appropriately enough, "chameleon."

In Italian, on the other hand, the word for turkey is "tacchino" which, my Italian relatives assured me, means nothing but the bird. "But," they added, "it reminds us of something else. In Italy we call corn, which as everybody knows comes from America, 'grano turco,' or 'Turkish grain.'" So here we were back to Turkey again! And as if things weren't already confusing enough, a further consultation with my Turkish informant revealed that the Turks call corn "misir" which is also their word for Egypt! By this point, things were clearly getting out of hand.

But I persevered nonetheless, and just as I was about to give up hope, a pattern finally seemed to emerge from this bewildering labyrinth. In French, it turns out, the word for turkey is "dinde," meaning "from India," just like in Turkish. The words in both German and Russian had similar meanings, so I was clearly on to something. The key, I reasoned, was to find out what turkeys are called in India, so I called up my high school friend's wife, who is from an old Bengali family, and popped her the question.

"Oh," she said, "We don't have turkeys in India. They come from America. Everybody knows that."

"Yes," I insisted, "but what do you call them?" "Well, we don't have them!" she said. She wasn't being very helpful. Still, I persisted: "Look, you must have a word for them. Say you were watching an American movie translated from English and the actors were all talking about turkeys. What would they say?"

"Well...I suppose in that case they would just say the American word, 'turkey.' Like I said, we don't have them." So there I was, at a dead end.

I began to realize only too late that I had unwittingly stumbled upon a problem whose solution lay far beyond the capacity of my own limited resources. Obviously I needed serious professional assistance. So the next morning I scheduled an appointment with Prof. Şinasi Tekin of Harvard University, a world-renowned philologist and expert on Turkic languages. If anyone could help me, I figured it would be professor Tekin.

As I walked into his office on the following Tuesday, I knew I would not be disappointed. Prof. Tekin had a wizened, grandfatherly face, a white, bushy, knowledgeable beard, and was surrounded by stack upon stack of just the sort of hefty, authoritative books which were sure to contain a solution to my vexing Turkish mystery.

I introduced myself, sat down, and eagerly awaited a dose of Prof. Tekin's erudition. "You see," he said, "In the Turkish countryside there is a kind of bird, which is called a Çulluk. It looks like a turkey but it is much smaller, and its meat is very delicious. Long before the discovery of America, English merchants had already discovered the delicious Çulluk, and began exporting it back to England, where it became very popular, and was known as a 'Turkey bird' or simply a 'turkey.' Then, when the English came to America, they mistook the birds here for Çulluks, and so they began calling them 'turkey" also. But other peoples weren't so easily fooled. They knew that these new birds came from America, and so they called them things like 'India birds,' 'Peruvian birds,' or 'Ethiopian birds.' You see, 'India,' 'Peru' and 'Ethiopia' were all common names for the New World in the early centuries, both because people had a hazier understanding of geography, and because it took a while for the name 'America' to catch on.

"Anyway, since that time Americans have begun exporting their birds everywhere, and even in Turkey people have started eating them, and have forgotten all about their delicious çulluk. This is a shame, because çulluk meat is really much, much tastier."

Prof. Tekin seemed genuinely sad as he explained all this to me. I did my best to comfort him, and tried to express my regret at hearing of the unfairly cruel fate of the delicious çulluk.

Deep down, however, I was ecstatic. I finally had a solution to this holiday problem, and knew I would be able once again to enjoy the main course of my traditional Thanksgiving dinner without reservation.
Devamı

25 Kasım 2005

Vızz vızz vize...

Nedendir bilinmez, vize meselesi açılınca beni bir tevekkül sarıyor. Kaderine razı olmuş bir kurban gibi elçilik kapılarında beklemeye alıştım sanırım.

Vize ile ilgili en korkutucu deneyimim, tam da ilk yurt dışına çıkışımda, Londra'da Heatrow'da olmustu. Lise sıralarında bir öğrenci grubu ile Londra'ya dil okuluna gidiyoruz. Herkes kapıdan girdi, sıra bana geldi, pasaport polisi eline pasaportu aldı, evirdi çevirdi, ışığa tuttu. Ben de ne yapıyor diye bakiyorum. Meger, İzmir Emniyeti pasaportumu hazırlarken, kimlik bölümünün üstüne yapıştırdığı plastiği en dibe kadar devam ettirdiği için, pasaportun kat yerine kadar uzanan plastik iyi yapışmamış ve dibinden açılmış.

Heatrow'daki görevli de pasaportun sahte olup olmadigina bakıyormuş haklı olarak. Hakkaten çok güven telkin eden bir görüntüsü yoktu. Kizilotesi isikta sunda bunda baktiktan sonra, pasaportta tahrifat goremeyince, bana donup, resimli bir kimlik daha istediler. Ben de cebimden nufus kagidimi cikardim. Polis bununla da yetinmedi, bir kimlik daha istedi. Tabii o zaman ehliyet vs. yok, lise donemi. Ben basladim boncuk boncuk terlemeye.

Ariyorum tariyorum ama ne aradigimi da bilmiyorum. Beni kurtaracak herhangi bir sey. En sonunda, cuzdanin dibinde yillar oncesinden unutulmus, Fen Lisesi Hazırlık döneminden kalma dandik dersane kimliğim çıktı. Ve ben Heatrow'dan Birlesik Krallik sınırlarından, Turkiye Cumhuriyeti Pasaportu ve nufüs kağıdıyla degil, Izmir'deki dersanemin kimligi ve ustunde ortaokuldan kalma sübyan irisi resmim sayesinde girebilmistim.

Turkiye'ye donunce pasaportu alip polise gittim. Maksat duzelttirecegim. Ne mumkun Pasaport polisi yenilemeyiz dedi duzeltemeyiz dedi, "bir sey olmaz" dedi çıktı isin icinden. Bir daha yapistirir gibi yaptilar isittilar vs. ama bu bence sadece plastigi daha da acmaya yaradi. Universite yillarinda pasaportun suresi doldugunda degisiklik icin verdigim halde, polis degistirmek yerine, uzatip bana geri vermeyi takdir ettigi icin, sonraki yillarda da plastigi acik pasaportumu kullanmak ve her kontrolda basima gelebilecek sorunlari hayal edip sıkıntı duyarak gecti. Neyse ki, bu durum bir daha basima dert cikarmadi.

Pasaport ve vize hikayelerinde hatirladigim bir kac ani daha var. Bir tanesi, Almanya'nin Ankara elciliginin bahcesindeki sıra olma koridorları ile toplama kampina benzeyen bahce ve elinde megafonu ile bagirip cagiran subay gorunumlu (artik ne subayi oldugunu siz cikarin) sert gorevlinin kotu cagrisimlari kalmis aklimda.

Universite yillarinda bir sebepten Finlandiya'ya gitmem gerekmisti. Safliktan olsa gerek, vize işini geciktirdikce geciktirdim. Sonunda Ankara'daki Finlandiya elciligine gittigimde, bana gore epey zaman vardi. Bir de ne goreyim, aradaki zaman Finlandiya'da bilmemne bayrami oldugu icin tatilmis. Gorevli bir takvime bir bana bakip, imkansiz dedi. Benim suratimdaki hayal kirikligini gordugunden midir insafa geldiginden midir, sonra pasaportu geri aldi, "2 saat sonra gel" diyip beni yolladi. 2 saat sonra gittigimde Vizem hazirdi. Kendisini hala sukranla anarim.

Bir de Ankara'da ABD elciligi anim var ki dillere destan. Bilenler bilir, Ankara'daki ABD elciliginde once kapının önünde sıra olunur, sonra iceride numara alınıp sıra beklenirdi. Simdi hala oyle midir bilemiyorum. Neyse, 11 Eylul oncesi, hatta guneş tutulması olan bir gün bir vize işi için elçilikte bekliyorum. İçeri girdim, numara aldım, ön sıraya oturdum sıramın gelmesini bekliyorum. O sırada bana yakın gişede bir numara yandı ve çiçekli havai gömleğine benzer gömlek giymiş, inşaat işçisi görünümlü bir arkadaş gişeye yanaştı. Gişedeki görevli adama sordu:

- Ne için gitmek istiyorsun Amerika'ya?
- Gezecegim.

- Nerede kalacaksin?
- Bodrum'da inşaatta çalışırken bir bagyan ile tanismistim. Onun yaninda
kalacagim.

- Neden dönüş için uçak biletin yok?
- Daha ne zaman döneceğime karar vermedim.

- Peki oradaki zamanını karşılayabilecek paran var mı?
- Yok. Herhalde inşaatlarda falan çalışırım.(?)

- Peki biraz daha bekle, birazdan çağırırız...

Bu diyalog sonucunda vize alabildi mi bilmiyorum bu arkadaş ama özgüven ve doğruculuğuna hayran olduğumu söylemek isterim.

Etiketler:

Devamı

22 Kasım 2005

Tadımlık Antalya

Kar atıştırmaya başlayan bu günlerde, yazın son günlerinde yaptığım kaçamak geldi aklıma. Ege'li olmaktan mıdır nedir, böyle soguk karli havaları hiç sevmiyorum. Halbuki yaz sonu kaçamağım öyle miydi ya? Birkaç gün Antalya'ya kaçıp, havaalanından bir araba kiralamıştım. Dizel bir Renault Megane. Bu tatildeki pek çok şey gibi, onun da resmini çekmedim malesef. Ama tatil onun sayesinde mümkün olmuştu.

Cuma akşamı Antalya'ya varır varmaz, arabaya atlayıp Kemer'e gitmiştim. Aslında bırakınız araba kullanmayı, Antalya'da iki defa Belek'te kelek bir otele tıkılmak dışında tatil yapmadıgım için bu çevreyi, hele Antalya'nın batı tarafını hiç bilmiyordum. İlk gece Kemer'de bir otelde kalmış ve hem yorgunlugumu giderip, hem de barlar sokagini ve sahildeki eglence mekanlarını dolaşmıştım. Kemer'i biraz klasik tatil köyü tadında, yapay bulduğumu söyleyebilirim.

Cumartesi sabah ver elini Olympos. Ancak Olympos'a giderken yolda kafama esip, Faselis sahiline vurmuş, hem bu antik kenti gezmiş ve hem de antik kentin içinden yüzmenin tadını çıkartmıştım, az bir süre de olsa.

Belki yıllardır uzaktan uzağa bir hayranlık geliştirdiğim için, Olympos'a varınca karşılaştığım gerçeklik biraz hayal kırıklığı yarattı. Ağaç evler ve pansiyonların olduğu kısım, hippi tatilköyü ile burjuva özentisi arası bir haldeydi. Bir yandan, kısa tatil vesilesiyle, İstanbul ve İzmir'in lüks aramayan gençleri ve genç kalmaya çalışanları doldurmuştu Olympos'u. Kadir'in ağaç evleri'nde zorlukla yer buldum. Hippi tatili demişken, duşlar bu kadar soguk, tuvalet bu kadar pis olmak zorunda mıydı, bilmiyorum. Zaten seyahat boyunca, en rahat tuvalet ziyaretlerini OPET'te yapabildim. OPET'in temiz tuvalet kampanyasını alkışlamak lazım.

Neyse bu mevzuyu bırakalım, Kadir'in yerinde Fen Lisesi'nden yıllardır görmediğim arkadaşlarım Gülseren ve Gülderen (ikizler) ile karşılaştım. Çok ilginç bir duyguydu doğrusu. Hepimiz değişmişiz, elbette tek bakışta emin olamıyor insan. Ama bizim ikizlere benzeyen bir ikiz daha varmıdır diye düşünürken benim işim o kadar zor değildi doğrusu. Kadir'in ağaç evlerinde neyi sevdin derseniz, bir bu rastlantıları, bir insanların kolayca arkadaş olabildiği sosyal ortamını, bir de gece club'a dönüşen yan taraftaki "Öküz Bar"ını sevdim.

Tabii Öküz Bar'da ateş suyu'nda yüzüp ateş dansı yapmadan önce, gündüz Olympos sahiline gitmiştim. Güzel bir sahil ama bu kadar kalabalık olmasını beklemiyordum doğrusu. Sahile gidiş, sahilden dönüş, hatta sahilin kendisi bir belediye otobüsü gibiydi. O kadar kalabalığın içinde, görmeyi hiç ummadığım ve hatta hiç istemediğim kişilere de tasdüf ettim ki, insanın dünyanın fazla küçük olduğuna iman edesi geliyor.

Olympos'tan bir ısırık payını almış şekilde, ertesi gün, Kaş ve Kalkan'a doğru yola çıktım. Bu gezide pişman olduğum bir yan varsa, o da, dönerken girerim diyerek Kaputaş plajında yüzmemiş olmaktır. Ne bileyim, dağ yolundan dönmeye karar vereceğimi? Kaş'ta bir turlayıp bakındıktan sonra, Kaş'ın bir iki günde tadılabilecek bir yer olmadığından hareketle, Kalkan'a devam ettim. Güzel minicik bir koyun bir beton yığını ile Kuşadası'laştırılmasını görüp, Kalkan'a üzülsem de, bu hızımı kesmedi ve Patara'ya devam ettim.

Sit alanını biçimsiz yapılaşma için bir vesile olarak kullanan bölge insanı, Patara köyü'nde tuhaf bir yerleşim kurmuş olsa da, Turist miktarı böyle muhteşem bir sahil için şaşırtıcı bir biçimde azdı. Hani sahilin aşırı büyük olmasından dolayı tenha olmasını kastetmiyorum. Patara köyü'nde tüm esnaf Godot'u bekler gibi her an gelebilecek turistleri bekliyordu ama herhalde Turist'ler bu tuhaf köyde kalmak yerine Kalkan'a vs. gitmeyi tercih ettiklerindne Godot falan gelmedi. Ben de sahili o kadar beğenmiştim ki, bir gün kalmayı planladığım Patara'yı iki güne çıkararak, Patara sahilinde bir akşam üstü güneşini birkaç akşam birası ile batırıp, ertesi gün uçağı kaçırmamak için, gezimi daha hızlı gidilebilen ve muhtemelen de daha kısa bir yol olan, Toros dağlarının arasından geçen, Korkuteli yolundan, Korkuteli'de harika bir köfte yiyerek, Antalya havalimanında sonlandırdım.

Bu geziden alınacak dersler:
1) Asla bir tatil köyüne tıkılma.
2) Bilmediğin bir yerde mutlaka araba kirala ki, sınırlı zamanda çok yeri, rahatlıkla ve mobil olmanın avantajı ile görebil.
Zaten önümüzeki yaz planlarım arasında, bu turu bu sefer Kaş ve Fethiye arasında tekrarlamak ve bir benzerini de Güney Fransa & İspanya sahillerinde Cannnes - Barcelona arasında yapmak var. Bakalım önümüzdeki yaz neler getirecek? Şu tez bir bitsin, şu kış bir geçsin de. İkisi de beni üşütüyor doğrusu.

Etiketler:

Devamı

3 Kasım 2005

Eğreti Gelin, Eğreti Film

Birkaç gün önce, Atıf Yılmaz'ın son filmi Eğreti Gelin'i izleme imkanı buldum. Film sinemalardan geçip, Nurgün Yeşilçay'ın Antalya'da en iyi kadın oyuncu ödülünü alıp almaması konusundaki anlamsız tartışma durulunca, keyifli bir gecikmişlikle oturdum filmin karşısına.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Denizli belediye başkanı Talat bey (Fikret Hakan)'ın 18 yaşına gelmiş aklı bir karış havada oğlu Ali(Onur Ünsal) ile, ailenin zengin komşularının yaşıt kızı Neşe'nin (Eylem Yıldız) evlendirilmesi planlanmıştır. Böylece kız tarafının parası ile oğlan tarafının politik gücü bir araya gelecek ve aile daha da zenginleşecektir.

Bebekliklerinden beri arkadaş olan bu iki çocuk, evlenme planına itiraz etmemektedir. Ancak mustakbel damat, 18 yaşına gelmiş olmasına karşın, evin dominant annesi İffet(Müjde Ar)'in kanatlarının altında "biricik oğul" olarak yetiştirilmekten belki, odasında kuklalarıyla oynamayı, babasının dokuma atolyesine iş öğrensin diye yollandığında, yeni nakış tasarımları yapmayı ve kasabaya gelen çadır kumpanyasında horoz kılığında oyuna çıkmayı tercih etmektedir.

Evlilik günlerini dört gözle bekleyen kıza karşın, oğlan, pek oralı değildir. Bunun üzerine, Bohçacı Çenoto (Füsun Demirel)'in de tavsiyesiyle oğlana evlenmeden önce cinsellik konusunda "staj" yaptırmak ve yol yordam göstermek üzere, Emine'yi eve eğreti gelin olarak alırlar. Dışarıya karşı, evin yeni hizmetçisi olarak tanıtılan güzel Emine, güzelliği ile hem ev halkını hem de komşu kız tarafını şaşırtsa da, plan devam eder. Bu arada Emine'nin belalı sevgilisi Hasan(Şevket Çoruh), Emine'ye laf atan birisini bıçakladığı için hapistedir. Ali başta Emine'ye yüz vermese de, zamanla cazibesine kapılır ve sonunda beklenmeyen şey olur, Eğreti Gelin'liğin kuralı çiğnenir ve Ali, kendisinden yaşça büyük Emine'ye aşık olur. Üstelik bu aşk karşılıksız da değildir.

Türk sinemasının önemli yönetmenlerinden Atıf Yılmaz'ın filmi olduğu için açıkçası beklentim karşılaştığım filme göre daha yüksekti. Ne yazık ki, film günümüz Türk sinemasının bulunduğu noktadan ve Atıf Yılmaz'ın önceki filmlerinden daha iyi değildi. Filmin en ciddi eksiğinin iyi bir senaryol olduğunu düşünüyorum. Bir söyleşisinde Atıf Yılmaz, filmin sonunu defalarca değiştirdiğini ve sonunda da çıkan sondan pek memnun olmadığını söylemiş. Türk Sineması'nda 10 yönetmen kitabında geçen söyleşisinde de Atıf Yılmaz, filmlerinin senaryosunu çekim sırasında üretmeye ve anlık olarak değiştirmeye çok eğilimli olduğunu söylüyordu. Sanırım burada da benzeri bir yaklaşım gösterdiğinden olsa gerek, en dramatik sahnelerde bile diyaloglar etkileyici olmaktan oldukça uzak, biraz aceleye gelmiş hissi veriyordu.

Filmin bir diğer eksiği ise, kaynak olarak aldığı eğreti gelin kavramıyla ilgili hiçbir şey söylemiyor olması. Netice itibariyle yönetmen, fakir fukara kadınların iş bilmeyen zengin çocuklarıyla zoraki beraberliklerine dair ne diyor, anlamak mümkün değil. Kadın sorunları filmlerinin unutulmaz yönetmeni Atıf Yılmaz için bir gelenek olarak Eğreti Gelinlik hakkında hiçbir tartışma açmıyor veya bir tavır barındırmıyor. İki gencin, ekonomik kaygılarla, para ve güç bölünmesin diye zoraki evliliğe mecbur edilmesine eleştirel anlamda şöyle bir dokunurken, eğreti gelin olgusunun altında yatan gerçekleri hiç irdelemiyor. Hatta belediye başkanının da evlenmeden önce gençliğinde bugün karısının da bildiği bir eğreti gelini olmuş olmasına değinerek, bir anlamda bunu meşrulaştırıyor. Film eğreti gelin geleneğini tartışmadığı gibi, mekanıyla da bir ilişki kurmuyor. Eğreti gelinliği tartışmayınca, Denizli'yi tartışmıyor, Cumhuriyet'in ilk yıllarını tartışmıyor, taşra kültürü hakkında bir şey söylemiyor. Dolayısıyla film neden o tarihte o yerde geçiyor, bir fikrimiz oluşmuyor. Aslında mesela, günümüz Türkiye'sinde de geçebilirdi. Neden o günlerde orada, bilmiyoruz.

Aslında tam da Atıf Yılmaz'ın röportajında dediği gibi filmin en dramatik sahnesi olması gereken final sahnesi pek olmamış. Final, inandırıcılık sorunları da taşıyan averaj bir dizi sahnesi gibiydi. Emine'nin tek başına kalmış kız kardeşi, belalıya sevgilileri niye gammazlar? Öldürsün diye mi? Bir şehirden, arkalarında iki zengin aile, bir eli silahli belalı bırakarak kaçan iki aşık, bir kumpanya ile kaçıyor olsalar da, gösteri kostümlerini kullanarak horoz kılığında trene biner mi? Kaçan insanlar bu kadar mı acelesizdirler? Laf atanı bile bıçaklayan hapise giren belalı, bu ikilinin gitmesine neden izin verir? Hadi aşkın büyüklüğünü gördü de izin verdi diyelim, buna şaşıran aşıklar niye kaçıp gitmek yerine adamın sinirini zorlayacak şekilde alık alık bakarlar? Hadi alık alık bakarlar, hareket eden trenden sarkarak bakmaya niye devam ederler, adam fikir değiştirsin de vursun diye mi? Bir gece önce belalı'yı içeri aldıran etkili ve yetkili belediye başkanı, ailesi, kız tarafı, o dönemin tek uzun mesafe ulaşım aracı tren olduğuna göre tren garına gelmeyi düşünememiş midir? Yoksa kumpanya şehirde kaldığı sürece her gece sahneye çıkan ve gösteri sonunda da selama başlıksız olarak çıkan Ali'yi kimse tanıyıp ailesine haber uçurmamış mıdır? Aile kumpanya ile kaçtıkları bilgisine bu kadar mı uzaktır. Yani her şey bir yana, filmin bu finali hakkaten olmamış. Yönetmen ille de mutlu son istiyorsa, aşıklar kavuşsun diyorsa, bin türlü başka final olabilirdi.

Öte yandan filmdeki oyunculuklar gerçekten iyidi. Zaman zaman abartsa da Bohçacı Çenoto rolünde Füsun Demirel yine harikaydı. Zaten onu her filmde izlemeye bayılıyorum. Gerçekten harika bir oyuncu. Filmin sonlarına doğru, Emine'ye de sarkan belediye başkanı baba rolünde Fikret Hakan'da filmin genelinde yerine oturmayan rolünde fazlasıyla iyiydi. Filmin baş rollerinden birini sırtlayan genç Onur Ünsal'ı sanırım gelecekte de başka filmlerde göreceğiz. Konuk oyuncu Metin Akpınar da Aşkolsun ve Beyoğlu dizilerinden tanıdığımız gayrımüslim sahne sanatçısı tiplemesiyle, sivrilmeyen, sıcak bir oyunculuk gösteriyor. Oyunculukların bu düzeyde iyi olmasını tek tek kişilerden çok, oyuncuları yönetmek konusunda bir üstad olduğunu düşündüğüm Atıf Yılmaz'a bağlamalıyız sanırım.

Emine ile Ali'nin aşk sahnelerinde kamera kullanımınu da sevmediğimi söylemeden geçemeyeceğim. İkili ne kadar iyi onyarsa oynasın, sahne erotik bir enerji taşımıyor. Zira kamerayı yatağın tepesine yerleştirmiş, tepegöz gibi seyrediyoruz seyirci olarak. İkilinin arasındaki ateşi görüp hissedecek daha yakın, daha eşit yükseklikte bir açı dururken, heyecansız, güvenl, fazlasıyla temiz bir üst açı ile durum özetleniyor.

Çok iyi bir buluş, çok dramatik imkanları olan bir hikaye ve zengin görsel ve sosyal zenginliği atlayıp, Nurgün Yeşilçay'ın fakirlikten mecbur kaldığı bir beraberlikte gördüğü naif sevgi ve şevkate tutulması ve "orospu" diye damgalanmaya çalışılması kadar dramatik yerleri es geçerek, aradığımız dramatik öğeyi atmosferi neredeyse tek başına kuran Sezen Aksu'da buluyoruz:

"Ödünç geldim, emanetsin elimde
Yasak döşeklere ömrün serilir
Ali derim, dünya döner dilimde
Çocuk uyur, er uyanır koynumda
Duyulsun ki ibret olsun aşkımız
Eğretiyim, bana yer yok düğünümde
Kırk düğüne bedel bir günahımız"

Etiketler:

Devamı